NEDİR MURADIMIZ?
Gözümüz hep yükseklerde. Biz herşeyin en büyüğüne, gösterişlisine, lüksüne, pahalısına layığız. Tepeden bakmayı seviyoruz başkalarını. Evimizi, arabamızı, yazlığımızı, malımızı mülkümüzü, hatta çocuklarımızı dostlarımız dediğimiz insanların gözüne gözüne sokmak hoşumuza gidiyor. En iyisi, en büyüğü, en âlâsı bizde olsa da doymuyor kör olası nefis. Daha, diyor, daha.
Sonu olmayan bir yarışın içindeyiz. Onun için dünyada dur durak yok bize.
Ölçüyü çoktan yitirdik. Kanaatın, mütevazılığın ifade ettiği değer çıktı hayatımızda.
Büyük, küçüğü amansızca ezip geçiyor. Küçüğün esamesi okunmuyor artık. Büyük, her yerde başköşede, elüstünde. Saygınlık, itibar hep ona. Büyüğün büyüğü, zenginin zengini var. Herkes onun peşinde. Daha, en, çok zarfları yetmeyince açgözlülüğümüzün görgüsüzlüğüne ekstra, ultra, mega yetişiyor imdadımıza. Bizi biz yapan değerlerden uzaklaşmamızı en güzel ellerin dili anlatıyor.
Mega projelerle yatıp kalkıyoruz. Küçüğün güzelliği, sevecenliği, cana yakınlığı, gönül alıcılığı sizlere ömür. Göz görmüyor onu, gönül avunmuyor onunla. Bizim gözümüz gönlümüz azametiyle aklımızı başımızdan alacak, başımızı döndürecek, dünyada eşi benzeri olmayan dev, devasa yapılarda. Estetik olmaları, kültürümüzü yansıtmaları, sanatçı duyarlılığı taşımaları hiç önemli değil. Güzellik, işe yararlılık, şirinlik, orijinallik marifet değil. Güzelin değil, büyük olanın peşindeyiz. Ucube olsun, büyük olsun. Nitelik hiçbir şeydir, nicelik herşey.
Büyük balığın peşinde geçiyor ömrümüz. Ayağımızın altından toprak kayıyor, başımızın üstünden gök çekiliyor. Sular kuruyor, çiçekler soluyor. Gün akşam oluyor.
Bilinir ve görünür olmak için yorarken tatlı canımızı ıskalıyoruz bütün güzellikleri. Su çağıltısı, kuş sesi, bir ekmeği bölüşmenin saadeti, kırk yıllık hatrı olan bir fincan kahve eşliğinde zamanı unutturan dost sohbeti …
Kadim kültürümüzde büyüklük ve azamat Allah’a mahsusdur. Kul kısmına düşen haddini bilmektir. En uzun tünel, en geniş otoyol, en büyük hava alanı, en büyük liman, en büyük cami, en büyük köşk. Sonra ne var? Daha büyüğü, çok büyüğü, en büyüğü. Guinnness Rekorlar Kitabı’na girmek için yapılan en büyük pasta, en uzun sandviç, bilmem kaç dakikada en çok hamburger yeme denemeleri. Bu mudur hayat felsefemiz? Yarına kalmanın, kalıcı olmaının yolu bu mudur?
Bu yolda kalp kırıyoruz, hak yiyoruz, hatır gönül tanımıyoruz. Gurur, kibir, böbürlenme. Kapitalizmin değerlerini baştacı ederken hikmeti öksüz bir çocuk gibi boynu bükük bıraktık mazide. Üret ve tüket emrine amade koşarken ev ve iş arasında bitmez hazine kanaat tükendi. Paylaşmayı, infakı unutunca bereketi kaçtı sofralarımızın. İğdiş edilmiş tohumlardan tadı tuzu kaçmış tonlarca sebze ve meyve üretiyoruz. Yine de doymuyoruz. Çöplükler çürümüş ve bozulmuş gıdadan geçilmese de birileri dünyanın dört bir yanında aç ve açıkta.
Doymak bilmeyen bir iştihayla saldırdığımız dünyanın havasını, suyunu, toprağını kirlettik. Yer altı, yer üstü zenginliklerini kurutmak için insanüstü bir çaba harcıyoruz. Tarım arazıleri şehir oldu; nehirler göllere, denizlere lağım taşıyor. Sözle olmasa da davranışlarımızla ‘bizden sonrası tufan’ der gibiyiz.
Demir çelik kuşanmış betonla inşa ettiğimiz şehirler bizi topraktan uzaklaştırdı. Ayağımız toprağa basmıyor, gözümüz yeşili görmüyor. Toprağın söylediği şarkıdan bihaber geçiyor günlerimiz. "İnsanoğlunun gözünü ancak toprak doyurur." hadisini unutmuş olmamızın sonucudur belki bütün bunlar.
Kendimizden başkasını görmüyor, duymuyoruz. Herkesin bizi görmesi, duyması, gıptayla bakması için çırpınıyoruz. Biz çırpınırken dünya hızla dönüyor. Boşa dönen bir değirmende öğütülüyor ömrümüz. Un ufak oluyor iki cihan saadetimiz.
Nedir muradımız?
Bizim Yunus’a sorarsak “Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim.” der. Gönül yapmak, gönül almak, gönülden gönüle bir yol vardır, o yola düşmek, o yolda yürümek. Demir almak günü gelince zamandan “Dostlar beni hatırlasın” diyerek gönül huzuruyla ayrılırken dünyadan ummak Rabbin rızasını kazanmış olmayı.
Budur muradımız.
Değilse, bu olmalı muradımız.