UMUTLA UMUTSUZLUK ARASINDA
Pazar günü Milli Savunma Üniversitesi Askeri Öğrenci Aday Belirleme Sınavında gözetmen olarak görevliydim. Sabah erken kalktım. Kurulmuş bir makine gibi yüzümü yıkadım, üstümü giydim, kahvaltı sofrasına oturdum. Çay, zeytin ve peynir; hiçbir şeyin tadı yoktu.
İnci mercan yüklü gemileri karaya vurmuş bir tüccar gibi küskündüm dünyaya. İstikbalimiz olan çocuklarımız ellerimizin arasından kayıp göz göre göre bir gayya kuyusuna yuvarlanırken çaresiz bir şekilde ah vah etmekten başka bir şey gelmiyordu elimizden. Harcanan bunca emeğe, çabaya, zamana rağmen bir arpa boyu yol alamıyorduk. Dert belliydi, derman meçhul.
Gebze’de öğrencisinin bıçak darbeleriyle şehit olan Necmettin öğretmenin yüreğimdeki taze acısı hala kanıyordu. Yine kafamıza yeni dank etmiş gibi milletçe “Biz nerede yanlış yaptık?” sorusuna cevap arıyorduk güya. Eğitim öğretim sistemimizin yanlışları üstüne tumturaklı nutuklar atıyor, çözüm önerileri sıralıyorduk. İki üç gün sonra hiç bir şey olmamış gibi unutacaktık herşeyi. Yeni bir trajedi yaşanana kadar kulağımızın üstüne yatacaktık. İşte bu beni deli ediyordu. Bütün umutlarım başka baharlara kalmıştı.
Hava kapalı ve ılıktı. Rahmet yüklü kara bulutların gözüne baka baka yürüdüm. Beklenen yağmur bir an önce başlasın, yüreğime çöken gamı kaseveti yuyup yıkasın, yitirdiğim umutları yeniden kuşanmam için gönlüme maveradan kopup gelen efsunlu şarkılar mırıldansın istiyordum. Bu mihval üzere dua, düşünce, hayal arasında daldan dala atlayarak görevli olduğum Hasan Türek Anadolu Lisesine geldim.
Bahçede toplanmaya başlayan gençlerin arasından geçerken bir ışık kırbacı gözlerimin önünde şimşek çakmış gibi şaklayarak yanıp söndü. Bu meçhul ışığın elektriğiyle tüylerim diken diken oldu. Yüreğime çöreklenen yeisin perdesi aralandı.
Görevli olduğum derslik ferah ve aydınlıktı. Sınava girecek adaylar dersliğe geldikçe yüreğime çöreklenen umutsuzluk bulutu usul usul dağıldı. Dersliğin kapısından her giren istisnasız tebessümle selam veriyor, kimlik kontrolü yapılırken saygıyla bekliyor, söylenince geçip yerine oturuyordu. Davranışlarındaki bize has hasletler umutsuzluğun yerine umudu koyuyordu.
İçimdeki endişeli tedirginliğin yerini yavaş yavaş huzur alırken umudun ele avuca sığmayan kuşu ufukta göründü. Güneşi görünce tepeden tırnağa çiçeğe bürünen bademler gibi çiçekleniverdi gönlüm. Kendi kendime “Herşey güzel olacak!” dedim.
Sınav süresi uzun. Okumak, konuşmak yasak. Ama volta atmak, tefekkür etmek serbest. Soru kitapçıklarına gömülmüş yüzlerde, tahtada, duvarlarda, duvarlardaki panolarda dolaşan bakışlarım kaşla göz arasında, karşı duvarı boydan boya kaplayan pencerelerden dışarı, aydınlığa kaçtı. Kaçmaz olaydı. Bir çuval incir yine berbat oldu. Hep böyle oluyor. Ne zaman bir çıkış yolu görür, bulur gibi olsam sevincim, hevesim kursağımda kalıyor.
Sokağın karşısında yan yana üç dükkân. Sağdan sola, soldan sağa baktım. Gözlerime inanamadım. Bari aralarında bu sistemli yozlaşmaya çomak sokan, aklı başında, vatanına, milletine, kültürüne sahip çıkan, dilinin kıymetini bilen, burası Türkiye diyen bir tabela olsaydı.
Sınav sonuna kadar elimde olmadan gözlerimi bu dükkân tabelalardan alamadım. Özüme sözüme yabancı bu isimleri dilimde umarsız bir zehrin tadıyla gayriihtiyarî mırıldandım durdum: Altundal İnternet Cafe, Poncix Aparatif, Flash Spor Center.
Umutla umutsuzluk arasında gide gele yoruldum, yolumu şaşırdım. Sınavdan çıkınca eve gideceğime Kırmızı Köprü’ye çıkmışım. Çaybaşı Deresi’nden Ağlayan Kaya’ya yürürken buldum kendimi.