BAHÇIVAN
Rüyalar kâbus. Uyanamıyor bahçıvan, bitmiyor gece. Gece donmuş, sabah olmayacak.
Umutların dudağı uçuklamış. Sızısından durulmuyor. Başını alıp dağlara gidesi var. Yaralarına merhem diye dağların dumanını sarası var.
Güz geride kaldı. Kışın eşiğinde cümle âlem. Çınarlar, kavaklar, dutlar … Yaprak dökümü bitmiyor. Salâlar okunuyor peş peşe. Elinden oyuncağı alınmış çocuk gibi boynunu bükmüş umut, küsmüş işte, sesi soluğu çıkmıyor.
Bahçıvan sabaha değil ölüme açıyor kaç zamandır gözünü. Ölüm ötelere açılan kapı. İçinde her şeyi yüzüstü bırakıp gitme, soluğu ötelerde alma arzusu. Dünya matah bir yer mi ki kalsın? Aynanın sırları döküleli çok oldu.
“Madem gurbetteyiz, sıla ora. Vuslata ah vah etmek niye?” diye düşünüyor.
“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber…
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”
“Namaz uykudan hayırlıdır.” İlahi davet aralıyor karanlığı. Üstünden, ölü toprağını atar gibi silkeleyip atıyor yorganı. Vuslata koşar gibi koşuyor suya. Suya hasret yüzünde ilkyaz sağanaklarının sevinci. Anlı secdeyi öpünce şimşek çakıyor yüreğinde. Yüreğinde çakan şimşeğin şavkına tutunup kozasından çıkan kelebek gibi çıkıyor evden.
Dışarıda baharın filizlendiğini görmek umudu. Kanat çırpmak, çiçek açmak, şarkı söylemek.
Umut, ufukta doğan güneş misali ışığa boğuyor içini. Gözüne fer, ayağına can geliyor. Bir el gönül fanusunun buğusu siliniyor. Yarınların yüzü aydınlanıyor.
Okul yolu, umut dolu. Okula gidiyor bahçıvan. Umutları yeşertmeye.
“Şu dereden cıvıl cıvıl kuş gelir / Armağanlar dolu gider boş gelir / Sevda bilmeyene hayal düş gelir / Şen ol yaylam şen ol Bedir geliyor.”
Yola çıkınca göğün, üstüne abanan kurşuni bulutları dağılıyor. Çözülüyor içinin buz tutmuş ırmakları. Yatağına sığamayan ırmaklar gibi coşkun, mavi mavi bakıyor Kaf Dağı’nın çocukları, belli ki yolunu gözlüyorlar.
Yolda olana uzak nedir ki? Göz açıp kapayıncaya kadar okul kapısında buluyor kendini.
Okul kapısı, ekmek kapısı değil; Kaf Dağı’nın kapısı. Açıl susam açıl. Açılır kapı.
Bahçede in cin top oynuyor. Haramiler yağmalamış hazineyi.
Yapraksız dal, meyvesiz ağaç; hazan vurmuş bahçeyi kuşlar çoktan terk etmiş. Hani bu gülistanın bülbülleri? Müziğe hasret kalmış gülleri.
Yuvasını, yurdunu bırakmış. Gitmiş, gelmemiş serçe sürüsü. Yas tutuyor ağaçlar, sararıp solmuş yaprakları. Yapraksız ve kuşsuz dallarda rüzgârın acı ıslığı hüküm sürüyor. Üşüyor hayallerin bahar sürgünü filizleri.
Bu sessizlik hayra alamet değil. Sakinlerini yitirdikten sonra kendi haline terkedilen bir konağın kapısını aralar gibi ürperiyor okul kapısından girence. Boş koridorların duvarlarında yankılanan sesi, akordu bozulmuş saz gibi çalamıyor istediği besteyi bir türlü. Mızrap tutar gibi tuttuğu tebeşir düşüyor parmakları arasından.
Elinde kitap, kalem. Kulağı bir türlü çalmayan zil sesinde, tarumar olmuş çiçek tarhları arasında dolaşır gibi geziniyor boş sınıflar arasında. Panoları süsleyen güneşli resimlerin ışığı yetmiyor sınıfları aydınlatmaya. Kimselerin eli varmamış yarım kalan derslerin yazı tahtalarını temizlemeğe. Birinde bir şiir, kafiyesinin bulunmasını bekliyor hala şaşkın şaşkın. Diğer bir sınıfın tahtasında bir matematik denklemi. Çözebilen çıkmamış kaç zamandır. Öyle, kararıp kalmış.
“Tahtayı silelim çocuklar.” Kimse koşmuyor, ses çıkmıyor kimseden.
Canlı dersler, can suyu. Ders başlayınca tek tek konuyor ekrana, Kaf Dağı’nı yitiren Zümrüdü Ankalar. Her biri, birbirinden uzak düşmüş. Sesleri çok uzaklardan geliyor. Yorgun, ama umutlu. “Merhaba öğretmenim!”
Sönen ışık yanıyor. Her gecenin bir sabahı olduğuna bir kez daha inanıyor bahçıvan. Uzaktan uzağa hal hatır soruyorlar, canlı değil, capcanlı derslerde buluşmayı diliyorlar. Ayrılığı uzatmamak, aradaki engelleri bir an önce kaldırmak adına sloganlarını tekrarlıyorlar: Maske, mesafe, temizlik.
Umudun ellerinden tutup evlerde oda oda dolaştırıyorlar. Kapı pencereyi açıp sokağa salıyorlar. Şehrin sessiz, soğuk ve neşesiz sokaklarına. Şehre umut aşısı bu. Tez zamanda ellerinde, yüzlerinde, gözlerinde, yüreklerinde rengârenk bahar çiçekleriyle evlerden çıkıp sokakları, caddeleri, parkları neşeli cıvıltılarla geçip kendilerini dört gözle bekleyen bahçeye girecekler.
Bahçeyi çiçek açmış gören bahçıvanın yüreğinde bir türkü kanatlanacak. “Gün gördüm günler gördüm / Seni gördüm şad oldum.” Yuvaya dönen kuşların cıvıltıları yeri göğü dolduracak. Ziller her zamankinden neşeli çalacak. Zil sesiyle kollarını açar gibi kapılarını açan sınıflar eski neşesine kavuşacak.
Bahçıvan, yüreğindeki ateşi yokluyor. Her zamanki gibi alkor. Sönen ocağı tutuşturacak aşkı ilk günkü şevkini koruyor. Sevdası dağlardan yüce. Dağları aşacak, çölleri yeşertecek, olmazları olduracak kavilikte inancı. Bir gün ellerinde bahar çiçekleriyle girecek işte şu kapıdan. “Kimbilir, belki yarın, belki yarından da yakın.”
İpek böcekleri kozalarına çekildi. Yeis pusuda kaynar su, umutları boğmak için fırsat kolluyor. Umutları sulamaya geliyor bahçıvan her sabah bu bahçeye. Bu kapı umutsuzluk kapısı değil, umut kapısı, umar kapısı. Yarınlara, güzel günlere, şen kahkahalara, neşeli oyunlara açılan.
Bir kez daha yazıyor bahçıvan. Yazdığının altını çiziyor: Bahar er ya da geç gelecek. Bu bahçeden Kaf Dağı’na bir alay Zümrüdü Anka havalanacak.
Ergül ALTAŞ
FACEBOOK YORUMLAR