Türk Müslümanlığın Temelleri III
Türk kültürü, fikri ve imâni esaslarda, geçmiş birikimlerinin meyveleriyle hep canlılığını korumuş, Karahanlılar’da olsun Gazneliler’de olsun bütün Türkistan ve Hindistan coğrafyasında kendini göstermiştir. Gazneliler’le yaptığı mücadelelerden galip gelen, Abbasiler’den, fiili olarak İslâm Bayrağını devralan Selçuklular, Türk Milleti’nin kurduğu büyük imparatorluklardan biridir. Bu devirde bütün Asya ve yakın şark coğrafyası ve Anadolu hüküm altına alınmıştır. İlimde, sanatta, fikirde, inançta çağının üstünde yüksek seviyelere gelinmiştir.
Tasavvufun gelişmesi ise çok çetin ve mücadeleli olmuştur. Tasavvuf mensupları önceleri kovuşturmaya uğramış, zulüm görmüşlerdir. Fıkıhçıların verdikleri fetva ile hapsolunan, işkence gören ve idam edilen Hallâc-ı Mansûr (ö. 309/921) sonraları aşk şehidi olarak anılmıştır. Tasavvuf ilmi, fıkhın-İslam hukukunun- din olarak algılanmasına, ibadetlerin merasim şekline dönüştürülmesine, âlimlerin amelden yoksun konuma gelmesine bir itiraz olarak ortaya çıkmıştır. Sûfîler, fıkıh bilginlerini-fakihleri- ruhâniyetten yoksun olmakla suçlarken, Fıkıh ve Din Bilginleri de Sûfîleri dinde yeni şeyler icat etmekle itham etmişlerdir.
Orta Asyada genelde fütüvvet ve melâmet vasfıylaöne çıkan Horasan, tasavvuf kültürünün etkisi altındaydı. Burada Türkleştirme ve vatan etme fikri bir Türk Tarikatı olan Yeseviye’lik ile başlamıştır. YûsufHemedanî’nin (ö. 535/1140) iki önemli müridi Hoca AhmedYesevî ve Abdülhâlik Gucdüvânî’dir. Onlar sonraları Orta Asya’nın en yaygın tarikatları olan Yeseviyye ve Hâcegân (sonraki adıylaNakşbendiyye) isimli tasavvuf mekteplerinin kurucusu olmuşlardır.(1)
Horasan Türk Tasavvufunun bir mektep olarak ortaya çıkması, orada belirli bir kültür ve birikimin varlığına işaret eder. Aşk, sûfiliğin temel konusu olmuştur. Hemen hemen bütün tasavvuf şairlerince:” Aşık, aşk yolunda olacağından cennet ve cehennemi düşünmez,” fikrini işlemişlerdir. Sûfilerde Her şeyin başı Allah aşkıdır. Türkler bu aşk ile adına İla-ı Kelimatullah denilen Allah’ın adını yayma, düzenini sağlama şeklinde ortaya çıkan, içinde bulunduğu cemiyetten başlayarak, devletine ulaşan, sonra cihanı kaplayan bir inanç üslûbunu yaşatmışlardır. Bu mektebin en önemli özelliği hayatla iç içe olması, iradeli-aktif olarak devam etmesi, yaratıcı olması, vatan ve imanı birleştirmesi, içinde geniş bir hoşgörüyü barındırmasıdır.
“Binlerce yıllık Müslüman Türk camiasında kütlenin alaka ve heyecanının baş başa, el ele verdiği nokta daima din olmuştur.” İslam, İlk hicri yüzyıldan itibaren Sünniler, Şiiler, Hariciler gibi isimler altında çıkan ayrılıklar ile birliğini ve gücünü kaybetmiş, taassuba sahip din âlimleri sert ve dar kalıplar içinde kalmıştı. Bu zamanda yeni bir soluk olmak üzere sufilerin ortaya çıktığını görürüz.” Tasavvuf ve tarikat nazariyelerinin tatbikat ve tecrübe mahalli olan bu ocakların başlıca gayesi: insanoğlunun özünden sahip olduğu değerleri bulup işleyerek, cemiyete tasfiyeli, seviyeli, düzenli ve yapıcı elemanlar verebilmekti.(2)
Tarihte, Sûfiler ile dairenin dışına çıkmayan, vaiz, fakih, zâhid gibi isimlerle anılan kişiler arasında bir ayrılık ve mücadele olagelmiştir. Zühd kelimesi: Dünyaya rağbet etmemek, takva, ibadettir. Zâhid dinin emirlerini titizlikle yerine getiren, kaba sofu, haramdan kaçınandır. Zühd, dünyanın geçiciliği, insanın acizliği, hesap günü korkusuyla ortaya çıkmıştır. İlk temsilcisi Hasan Basri(ö.728) kabul edilir. Zahitler Hz. Peygamberin bir hadisini şiar edinirler: Benim bildiğimi bilseydiniz, daha az güler, daha çok ağlardınız. Bu yüzden Onlar hep ağlamayı yeğlemişlerdir. Bu feryat figan hem geçici dünya, hem de ettikleri-herze-, hem de davranışlarındaki kusurlar içindir!
Molla Cami, zahitlerle sûfiler arasındaki farkı şöyle anlatır: Zahitler öteki dünyanın güzelliğine inanç ve güvenlerinin ışığı altında bakarlar, bu dünyayı horlarlar, ancak duygu yüklü bir haz ile yani Cennet düşüncesi öncelik kazanır. Oysa gerçek sûfi evvel güzellik ve öz aşk ile bütünleştiğinden her iki dünyayı da göremez hiçe sayar.(3)
Gönül çelen, ateş çehreli güzellere, zâhidin imânının dayanamacağını, onu kavuracağını, Zâti bakın nasıl anlatır:
Didüm kim zâhide niçün kaçarsun dil-ü rübâlardan
Didi kim ben bir âteş çehre görsem gevrer îmânum. / Zâti
Onuncu asırda yoğun bir şekilde ortaya çıkan tasavvuf akımları belirli bir ivme kazanarak Müslüman toplumlarda önemli bir yer işgal etmiştir. Bu akımlar sayesinde insanlar iç huzurlarını elde ediyor, ruhi bir rahatlamaya eriyorlardı. Lakin bir zaman sonra yine tasavvufi kaynaklardan beslenen fakat tasavvufun belirli uygulama ve şekillerine muhalefet eden fikirler ortaya çıktı. Bunlar, tasavvuf adı altında yapılan miskinliklere cephe alıyor, belirli bir kesimin çalışmadan, manevi konumları ile menfaat elde etmesini kabul etmiyorlardı. Bu hareket Melâmeti adıyla anıldı.
Melamilik, Hicretin ikinci ve üçüncü asırlarında(800-900) yine tasavvuf temeli üzerinde inşa edilmiş, zaman zaman tasavvufu da belirgin bir şekilde tenkit eden şekilde ortaya çıktı. Tasavvuf ehli de olsa şekle ve gösterişe dayalı ibadet ve davranışlar riya vasfına bürünmüştü. Sufilerin, hakikate vakıf olamamış, nefsinin arınmasıyla ilgilenmiş fakat kötü huyunu temizleyememiş, hal ile hâllenmemiş, yalnız ibadete yoğunlaşmış, sûfiliğin gerçek manasını kavrayamamış ve kendini yetiştirememiş olmaları, itiraz noktalarındandır. Melameti düşünce tarih boyunca üç devre olarak kabul edilir. İlk devre Melamiliğin kurucusu Hamdun Kassar olarak bilinir. İkinci devre Hacı Bayram Veli’nin vefatından sonra, Akşemseddin ile Ömer Sikkin arasında ikiye ayrılır. Bıçakçı Ömer Dede ile daha ziyade kayıttan azade devam eder. Üçüncü devre ise 19 asırda başlar, ancak çok tenkitlere uğrar.
Ana düşünceleri: İbadette ve yaşayışta ihlâsı, samimiyeti düstur haline getirdiler. Yaptığı iyilikleri ve ibadetleri gizlemek, riyadan ikiyüzlülükten sakınmak, nefsini küçük görmek ve kınamak, kibirden ve büyüklük taslamaktan sakınmak, fütüvvet yani yiğitlik ve cömertliktir. Bu düşünceler Türk tarikatlarının ve edebiyatının uzun zaman temel düşünce ve ilham kaynağı olmuştur.
Necmettin Kübra’nın kurduğu Kübrevilik bir Türk Tarikatıdır. Eski Türk Alp’lik vasıflarını taşır. Türk ruhuna uygun özellikler ve melâmeti fikirleri barındırır. Asya’da, Maveraünnehirde, Hindistan ve İran’da yayılmıştır. Sema, raks etme, sesli zikir gibi gelenekleri uygulamışlardır. Nefsini terbiye için insanlardan uzaklaşma- halvet’e önem verirler.
Diğer bir yaygın tarikat Nakşibendîliktir. Onlar sesli zikiri benimsemez. Sessiz zikir yaparlar. Halvet yerine topluma karışır. Yöneticilerle irtibat kurarlar.
Bektaşilik de Hacı Bayram Veli’nin, Ahmed Yesevi’nin halifesi olarak kurucusu olduğu tarikattır. Bu Türk tarikatının Anadolu’nun ve Balkanların Türkleşmesinde büyük hizmetleri olmuştur. Ayrıca yeniçeri ocağı Hacı Bayram’a bağlı kalmıştır. Zamanla Bektaşilik ve Alevilik birbirine bağlı hususiyetler göstermiş, bazen bir bazen ayrı telakki edilmiştir. Eski metinlerde Alevi kelimesine Osmanlının kuruluşunun ilk yıllarında da rastlanmıştır. Bektaşilik tarikat olarak kabul edilmesine karşılık, Aleviliğin tarikat olup olmadığı tartışmaya açık olmuştur. Bektaşilik gibi Alevilik de temel ayinleri ve inanışları dikkate alındığında tarikat olma özelliklerine sahiptir. Bektaşi-Alevilik, Türk milletine ait gelenek, inanç ve fikirleri bünyesinde barındırır.
Bu Türk tarikatları tarihi seyri içinde önemli vazifeler yapmış, düşünce ve inancın şekillenmesini sağlamış, birbirinin içinde hayat bulmuş, izlerini saf veya karışım halinde bugünlere kadar taşımışlardır.
“Allah ile kul arasındaki engel ve perdeler arasında, ilmi sebebiyle âlim, ibadeti sebebiyle âbid, Zühtü sebebiyle zâhid vardır. “
Horasanda doğan Melâmeti düşüncesi daha sonraki devirlerde Kalenderi ve Hayderilerle daha uç ve itirazi noktalara taşınmıştır. Onlar toplumun genel kabul gören yaşayışından farklı olarak giyim ve yaşayışlarıyla tasavvufi düşünceye -aynı temel üzerinden de olsa- alışılmış miskinliklere, tasavvufun benliği yıkamayan, ayrı bir benlik oluşturan düşüncesine karşı, aşırı ve acayip şekilde bir itiraz tarzı oluşturmuşlardır. Yalnız burada kalender düşünce ve tarzının bazı uç örnekleri bizi yanıltmasın. Türk yaşayışında ve edebiyatında, kendini değerli görmeyen, tevâzuyu, alçak gönüllü olmayı hayatında düstur eden, edebi zevklere sahip kişiler hep yer etmiştir. Dini vasıta ederek toplumda güç ve konum oluşturmaya çalışan ham sofu-zâhid tipine karşı her zaman tepki duyulmuştur. İstanbul’un fethinde yararlılık gösteren Kalendirilere, Sultan Mehmed II Han yer tahsis etmiş, Kalenderhane adında bir cami inşa edilmiştir. Özellikle Türk edebiyatında ve şiirinde hem kalenderi ve bunun bir devamı niteliğinde olan rind tabiri büyük rağbet görmüş Sultanlar dâhil birçok şair bu özelliği kendine uygun bulmuş, şiirler yazmışlardır.*
Celil Altınbilek 21.05.2016
1-Necdet Tosun Ahmed Yesevi .s.18 Yesevi Üniv.2015
2- Samiha Ayverdi Türk tarihinde Osmanlı Asırları.s.68 Kubbealtı. 1999
3- Annemaria Schimmel Tasavvufun boyutları s.45
*Devam edecek.