BURASI NERESİ?
Dünya işleri oyalıyor insanı.
Ezanı duyunca şu mübarek ramazan günü bile kapıyı çekip çıkamıyor dükkândan. Esnaflık zor zanaat diye girecek lafa da bu klişe çok su götürür. Neresi zor derler adama. Bir sandalyeye çök, akşama kadar kapıya bak. Gelsin çaylar, gitsin kahveler. Dükkân dedikse atla deve değil, incik boncuk satıyor. Adıyla sanıyla kırk yıllık Yüncü Tahsin olur kendileri. Akmasa da damlıyor. Buna da şükür, hep dilinde. O da ayağını yorganına göre uzatıyor. Gönlünden gecene değil, eline gecene bakıyor. Zamanla vara sevinmeyi, yoğa yerinmeyi bir kenara koydu. Her şeyi akışına bıraktı. Yuvarlanıp gidiyor.
Öğle ezanı okunurken dakikalarca evvel başladığı yün seçme işini henüz başlamış gibi heyecanla devam eden ellilik teyzeye “Hadi hanım elini çabuk tut, namaza geç kalıyorum,” diyemiyor. Malum, müşteri velinimet. Üstelik mumla aranıyor bugünlerde. Kıymetini bilmeli, el üstünde tutmalı. Yünü ne yapacaksın bu mübarek ramazan gününde be mübarek! Namazını kıl, aç Kuran’ını oku. Duanı et. Bak “Aşağıdan yukarıdan yolun sonu görünüyor.” İçinden bunları söyleyen Yüncü Tahsin dönüp nefsine bakınca ürperiyor. Sen ne âlemdesin bre gafil, diye nefsine çıkışıyor. Kalkmış ele hutbe irat ediyorsun.
Belki torununa bayramlık hırka örecek. Kışın giyersin, diye verecek. Giyer mi gerçekten? Biraz zor. Örme kazak, hırka, çorap giyen kalmadı yeni nesilden. Ören var mı sanki. Bunu Yüncü Tahsin’den iyi kim bilecek? Dükkânda rengârenk ipliklerin sarıldığı makaralar, çil çil boncuklar, her renkten boy boy inceden kalına pamuklu yünlü yumaklar var. Dönüp yüzüne bakan kim? Herşeyin hazırı makbul. Üretme, tüket. Slogan bu. Örgü işi göz nuru diye elüstünde tutulmuyor artık, ömür törpüsü diye ağız burun kıvrılıyor.
İyi güzel de az biraz halden anlamalı insan. Göz var, izan var. Elinden yüzünden nur değilse de su damlıyor. Belli adam abdest almış, gözü saatte, kulağı ezanda. Ellilik hanım şıngır mıngır renkli bir dünyaya dalmış. Aklı fikri önündeki örgü yumaklarında. Kim bilir neler örüyor hayalinde? Yüncü Tahsin kendi derdine yansın. Gözü namazda olmayanın kulağı ezanda olmazmış.
Ellerinde çocuk heyecanı kıpır kıpır. Durduğu yerde duramıyor. Kulak memesiyle oynuyor, avucunu kaşıyor, masanın üstünde kalem çeviriyor. Yarım saat önce çıkmadığı için kendine kızıyor. Bu yaşta bu tamahla iflah olmaz adam. Dünyaya kazık mı çakacaksın?
Şimdi herkesin ne olacak diye küçümsemeyle baktığı bu dükkân bir zamanlar gıptayla bakılan bir ekmek teknesiydi. Arıkovanı gibi işlerdi. Dile kolay. İki kız, bir oğlan okuttu bu yüncü dükkânı. Şimdi her biri bir başka şehirde ekmeğinin peşinde. Bayrama belki gelirler. Gelmezlerse telefon ederler. O da yeter Yüncü Tahsin’e. Canları sağ olsun, iyi haberlerini alayım yeter, der ele güne karşı. Yüreğinin mahsunluğunu kimselere demez. Can yoldaşına bile. Can yoldaşı başı önünde, nemli gözlerini ayakuçlarına sabitleyip sitem eder, iç çeker. “Biz onları ne zorluklarla büyüttük, okuttuk. Dünya işi biter mi?” der. Yüncü Tahsin kendi tasasını sineye çekip çıkışır gibi teselli eder onu. “Belini mi çiğneteceksin çocuklara. Torun torba seveceğim diye öldürme kendini. Şükret elimiz ayağımız tutuyor, muhtaç değiliz kimselere. İki günlük dünya değmez tatlı canını üzmeye.” Böyle der demesine de içi bir tuhaf ezilir. Bilmeyen, bilmez. Gönül başka, dil başka söyler. Ama ne gelir elden! Köroğlu Ayvaz oturup birlikte ağlayacak değiller ya!
Nihayet aradığını buldu velinimet. Sen sağ, ben selamet. Hayırlı işler dileyip çıktı dükkândan.
Müşteri çıkar çıkmaz, sanki pek çoklar gibi, bir başkası gelmeden çıkmak için acele etti. Yoksa ezan çoktan okunmuş, cemaat kaçmıştı. Aceleye mahal yoktu.
Kapıyı çekip çıktı. Eskiden olsa, dükkânı açtığı ilk yıllar, kapı çekmekte neymiş, sabah besmeleyle açılan kapı akşam şükürle kapanırdı. Fatura yatırmaya, namaza, berbere traş olmaya gidilirdi. Kapıyı kapatayım desen gülerlerdi adama. Öyleydi o yıllar. Şimdi hayal gibi gelir bilmeyene. Sokaklar kedi köpekten geçilmez oldu. Kedi köpeği geçsen it kopuğu ne yapacaksın? Kırk iki milletten insan yaşıyor şu kendi yağıyla kavrulmaya çalışan Anadolu şehrinde. Yüz versen astar istiyorlar. İsterken sesleri titremiyor, yüzleri kızarmıyor. Kediler pistten, köpekler de hoşttan anlamaz oldu zaten. Kapını açık bırakıp komşunu zan altında bırakacağına, eşeğini sağlam kazığa bağla demişler.
Bile isteye, olgunlaşan dutların gelip geçenlerin ayakaltında ezildiği kaldırıma yürüdü. Pek severdi dudu. Azgın nefsine ders vermek hoşuna gidiyordu. Avucunu yalasın mendebur. Yetmedi manavın bulunduğu sokağa düşürdü yolunu. Manav tezgâhında envai çeşit sebze meyve göz kırpıyor. Eriğin, kirazın tam zamanı; şeftali, kayısı da yerini almaya başlamış. Bitişiğinde lokanta. Camların gazete kâğıtlarıyla karartıldığı günler çok eskilerde kaldı. Herkes yiyip içiyor. Bal, kaymak, afiyet şeker olsun. Oruç tutmayanın, tutamayanın gizli yiyip içmesi karşısındakine verdiği değerden, kendine duyduğu saygıdandı. Birlikte yaşamanın gerekliliği olarak görülürdü. Şimdi açıktan yiyip içme moda. Değil ramazanda, yıl on iki ay sokakta yiyip içmenin hoş görülmediği; yemek daha ocaktan iner inmez sofraya koymadan kokar diye bir tabakla komşuya koşulduğu günler mazide kaldı. Burası özgür bir ülke işimize gelince.“Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya”
Tomurcuklanan ıhlamur çiçeklerinin baygın kokusu karşıladı Yüncü Tahsin’i cami önümde. Oruç insanı kokular karşısında daha hassas oluyordu. Bu hassasiyetin hak ve hukuka riayet etmeye, hoşgörülü ve merhametli olmaya da sirayet etmesi dilekleriyle yürüdü.
Ihlamurlardaki serçeler iftar saatine erişmiş niyetli çocuklar gibi coşkulu ötüşüyordu. Cami avlusu ötelere açılan bir bahçe gibi geldi o an. Başka bir iklimin havasını sezmiş olmaktan mesut girdi içeri.
Camiye adım atınca gördü ki uhrevi hava cami içine girmemiş, bahçede kalmayı tercih etmiş. Haksız mıydı ama?
Kıbleye doğru ayak uzatılmazdı. Öğle demişti babası. Böyle gökten düşmüş gibi hayâsızca sırtüstü uzanmak da nerden çıkmıştı? Burası neresiydi? Bunların bir babası yok muydu yoksa? Ellerinde telefonları, parmakları ekranda bir şeyleri habire yukarı doğru kaydırıyordu. Böyle böyle hayatımızdan çıkıyordu insani incelikler, bize has güzel davranışlar.
Namaz için gelenler namaza durmak için uygunsuz yatışların göze çarpmayacağı uygun yer arıyordu. Şaşkın gözlerle kendileri gibi yer araştıranlara, neler oluyor diye soruyorlardı. Olan muştu çoktan. Kimse ağzını açıp birsey söyleyemiyordu. Konuşan haksız duruma düşebilirdi animallah. Camide yatılmaz diye kural mı var? İşte böyle yan gelip sere serpe yatılırdı pekâlâ. Yatılmaz diyen camileri toplum hayatından çıkarmak isteyen art niyetlinin tekidir muhakkak.
Son cemaat yerinde uygun yer bulamayan bir iki kişi içeri geçmek istedi. Cami müezzini olduğu anlaşılan biri “İçere girmeyelim Lütfen!” dedi. Bunu öyle ince latif bir şekilde söyledi ki namaz için yer arayanlar bu sözün kendilerinden çok gökten son cemaat yerine ellerinde telefonlarla düşenlere söylendiğini ayan beyan sezdiler.
Eski çamlar bardak olmuş, diye tasalandı Yüncü Tahsin. Sağ eliyle alnından çorak toprak gibi cızcıbıl kalan başının üstüne doğru terini sildi. Dudaklarını büktü. Duyulur duyulmaz ‘çık çık’ çekti. Ya sabır, dedi. Niyetimiz hayır, akıbetimiz hayrolsun, dedi.
Niyet edip yüzünü Hakk’a döndü. Bu sefer cami kapısının iç kısmına kucağında bir bebekle oturan, yalvarmada kullandığı dile bakılırsa mülteci bir kardeşimiz olduğu anlaşılan genç annenin kesintisiz sesine kısa aralıklarla eşlik eden bebek ağlaması bırakmadı yakasını. Zeten kopamıyor dünyadan. Kör topal namazı. Bu araya karışan yabancı radyo kanalı herşeyin tuzu biberi oldu.
Namazını kılıp kaçarcasına kendini dışarı attı.
Biz ne zaman bu hale geldik, sorusu acıtıyordu içini. Kıbleye ayak uzatmayan, namaz kılanın önünden geçmeyen, Kitabullah bulunan odada yatmak şöyle dursun ayak uzatmaktan hayâ eden nesle ne olmuştu?
Cami ve ibadet adabımıza sirayet eden bu etki kimden, kimlerden kaynaklanıyordu? Olumsuz örneğin örnek olmadığını çocuklarımıza öğretememiştik demek. Türk müslümanlığı tabiri yeni nesle ne ifade ediyordu? Bir koca hiç!
Zamanın sorgusuz sualsiz yelken açtığı sözüm ona özgürlüğe kapılan insanımız nereye gidiyordu? Batıya mı?
Hiç sanmam, diye cevapladı bu soruyu Yüncü Tahsin. Pusulasını yitirmiş bir gemi gibi nereye gittiğini bilmeden sokaklara saldı kendini.
*Güneysu Dergisi’nin 123. sayısında yayımlanmıştır.