Türk ve Dünya İktisat Tarihinden
Her devri kendi şartları içinde değerlendirmek, verilecek hükmü daha sağlıklı hale getirir. Avrupa’nın Rönesans’la birlikte ilimde, kültürde, sanat ve düşüncedeki değişimi iktisadi hayatına da aksetmiş ve dünya üzerinde de değişiklikler meydana getirmiştir. O tarihe kadar yeryüzünde canlı bir ticaret hayatı olmasına rağmen, ebatları daha küçük, etkisi daha az ve üretim daha sınırlı idi. İpek yolu ve benzeri kara yolları ile veya deniz ticaretiyle kendi topraklarında bulunmayan kıymetli eşya, gıda, baharat ve hammadde vasfı taşıyan mallar dünyanın bir ucundan bir ucuna taşınabiliyordu.
Orta çağda Bizans ve Abbasi Devleti siyasi gücünün yanında ticaret hayatında da etkili olmuş ve ekonomik etkinliği elinde bulundurmaktaydı. Bu devletler zaman içinde güçten düşmüş ve Türk Devletleri kuvvet kazanır olmuştu. Bu sıralarda Avrupa Devletleri küçük devletlere ve birçok derebeyliklerine bölünmüştü. Selçuklu Türklerinin Malazgirt’te galip gelip Anadolu’ya sahip olmasıyla Türk tehlikesine karşı, Papa II Urban 1096 yılında Haçlı seferlerini başlattı.
Haçlı seferleri, Batı Medeniyetinin geleceğinin bir dönüm noktası olmuştur. Hıristiyan Batı ile o zamanın daha ileri seviyede olan Müslüman Doğu Medeniyeti arasında iktisadi ilişkileri geliştirdi. Özellikle İtalyanlar haçlı kafasını bir yana atıp geniş bir deniz taşımacılığına girerek Batı ile doğu arasında pazar malları götürüp getirmeyi tekellerine geçirdiler, bu sayede birçok İtalyan şehri büyük ticaret merkezi oldu ve kendi ülke şehirlerinde birçok İslam şehirlerinin benzeri kurumlarını ve düzenlerini kurdular.(1) Daha 1300 lü yılların başında İtalyanların doğudakinin benzeri dokuma tezgâhlarını memleketlerinde kurduğu bilinmektedir
İtalyan tüccar ve işadamları milli bir siyaset izlemişler buna ekonomiyi de dâhil etmişlerdir, ticarete yeni bir soluk getirerek, bankacılık, senet ve kredi ilişkileriyle yeniliklerin önünü açmışlar, ticaret ve bankacılığın merkezi olmuşlardı. Avrupa’nın her tarafında para işleri onlardan sorulurdu. Papa’ya borç veriyorlar, papanın paralarının tahsilâtını yapıyorlardı. Hatta Fatih devrinde İstanbul,Bursa, Edirne gibi illerde Venedikli tüccarlar yerleşmişti. İlk altın para da Floransa’da basıldı.
İşadamları başarılı oldukça ve yüksek karlar elde ettikçe, büyümüş ve sermaye birikimlerini arttırmışlardır. Bu büyük kazançların cazibesiyle, elinde birikimi olan o ülkenin vatandaşları da elindekileri birikimlerini, sermaye olarak vermiş, böylece şirketler güçlendikçe güçlenmiştir. Onlar dünyanın birçok yerinde koloniler, kaleler vasıtasıyla ticaret merkezleri kurdular. İtalyan devletleri gücünü ve zenginliğini ticaretinden aldı. Daha sonra Almanlar öne geçmiş, önemli ve güçlü şirketleri vasıtasıyla bütün dünyaya, yeni yerlere ulaşmışlar ticarette önemli bir yere gelmişlerdi. Bunları diğer Avrupa ülkeleri izlemiştir.
Bu gelişmelerle Akdeniz bölgesi de eski canlılığını ve önemini kaybetmiştir. Bir de Moğol istilası İslam Medeniyeti’ne ağır bir darbe daha vurmuştur.
Batılılar gittikleri topraklarda oranın kaynaklarını ve insanlarını sömürmeyi ilke edinmişler, insani kaygıları bir yana bırakıp altın ve gümüşleri kendi memleketlerine getirmiş, hâkimiyetlerini ve sermayelerini arttırmışlardır. Batının niyetini ve davranışını göstermesi bakımından İsa’nın şövalyesi Vasco de Gama 1502 yılında çoğu Mekke’ye giden hacıların kulaklarını ve ellerini kestikten sonra gemileriyle birlikte onları yakmıştır.(2)
Osmanlının klasik iktisadi sistemi ise kendine mahsus kapalı bir sistemdir. Bu sistemde mevcut dengeleri korumak, halkın iaşesini ve geçimini sağlamak, vergi gelirlerini eksiksiz tahsil ve muhafaza etmek, kıtlığa yol açmamak en önemli prensiplerindendi, bunun içinde ülkede üretilen malların ihracına hoş bakılmazdı, stratejik olanları kendi üreterek bazı temel maddelerin ithalatına imkân tanımak önem arz etmekteydi. Zaten dolaşım ve taşımadaki zorluklar sebebiyle mallar da yükte hafif pahada ağır olmalıydı. Bunları yerine getirirken üretimin ve ticaretin aksamaması için gayret sarf eder, olumsuz durumlara müdahale eder, ticaret yollarının güvenliğine özen gösterir, fiyatlara düşük narh koyar, düzensizliklere müdahale eder, ancak ekonominin gidişatına müdahale etmezdi. Zaten ülkede insanların temel ihtiyaçları belli ve sınırlıydı, belirli bir tevekkül ile yaşanırdı. Üretim ihtiyaçların giderileceği kadar yapılır, eldeki ürün kendisine yetecek kadar olur, ihtiyaç fazlası, önce ilgili mahale arz edilir, dahası İstanbul’a gönderilir nadir olarak da ihraç edilirdi. Pazarlarda çok çeşitli mal bulmak pek mümkün değildi. Başşehir’in yiyecek ihtiyacına büyük önem verilir, ülkenin belirli merkezlerinden belirli mallar temin edilirdi. İhtiyaçtan fazla üretim düşünülmez ve teşvik edilmezdi. Onun içinde devletin ihraç mallarını vergileri yüksek, ithal mallarının vergileri düşüktü.
Avrupa Devletlerinde ticaret yollarının kendi ülkesinden geçmesi için çaba sarf edilmekteydi, bunun için ülkelerinde büyük pazarlar ve fuarlar tertip ederlerdi. Merkantilist diye adlandıran yeni sistemle üretimi teşvik edilmekte, sanayinin geliştirmesi sağlanmakta, yabancı malını ülkeye girmemesi, altın ve gümüşün ülkede kalması teşvik edilip, ihracatı desteklenmekteydi.
Artık, Fetihlerden gelen gelirleri azalan, masrafları artan, iç ve dış meseleleri büyüyen Devlet-i Aliye’nin için zor zamanlar başlamıştı.
Celil Altınbilek 27.09.2015
(1) Mustafa Akdağ. Türkiyenin İktisadi ve İçtimai Tarihi s. 163-4 Tekin Yayın 1979.
(2) Halil İnalcık Rönesans Avrupası. s.133 İşbank Kültür Y. 2013