ZEYTİN DAĞLARINI DUMAN BÜRÜMÜŞ
Baharla yeşillenen dağların, coşan derelerin, yaz armutlarının, güz ahlatlarının, incirin, zeytinin, anamın, atamın hasretine dayanamam. ‘Tak’ eder canıma, duramam ellerin yurdunda. Kanıma karışan havası suyu, gönlüme işleyen türküleri, rüyalarımdan çıkmayan dağları, ömrümün altın çağı çağırır. Çağrılan yere erinme, çağrılmadığın yerde görülme. Bizde böyle. Davete icabet sünnettir.
Fırsat bulunca sahil kasabalarında, kayak merkezlerinde almam soluğu. İlk nefesimi aldığım, göz açıp gördüğüm, gönül verip sevdiğim köyümde alırım.
Mevsim kışmış. Günler kısa, yollar uzunmuş. Değmezmiş bir gün için. Dert benim kime ne?
TRT Türkü eşliğinde tüketirim gurbetin yollarını. Türkü türkü yaklaşırım sılaya. Yörük Ali geliyor / Açıl Aydın yolları.” Sıla buram buram türkü kokar. Türküler olmasa ne gurbet biter, ne gurbetin yolları.
Sıla yoluna çıkınca aşina olur bütün yadeller. Yol kıyısındaki çeşmeyi, yamaçtaki köyü, o köye uzanan ince uzun yolu gözüm bir yerlenden tanıyacak gibi olur. Adı dilimin ucuna gelir. Tıpkı Asar Musluğu derim çeşmeye; kıvrıla kıvrıla dağa tırmanan yolu bizim köye çıkıyor Kuruköy’den yukarı derim.
Selçuk’u geçince ritmi bozulur kalbimin. Germencik’i, İncirliova’yı hep ağustos sıcağında geçerim. Yalın ayak başıkabak bir çocuk incir bahçelerinin bir başından öteki başına koşar. Ballanan incirler pıt pıt toprağı öper. Radyoda arkası yarın başlar. Baygın incir kokuları arasında yaz tez geçer. İncir mevsimi biter, zeytin mevsimi başlar.
Aydın’ı geçince Çine tabelasını karşımda bulurum. İçimde maşukuna kavuşan aşığın sevinci. Bütün benliğimle Çine’ye dönerim. Dağıyla taşıyla aynı dili konuştuğum topraklara gelmişimdir. Artık ölsem de gam yemem. “Gamlanma gönül gamlanma.”
Uzaktan Çine Çayı bir görünüp bir kaybolmaya başlayınca göğüs kafesime pınar başından havalanan keklik sürüsünün kanat çakırtısı dolar. Düğün kurulur. Davul zurna çalınır. Bu hava Aydın havasıdır. Dağ taş bütün heybetiyle Harmandalı’ya kalkar. Bu hava, bu toprak, bu güneş. “Gökyüzünün altındaki en güzel yeryüzü.” Başka yerde yaşayamam derim her seferinde. Başa gelen çekilir. Yine de yaşarız ama kör, ama topal.
Merhem diye türküleri sararız yüreğimizin yaralarına. Şarkılarda ararız teselliyi. Kitaplara kapı açarız. Öykü, şiir; avuturuz gönlümüzü: “İki gözü iki çeşme çine kan ağlar / Menderes menderes bulanık menderes."
Yolun iki yanı zeytin dağları. Ovalarından bal, dağlarından yağ akan topraklardayız. Bize çok görse de bir kuru lokmayı, cümleyi münbit göğsüne basmış bir anne şefkatiyle emziriyor işte. Bağrına bastıkları yabancımız değil. Dayımız, amcamız, bacımız, kapı komşumuz, okul arkadaşımız. Bizim nasibimize acı lokma düşmüşse bunda yok memleketin kabahati. “Zahide’m hep bende kusur.”
Radyoda türkülerin biri biter, biri başlar. Hasret, sıla, yâr kokulu türküler. “Kara bağrım ezik ne salınırsın / Cevahir pas tutmaz ne silinirsin / Baktıkça gözüme hoş görülürsün / Bugün güzelliğin dünden ziyade.” Arabayı bir kenara çekip mor dumanların göğe yükseldiği zeytin dağlarına yürüyesim gelir.
Durup öyle bakarım uzaktan. Durali Kayası’ndan Ovacık’a bakar gibi. Besmeleyle yürürüm zeytin dağlarına. Zeytin berekettir, namerte muhtaç etmeyen nimettir. Dağların süsü, sağlıklı ömrün sırrıdır. Kutsaldır: “And olsun incire ve zeytine."
“Allah kuvvet versin, bereketli olsun,” derim zeytin silkeleyen amcalara. Kaşla göz arası sırığı kapıp asırlık bir zeytin ağacının etrafını tavaf eder gibi dönerim. Besmeleyle başına çıkıp ortayerine otururum. Sırık dallar arasında dolaştıkça şıpır şıpır yağan bereketin müziğine dalıp çok eskilere giderim.
Ne varsa o eskilerde var. Üşüyen ellerimi ısıtmak için ateşin başına sokulunca bir de ne göreyim? Kor olmuş ateşin üstünde kiraz gibi kızaran sac ekmeği. Tabakta zeytinyağına ufalanmış kuru peynir. Yanında henüz acılığını atamamış kırma yeşil zeytin. Tok insanı acıktıran lezzet. Ağzımın tatı, bedenimin gıdası; sevdiğim dünya taamı. Ben bu dağlara yağa ekmek banmaya geldim.
Aydın’da mevsim kışsa saatler zeytine ayarlıdır, hep zeytini gösterir; zaman, zeytin zamanıdır. Zeytin dağlarında kasımdan şubat sonuna kadar boz dumanlı zeytinci ateşleri yanar. Zeytincinin ateşi sönmez. Üşüdükçe ellerini ısıtır, öğle vakti ekmeğini gevretir. Bir kenarında biriken közün üstünde isli demlik her daim kaynar.
Zeytin ağaçlarını rahatlatmak için kesilip ateşe verilen dalların mor dumanı dalga dalga koşar göğün mavisine. Yeşil yaprakların çatırdayarak yanması bastırır genç kızların kıkırdamalarını. Allı gelinler puslu havayı nimet bilip kaçamak bakışlar gönderir erine. Hava soğuktur. Bu havada sarılıp yatması hoştur. Gönül neler istemez. Ama … İş güç, derken torun torba… “Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibi.”
Gaza dokunurum. Benim iki bin model yaşlı kurt, boz dumanların yükseldiği zeytin dağlarına vurmuşum gibi ulur asfaltta. O acı acı ulur, ben ağlarım. “Gurbette ömrüm geçecek…”Ovaya sırtımı dönüp köy yoluna tırmanmaya başlayınca “Zeytinin yaprağı yeşil, dibinde kahve pişir.” türküsü kanatlanır radyoda. Türküyle kanatlanır gönlüm. Camları indiririm. İçeri dolar zeytin dumanının acı kokusu. Sırık sesleri eşlik eder türküye. İçimin göğünde dizi dizi turna katarı. “Allı turnam bizim ele varırsan / Şeker söyle, kaymak söyle, bal söyle.”
İşte döndüm sılaya. Dağıma taşıma, anneme, babama, ömrümün altın çağına. “Ben geldim,” diye bağırırım dağlara. Dağlarda yankılanan sesimin tanıdık avazı “Hoş geldin!” der her seferinde.
Zeytin gözlü bir çocuğun serçe cıvıltıları sinmiş sesi karışır sırık şakırtılarına. Unuturum şehri, şehrin lağım kokusunu, araba gürültüsünü. Doyamam zeytin dağlarına.
“Dağlar dağımdır benim
Gam ortağımdır benim
Söyletme çok ağlarım
Yaman çağımdır benim.”
FACEBOOK YORUMLAR