Türk Düşüncesinde Değişim 5
Aşka, uşşâkın dâvet etmişsin,
Can kulağına ol sadâ düştü./ Niyazi
Dünya üzerinde düşüncenin sınırları, şimdi olduğu gibi eski zamanlarda da yoktu. Şimdilerde kimilerince düşüncenin esas ve kuvvetli kaynağı Yunan ve Avrupa olarak değerlendirilebiliyor. Fakat çok eski çağlardan itibaren yeryüzünde Antakya, İskenderiye, Atina, Bağdat, Horasan gibi kültür merkezleri, dünyaya çeşitli âlim ve sanatkârlarla ve manevi kahramanlarla ışık saçtı. O günlerin şartlarında kervanlar değerli yüklerini taşırken, bilge insanların zihninde ve yüreğinde bilgi demetlerini de taşıdı. Türk Milleti ne kadar diğerlerinden bir şeyler alsa da, kendi coğrafya özelikleri, ülkü birliği, asırların süzgecinden geçip gelen adetleri, inançları ve yaşayış tarzlarıyla kendine has farlılık yarattı. Diğer düşünce ve inançları kendimize has değerlerimizle harmanlayarak ve zamanın şartlarına göre düşüncemizde eriterek zenginlik oluşturdu. İslamiyet’le birlikte bu değerler yeni bir ivme kazandı.
Töresince yaşayan Türklerin, asırlarca devam eden, yeryüzüne eşi benzeri görülmeyen düşünce ve imanı birleştiren zamanları geçtikten sonra, fikir ve dönüşüm savaşlarının başladığı on yedinci asra geldiğimizde; Kadızadelerin yoğun bir mücadele içinde oldukları bu safhanın oyuncularından Vani Mehmet Efendi(ö 1684) Van’da doğmuş, bu yüzden bu lakapla anılır olmuştu. Kendisi Azerbaycan taraflarında ilim tahsil etmiş ve Erzurum’da vaizliğe başlamıştır. Diğer Kadızadeler gibi en önemli özelliği iyi bir hitabete sahip olmasıydı. Erzurum’a gelmiş ve orada vaizlik yapmıştı. Onun hayatının dönüm noktası, oraya vali olarak tayin olan Köprülü Fazıl Ahmet Paşa ile tanışması olmuştur. Osmanlı’nın bu zamandaki kıymetli devlet adamlarından olan Fazıl Ahmet, Sadrazam olunca, Vani’yi, İstanbul a getirtmiş ve Sultanla tanıştırmıştır. O Yeni camide vaizlikle görevlendirilmiş, Padişah tarafından sevilmiş ve saygı gösterilmiş, hünkâr şeyhliğine kadar yükselmiş, şehzadelere ders vermiş ve padişah hocalığı yapmış, iktidarını çoğaldıkça çoğalmış, her dediği yapılacak kudrete erişmiştir.
Padişah IV Mehmet tarafından ona yüklü maaşlar, araziler ihsan edilmiş, arpalıklar verilmiştir. Geldiği makamlar ve elde ettiği kazançlar ona yetmemiş, Kendi görevlerinin dışında, devlet işlerinde de söz sahibi olmuştur.
Vani’nin fikir dünyasının esası, kendi kültür ve inanç köklerimize yabancı, Arap Mektebine dayanmasıdır. Hal böyle olunca diğer örnek aldığı Kadızadeler gibi, onun inancının ve düşüncesinin hareket noktası, kör bir taassupla, sufilere düşmanlık olmuştur. Yaptığı Kuran tefsirinde Türkler hakkında olumlu şeyler söylemesi sebebiyle, çağımızda bazılarınca ona övgüler yapılsa da, yaptığı zulümler ve fikir dünyamıza vurduğu darbe sebebiyle elindeki bilgi dağarcığını da kör taassubuna feda etmiştir. IV Mehmet devrinde medrese-tekke çatışması en yüksek dereceye çıkmıştı. Vani’nin etkisi ve yönlendirmesiyle bu zamanlarda sufilere birçok baskı ve şiddet uygulanmış, yasaklar getirilmiştir. Tekkelerde zikir ve sema yasağı, Edirne’de bir tekkenin yıkılması, halk arasında kötü yasak tabir edilen on altı yıl tekkeler kapatılması gibi uygulamalarla, tekkeler hırpalanmış ve büyük teşkilat olmaktan çıkmış, toplumun canlı ve yaşayan imanına en ağır darbe vurulmuştur.
Evveldeki gibi, Kadızadelere karşı duracak, mücadele edecek, yakınlarında kimseler bulunmamaktadır. Bu sıralarda yanlızca Bursa’dan yükselen ve imparatorluk coğrafyasına şiirleri dalga dalga yayılan bir ses, Onların yaptıklarını eleştirip, karşılarına geçmiştir. Bu gür sesin sahibi Niyazi Mısri’dir.
Dünya gamından geçüp yokluğa kanat açup,
Aşk ile dâim uçup çağırıram dost dost.
Mescid ve meyhânede, hânede, virânede ,
Kâbede, puthânede çağırırım dost dost.
Bir Halveti Şeyhi olan Niyazi, devamlı Hakkı arayan, mücadeleci ve doğru bildiğini söyleyen, uygulayan, coşkun yapıya sahip bir gönül adamıdır. Hayatla mücadele eder, mum yapıp satar. Birçok yerler dolaşmış ve ilim tahsil etmiştir. Gizli ilimleri de öğrenmiştir. Birçok arayıştan sonra, otuz yaşına geldiğinde, rüyasında gördüğü İslam büyüklerinden Abdülkadir Geylani vasıtasıyla mürşidi, aydınlatıcısı, şeyhi Ümmi Sinan’ı bulur ve ona teslim olur. Bundan sonra şeyhinin söylediği ”Mısri, bundan sonra, durma ve susma, daima söyle” demesi üzerine, bazen vecd bazen cünun halinde, inandığı ve bildiği ilahi sır ve hakikatlerden bahseder. Onun sözleri zaman zaman şeriata da aykırı görünmektedir. Bu yüzden birçok sürgünler yaşar, zahmet ve ıstırap çeker. Niyazi Mısri zamanında büyük bir şöhret kazanmıştır, Ona atfedilen birçok kerametler vardır.
Bu sıralar, Vani, gücü elinde öyle tutmaktadır ki, çeşitli yöneticilerle işbirliği ederek, Devletin Avusturya ile savaşa girmesi için vaazlar verir ve emeline ulaşır, yapılan Viyana Muhasarasında ordu vaizliğinde bulunmuştur. Bozgun sonrasında hem mümessil olması hem de ordunun duraklamasına sebep olmasından ötürü azledilip sürgüne yollanır, kısa bir süre sonra da ölmesine rağmen yine bir taassup ehli, gözü doymaz, yağmacı olan damadı Şeyhülislam Feyzullah Efendiyi yadigâr olarak bırakır
Niyazi Mısri’nin, Yunus’un o muhteşem şiirine yaptığı şerhinde, çok şey anlatılır:
Çıktım erik dalına onda yedim üzümü
Bostancı öfkelenip der, ne yersin kozumu(cevizimi)
Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu/ Yunus
İlk beyitten murad olunan, her amel ağacının belli bir meyvesi olduğudur. Görünürde her meyvenin belli bir ağacı olduğu gibi, aynı şekilde, her amelin kendine özgü bir aleti vardır, meyvede eriğin dışı yenir, içi yenmez, cevizin dışı yenmez içi yenir. Erik gibi meyveler ibadetlerin görünen kısmına örnektir. Üzüm ise içini, özünü belirtir. Kim erik isterse erik ağacından istesin. Herkimse, Üzümü Erikte ararsa ahmaktır, boşa zahmet çeker.
İkinci beyit bazı yönetici ve makam sahipleri ve ilimde büyük geçinen dünya leşi kuzgunlarının ve tarikat ehlini inkâr edenlerin hallerini ve görünüşte hor ve hakir ve fakir, miskîn gezen arif ve zarif kişileri anlatır. Yani, bunların alçakgönüllülüğünü alçalma [tezellül] olarak görüp küçümser, gözüne sinek kadar görünmeyip, arifler ile söze ve irfana geldiği zaman, sinek misali olan fakir ve hakir dervişin, taassup ulemasını kartal gibi kaldırıp yere vurduğunu beyan eder. Yani, “görünüşte hor olan derviş, azamet ve şöhret sahibi olan ve zahir ilminde bilgin ve kâmil olan falanca efendiyi yenip susturdu,” diye beyan eder. Kartal her ne kadar büyük ise de yediği leştir ve kendinden çıkan da leştir. Ama bal arısı ne kadar görünüşte küçük ise de yediği güzel kokulu çiçektir ve kendisinden çıkan da güzel, lezzetli ballardır. Diye şerh eder ve yorumlar.
Tekkeler dini taassuba ve kemikleşmeye karşı vicdan hürriyeti ve serbest düşünce yuvalarıdır. Taassup ehline göre, bizim söylediğimizden başka Allah fikri yoktur. Cennet, cehennem, sırat köprüsü bizim söylediğimiz gibidir. Onlar, aksini düşünen kâfir olur der. (1)
Klasik düşüncede ise bir âmânın sopasını tuttuğu gibi dar fikirleriyle, on yedinci yüzyılda kök salmaya başlayan taassup ehli Kadızadeler, tıpkı Hanbeli ve Teymiyye gibi düşünüyorlar, İslam inancını ve düşüncesinin kendilerinin bildiğini, dairenin dışına çıkmayan kuru, bir iman ile yaşanması gerektiğini, muhalif bir düşünüş ve yaşayışın da cezasının olmasını düşünüyorlardı. Bu taasubî düşünce, çeşitli şekillere bürünecek günümüze kadar varlığını korudu ve belirli ölçülerde kendini hissettirdi.
Kadızadeler bazen güzel söz söyleyerek insanları etkilemişler bazen de sahip oldukları belli bilgi dağarcıklarıyla da devlet ve insanlar üzerinde etkili olmuşlardır. Aklı olmayanın imanı da olmaz ancak, İlim adamı olmak, bilgi sahibi olmak her zaman toplumlara ve insanlara huzur ve mutluluk getirmez. Onun için gönül adamı da olmak gerekir. Dünyada dünyalık peşinde koşan kimsede, ruh olmazsa, gönül olmazsa, rahat da olmaz. Her şey insan için olduğu gibi inanç ve düşüncede insan içindir. İnanç ve düşünüş, topluma zarar boyutları olmadığı müddetçe hür bir şekilde yaşanması gerekir ki, bunun içinde güçlü ve kuvvetli ama müdahaleci olmayan irade tarafından desteklenmesi, kollanması gerekir.
Menfaatle birleşen taassup, bir inanç buhranına kaymış olan devletin ana dayanağını sarsmıştır.(2) Bu devre kadar inanç ve düşünceye müdahale etmeyen devlet bu devirden itibaren müdahaleci, yönlendirici ve baskıcı bir yönetime geçmiş böyle olunca da asırlardır süzülüp gelen Türk Müslümanlığı zedelenmiştir.
On sekizinci yüzyıl başından itibaren, alınan yenilgiler ve dış devletlerin baskıları, devleti çare aramaya itmiştir. Bu durum bir müddet sonrada batı fikirlerine yöneliş artarak devam eder. On dokuzuncu yüzyıldan itibaren güçlenen batı hücumlarıyla, bünyemizde, hem sömürgecilik hem misyonerlik faaliyetleriyle bir cephe daha açılır. Batılılar, Hastahaneler, Okullar açar, Şirketler kurar. Kendi fikri ve inancının üstünlüğünü her şekilde kabul ettirmeye çalışır. Buna karşılık biz de dünyaya uyum sağlayacak dengeli bir yenilenmeyi gerçekleştirecek çalışmayı yapamayız. Zamanla, tekkelerin de sarsıntıya ve çöküntüye uğradığı inkâr edilemez. Onların varlığını sürdürmesi ancak ilmi ve akademik zeminde, fikir ve gönül dünyasında yer edinmesiyle mümkün olabilecektir.
Devlet, birleşik dünya hücumlarına ve iç karışıklıklara rağmen, iki yüz senenin üzerinde ayakta kalmayı başarmıştır, ancak bu zamandan sonra ise, toplum ve düşünce sistemi, yeni bir seyir alacak, ıslahatlarla, yeni fikirler ile yeni mücadelelere sahne olacaktır..
celil altınbilek 04.09.2015
1) Nihat Sami Banarlı. İman ve Yaşama Üslubu s.71. Kubbealtı. İst.1986.
2) Samiha Ayverdi. Türk tarihinde Osmanlı Asırları c2 s.121 Damla İst.1975