TUZ KOKARSA
Et kokarsa tuzlarsın. Ya tuz kokarsa! Yandı gülüm keten helva.
Söylemeye dilim varmıyor, yazmaya yüreğim el vermiyor. Dönülmez akşamın ufkundayız. Vakit çok geç. Bozulan bozulana. Değişim, gelişim, dönüşüm adı altında insani değerlerin en vazgeçilmezleri erozyona uğruyor. Bir fırtına, bir sel önüne katmış bir bilinmeze sürüklüyor bizi biz yapan değerleri.
Mahalle öldü, sokak kayıp, apartmanlar göğe tırmanıyor. Kimsenin kimseye faydası yok. Herkesin düğünü de, cenazesi de kendine. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadisini unutmuş gibiyiz.
Doğruluk, dürüstlük, çalışkanlık dilde baş tacı. Konuşurken yere göğe sığdıramıyoruz, değerlerine paha biçemiyoruz. Uygulamada işin rengi değişiyor. Yalandan geçilmiyor, alavere dalavere almış başını gidiyor. Köşeyi dönmek için kırk takla atanları yadırgamıyoruz.
Eğitimi gözardı edip dört elle öğretime sarılmanın sonucu mu bu yoksa? Şayet öyleyse Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olduğumuzun resmidir hali pür melalimiz. Sevgiyi, saygıyı, paylaşmayı, dayanışmayı içselleştiremeyen çocuklarımız sayıların, sözcüklerin sihrini çözmekten de çok uzaklar. Spor popiler olmaya yarar da güzel sanatlar ne işe yarar? Sorulması gereken soru budur belki.
Her öğretim programının özünde yer alan değerleri, ‘Değerler Eğitimi’ adı altında proje olarak yürütmek, zaman ve emek israfıdır. Eğitimin her aşamasında yer ve zamana bağlı kalmaksızın kazandırılması gereken değerleri önce ihmal et, sonra yeni, yeniden ‘proje, plan, program’ diye yaz çiz; matematikten, fenden soyutlayarak öğretmeye çalış; bu, değerleri hayatın bizzat dışına çıkarmaktır.
Kendi işini görürken devletin mumunu söndüren Ömer öldü. Çok çalışıyorum. Aldığım maaş yaptığım işin karşılığı değil. Bal tutan parmağını yalar. Hem herkes yiyor. Ben enayi miyim?
Bu furya vicdanı da vurdu, yaralanan vicdan çağa ayak uydurdu. Artık vicdan azabı çekmek yok. Kimseciklerin vicdanı sızlamıyor. Birçok acıya, haksızlığa türlü sebepler bularak aklayabiliyor. Satılıyor, kiraya veriliyor. Menfaati kimin yanındaysa onun türküsünü söylüyor.
Zurnanın zırt dediği yer işte burası: Vicdan. Tek vicdanımız ayakta kalsaydı yitirdiğimiz her değeri yerine koyar, küllerimizden tekrar doğardık.
Acınması, merhamet edilmesi, yardım edilmesi gerekeni birileri televizyon, gazete, sosyal medya aracılığıyla söylüyor. Biz başüstüne ağam, paşam diyoruz. Öteyanda kardeşinin canından can gidiyor; dinine, namusuna dil uzatılıyor, el uzatılıyor; ben o dili koparır, e eli kırarım diyemiyorsun. Zalimin zulmü Nemrut’u geçiyor, mazlumun feryadı arşı titretiyor; görme diyorlar, görmüyoruz.
Doğu Türkistan’da canı canımız, kanı kanımız öz kardeşlerimizin içler acısı haline sessiz kalmamız başka nasıl açıklanabilir.
İçimizde bir yer nasır bağlamış, acımıyor artık. Kapı komşumuzun başına gelen felaket de dünyanın diğer ucundaki kan da ilgilendirmiyor bizi. “Gülelim, oynayalım, kâm alalım dünyadan.” Budur hayat felsefemiz.
İnsan, vicdanı olandır. Bana ne demez, diyemez. Derdi vardır, iniler. Zulme uğrayan, haksızlığa maruz kalan dünyanın öbür ucunda da olsa için için kanar. Eliyle, diliyle, yüreğiyle hakkı haykırır. Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan o değildir.
Vicdanlar köreldi. Ne kadar kolay söylüyoruz. İçimizde bir yer sızlamadan, kanamadan ağzımızdan öylece, alelade bir söz gibi çıkıveriyor. Bir duvara çarpıp yankılanmıyor, duvar sünger olmuş emiyor sözleri. Söz ayağa düşüyor, insan yere.