10 Nisan 2025 - 10:34 - Güncelleme: 13 Nisan 2025 - 13:13
Zezé’ye Bir Yolculuk /Şeker Portakalı Serisi Üzerine Şeker Portakalı Dışarıdan bakıldığında yoksul bir Brezilya mahallesinde yaşayan, yaramaz, haylaz ve kimi zaman başına buyruk bir çocuk görüyoruz. Ama Vasconcelos’un satırları ilerledikçe Zezé’nin çok şey bilmesinin, neye karşılık geldiğini anlamaya başlarız: Sevginin yokluğunu, şefkatin bedelini, yalnızlığın çocuk zihninde nasıl şekil aldığını… Ve en önemlisi, bir çocuğun hayal gücüyle hayatta nasıl kalabildiğini öğreniriz.
Zezé’nin evi, fiziki anlamda yoksulluğun merkezidir. Kalabalık bir ailede, ilgisizlikle ve çoğunlukla da şiddetle çevrelenmiş bir çocuktur Zezé. Kardeşlerinin gölgesinde kalır, babasının işsizliğiyle büyür ve annesinin yorgun elleri arasında sevgi arar. Zezé için çocukluk bir oyun alanından çok hayatta kalmaya çalıştığı bir savaş alanıdır.
Ama Zezé bu savaşta silahsız değildir. Onun en güçlü silahı hayal gücüdür. Minguinho, yani şeker portakalı ağacı, işte bu hayal gücünün ürünüdür. Zezé ağacıyla konuşur, ona sırlarını anlatır, şarkılar söyler. Minguinho, Zezé'nin hayâl dünyasındaki sevgi boşluğunu dolduran görünmez bir dosttur.
Bu bağlamda Minguinho'yu edebiyat tarihinde bilinen Küçük Prens’in gülüne benzetebiliriz. Zezé’nin masumiyetini temsil eder; onun dünyaya hâlâ sevgiyle bakabilme çabasının ifadesidir.
Manuel Valadares: ‘‘Sevgi Öğrenilen Bir Dildir.’’
Zezé’nin hayatına gerçek bir insan olarak giren Manuel Valadares, bir tür babadır ama aynı zamanda dost, öğretmen, sırdaş ve şefkatin kendisidir. Zezé’yi olduğu gibi kabul eder. Onun içindeki haylazlığı; kırılganlığı, sevgiyi arayan gözlerini görür.
Manuel’in varlığı, Zezé için bir güven alanı oluşturur ve aynı zamanda dostunun yanı ilk kez sevildiğini hissettiği bir yerdir. Bu his öylesine yenidir ki, Zezé bu sevgiyi önce anlamlandıramaz, sonra ona sarılır, en sonunda da kaybeder.
Manuel’in ölümü, Zezé’nin çocukluğunun kapanışıdır. Zezé bir anda büyür. Minguinho konuşmaz olur. O andan sonra dünya başka bir yer olur; daha sessizdir, daha keskindir ve daha yalnızdır.
Vasconcelos’un dili yalındır ama bu sadelik, okuru kandırmaz. Çünkü bu kitap, çocuğun gözünden anlatılsa da, ardında gizlenen yetişkin bir ruhun acılarını taşır. Duygular gösterilmez, sezdirilir.
Zezé'nin dünyasında yaşanan eksik bir kahvaltı, eksik bir bakış, eksik bir sevgi çok üzülmesine neden olur. O tüm bu şeylerin içinin şefkatle doldurulmasını ister. Zezé’nin diliyle kurulan dünya, yoksunlukların içindeki mucizeleri anlatır.
Zezé, kitabın sonunda büyümez. O büyümek zorunda kalır. Masumiyetini yitirmez; masumiyetini acının içine gömer. Kitap boyunca kurduğu hayalî dünya, çocuğun korunma mekanizmasıdır. Ve bu dünya, Valadares’in ölümünden sonra değişir.
Şeker Portakalı, okuruyla kurduğu ilişkiyi bitirmez. Kitap bittiğinde Zezé kitapta kalmaz. O, okurun içine taşınır. Zezé'nin yalnızlığı, masumiyeti ve sevgi arayışı evrensel bir hafızaya dönüşür. Okur bu sesi unutmadan, kendi hayatındaki simgelere bakmayı öğrenir.
Güneşi Uyandıralım Kitabı Zezé artık çocuk değildir. Ama henüz yetişkin de sayılmaz. Ne oyunlara tam olarak dönebilir, ne de büyüklerin dünyasına dahil olabilir. Bu dünyanın sınırında durmak, yetişkinliğe doğru açılan birçok uçurumun kenarında durmak gibidir. José Mauro de Vasconcelos, Güneşi Uyandıralım kitabıyla, Zezé’nin masumiyetten kopuşunu, o kopuşun bıraktığı boşluğun Zezé'nin içinde nasıl oluştuğunu anlatır. Zezé, artık ağaçlarla konuşmaz, hayali arkadaşları görünmez olur; çünkü Zezé, gerçeğin acı tadını kabul ederek yaşamaya çalışmaktadır.
Zezé bu kitapta artık büyümenin sorumluluğuyla tanışır. Zezé, çocukluğunda dışa dönük, hayalci, konuşkan bir karakterken, artık daha içine dönüktür. Duygularını açıkça söylemek yerine içinde taşır. Bu dönüşüm, yalnızlığın doğal sonucudur. Çünkü çocukken sahip olduğu Minguinho’yu, sonra Valadares’i kaybeden biri, kolay kolay yeniden güvenemez.
İşte Güneşi Uyandıralım tam da bu güven kaybının, kırık bağların ve içe çöken duyguların romanıdır. Zezé’nin sessizliği, iç dünyasında yeniden inşa edilen bir duvar gibidir.
Bu kitapta öne çıkan diğer tema, Zezé’nin kimlik arayışıdır. Ait olduğu bir aile, tam anlamıyla bağlandığı bir yer yoktur. Ailesiyle ilişkileri hâlâ soğuktur; öğretmenleriyle ya da yetişkinlerle kurduğu ilişkiler, sınırlarla doludur. Zezé'nin içindeki çocuk, yetişkin olmak zorunda bırakılmıştır ama o hâlâ anlam arayışındadır.
Ve bu arayış, yavaş yavaş isyana dönüşür. Zezé açıkça bağırmaz ama davranışlarıyla, suskunluklarıyla, anlattığı hikâyelerle sistemin, düzenin ve hayatın ona biçtiği rolle savaşır. Sessiz bir başkaldırıdır bu. Kendine dönerek, anlatmayı bırakarak, susarak isyan eder.
İlk kitapta Zezé dünyayı hayal ederek güzelleştirmişti. Buradaysa Zezé artık güzellik aramıyor; anlam arıyor. Hayatın neden bu kadar adaletsiz olduğunu, sevginin neden az bulunduğunu, insanlar arasında neden bu kadar mesafe olduğunu anlamaya çalışıyor.
Ve bu sorgulama, yazarın anlatımına da yansır. Güneşi Uyandıralım, Şeker Portakalı kadar duygusal bir anlatı değildir. Daha durgun, daha sorgulayıcıdır. Çünkü bu kitap, gerçeğin kitabıdır.
Kitabın başlığı aslında Zezé’nin içsel yolculuğunun en derin ifadesidir. Güneş, Zezé’nin içinde sönmüş bir sıcaklığın simgesidir. O güneşi yeniden uyandırmak, kendine yeniden inanmaktır. Bu kitap boyunca Zezé, o güneşi uyandırmak için içsel bir yolculuk yapar.
Güneşi Uyandıralım, çocuklukla gençlik arasındaki o tarifsiz boşlukta bir insanın nasıl savrulabileceğini anlatır. Zezé’nin hikâyesi bu kitapta hem daha kırılgan hem daha derindir. Artık o masum çocukluğu omzunda taşır. Kitabın sonunda güneş tam olarak uyanmaz belki, ama Zezé artık onun yerini bilir. Çünkü artık aradığı sevgiyi içinde bir yerlerde aramaya başlamıştır.
...
Zezé artık büyümüştür. Ama büyümek, bir zorunluluktur onun için. Delifişek, Zezé’nin içsel yolculuğunun son evresidir. Yalnız bir gencin, kendi kimliğini bulmak için çıktığı ve birçok şeyi geride bırakarak yürüdüğü bir yoldur. Bu kitapta artık ne çocukluk hayalleri, ne de gençlik umutları vardır. Zezé hayal gücünün gömüldüğü bir dünyada, gerçeğin sivri köşeleriyle yürümeyi öğrenmiştir. Ve bu yürüyüşte, yalnızdır.
İlk kitapta konuşan ağaçlar, ikinci kitapta yavaş yavaş sessizleşmiştir. Şimdi ise tamamen susmuşlardır. Zezé’nin hayal dünyası artık bir anıdan ibarettir. Duygularını hayallerle yumuşatma dönemi bitmiştir. Şimdi hayatın sertliğiyle baş başadır.
Zezé bu kitapta artık acıdan kaçmaz. Onu içselleştirir, hatta ona alışır. Bu alışma, bir zırh gibidir. Zezé, dış dünyaya karşı ne kadar sert olursa olsun, artık savunma mekanizmaları yoktur çünkü kendisi doğrudan savaşın içindedir.
Delifişek’te yüzme tutkusu çok sık anlatılır. Yüzme, Zezé’nin bedenini ve ruhunu taşır. Suyun içinde yalnız olması, aslında kendi iç sesini duymak için yarattığı bir mekândır.
Deniz, burada hem özgürlüğe açılan bir yoldur hem de dış dünyaya karşı sınır koyduğu bir yerdir. Yüzerek kalabalıklardan, insanların beklentilerinden, toplumsal rollerden uzaklaşır. Ama aynı zamanda yüzmek, Zezé'nin kendini aşmaya çalıştığı mücadele alanıdır. Attığı her kulaçta, biraz daha kendisi olur.
Bu noktada yüzme, çocuklukta Minguinho ile yapılan sohbetlerin yerini alır. Artık semboller değişmiştir ama ihtiyaç aynı kalmıştır: İçsel huzura kavuşmak, yalnızlığı anlamlandırma ve özgürlüğü hissetme ihtiyacı.
Zezé’nin yetişkinliğe geçişi aslında bir kazanımdan çok bir kayıptır. O artık sistemin bir parçasıdır. İşe gidecektir, sorumluluklar taşıyacaktır. Ama bu geçişte en büyük bedel, içindeki çocukla vedalaşmak olur.
Ve bu vedalaşma, sessizce yaşanmaz. Zezé, içinden gelen öfkeyi bastırmaz ama artık bağırmaz da. Yalnızlıkla yoğrulmuş bir bilgelik edinmiştir. Gülmez, sevinmez, ağlamaz. Bu duygusal donukluk, geçmişte yaşadığı acıların bir sonucu, o acıların onda bıraktığı izdir. Zezé’nin hikâyesi bireysel gibi görünse de, Delifişek toplumsal bir eleştiriyi de içermektedir. Eğitim sisteminden, aile yapısına, ekonomik zorluklardan, bireyin yalnızlaşmasına kadar pek çok yapı taşına eleştirel bir gözle bakılır.
Zezé artık dış dünyanın adaletsizliğini görmektedir. O, hem sistemin dışına itilmiş bir birey, hem de onun içinde kaybolmuş bir delifişektir. Bu ikili varoluş, kitabın ana çatısını oluşturur: Hem aidiyet arzusu, hem de özgürlük isteği vardır.
Delifişek kelimesi, çocuğun göz kamaştırıcı, enerjik, sarsıcı ama kısa süren varlığına işaret eder. Zezé de bir delifişektir: Parlamıştır, yakmıştır, yanmıştır, sevilmiştir ve sönmüştür. Bu söndürülme de, toplumun, ailenin, hayal kırıklıklarının, zamanın ortak eseridir.
Ama Zezé bu kısa parlamayla iz bırakmıştır. Ve bu iz, insanın içindeki kaybolmuş çocuğun kalbinde de hâlâ silinmemiştir.
Delifişek, Zezé’nin varoluşsal kabulüdür. Ne çocuktur artık, ne de bütünüyle yetişkin. İçindeki kırıklıkları inkâr etmeden yaşamaya çalışan bir ruhun, hayatta kalma biçimidir. Ve biz okur olarak bu son kitapta Zezé’ye son kez bakarız. Onu bir daha Minguinho’nun altında, Valadares’in yanında ya da Maurício ile sohbet ederken göremeyiz. Ama Zezé'nin sessizliğinde, dirençli bakışlarında, yüzmeye çalıştığı sularda hep o çocuk olarak kalır. Ve belki de en çok bu yüzden, Zezé hiçbir zaman tam anlamıyla kaybolmamıştır. Zezé’ye Bir Mektup Sevgili Zezé Bu mektubu yazarken zihnimde seninle ilgili bir dünya canlanıyor. Küçücük çocuk bedenine sığdırdığın o koca evreni hayal etmek beni hem düşündürüyor hem de duygulandırıyor. Senin, hayata ve insanlara bambaşka gözlerle baktığını biliyorum. Zorlukların, sevgiyi anlamanın ve dostluğu değerlendirmenin derin yollarını sana açtığını hissediyorum. Sen hayatın acımasız yanlarına göğüs germeye çalışan bir çocuksun, ama aynı zamanda hayalleriyle yaşamın sınırlarını aşan bir kahramansın. Senin Şeker Portakalı'yla kurduğun dostluk, aslında tüm insanlık için bir mesaj taşıyor. Çünkü sen, kaybedilmiş gibi görünen masumiyeti yeniden yaratıyor, umut dolu bir geleceğin tohumu olarak yetiştiriyorsun. Gözlerinden hiç eksilmeyen o ışık var ya, işte o ışık dünyanın en karanlık anlarında bile insanın yolunu bulmasına yardımcı olabiliyor. Senin hayal gücün, sıradanlığın ötesinde bir dünyanın mümkün olduğunu bize anlatıyor. Şeker Portakalı'na duyduğun sevgi, her yaprağında insan sıcaklığını ve doğanın şefkatini barındıran bir bağdır. Onunla konuştuğun anlarda tüm evrenle o bağı kuruyorsun. Hayat seni bazen yıkmaya çalışıyor, ama sen hep içindeki sevgiyi ve iyiliği bir kale gibi inşa ediyorsun. Sen bize, ne kadar zor olursa olsun insanın yeniden başlayabileceğini öğretiyorsun. Bir ağacın gölgesinde, bir kuşun ötüşünde veya bir dostun kahkahasında bulduğun mutluluk, her şeyin ötesinde bir yaşam dersidir. Sadece bir çocuk gibi görünsen de, sen aynı zamanda çok büyük bir öğretmensin. Düşlerinle bize cesur olmayı, sevgiyi yaşamın ne kadar önemli olduğunu ve güzellikleri en küçük detaylarda aramayı öğretiyorsun. İşte bu yüzden, senin hikâyen beni düşünmeye ve hissetmeye sevk ediyor. Hayatın sıradan akışında saklı olan olağanüstü güzellikleri görebilmek için bana ışık oldun. Seninle aynı dünyayı paylaşmanın değerini daha iyi anlayabilmem için rehber oldun. Senin yarattığın bu duygu dünyası, kalbimde derin bir yer edinmiş durumda. Senin hayallerinin peşinden gitme cesaretini örnek alacağımı bilmeni istiyorum. Sevgilerimle