Burcu BOLAKAN

Burcu BOLAKAN

[email protected]

Yalnız Adam

19 Mart 2023 - 02:30 - Güncelleme: 19 Mart 2023 - 12:15

Yalnız Adam
Demir parmaklıklara tutunarak bahçeye bakıyordu. Caddeden yükselen banketin iki metre kadar gerisinde ferforje işlemeli demir kapının ardında genişleyen ön bahçe vardı. Köşk, bahçenin tam ortasına konuşlandırılmış, sağında ve solunda yürüyüş yollarıyla bezeli eski bir yapıydı. Demir kapının parmaklıklarını yavaşça bıraktı; çok yorgundu ve hatta bitkin hissediyordu. Güçlü gözükmekten, dik ve ketum durmaktan usanmıştı. Kalbinde müthiş bir ağrı, ağır ve akışkan, kahrolası bir ağırlığın boğazına oradan da beynine hücum ettiğini hissediyordu. Kapının dibine boylu boyunca uzanmak istedi. Salt kendi olsaydı ve yanından akıp giden insanlar olmasaydı kendini oraya bırakır, saatlerce kalkmazdı. Yavaşça yan duvara doğru seğirtti, biraz da duvarın üzerinden köşke bakmak istiyordu. Tarihi köşkün kahverengi ceviz ağacı ile kaplı kapısı ardında kalan çocukluğunu hayâl etti. Paltosunun iç cebinden çıkardığı telefonu ile alacağı bir fotoğraf karesi onu daha sonraki günlerinde teselli edebilirdi. O ânda kendisine bakmakta olan bir çift meraklı gözden rahatsız oldu, ilerledi. Suçluluk duygusu hissediyordu. Başkasına ait -bir zamanlar dedesinin olan- mülküne baktığı için ve birilerinin alaycı bakışlarına maruz kaldığı için utanıyordu. Şu ânda tüm dünya onun varlığından belki de rahatsız oluyordu. Çok gereksiz bir mahluk olduğunu ve hatta ne diye yaratıldığını düşündü. Eski, viran yollara daldı, tüm dünyadaki gözler ona mı bakıyordu? Ümitsizce vehme kapıldığını düşündü, bir türlü kurtulamamıştı bu tip hastalıklı duygulardan. Bazılarına göre aşağılık kompleksi olan kişilerdendi. Eskisi gibi dik ve sert duruşunu takındı, otobüs terminali yoluna doğru girdi. Ruhunun ve bedeninin hapsolduğu bu şehirden gitmek istiyordu. Peki ama nereye gidecekti, ne yapacaktı? Hayatına kaldığı yerden devam edebilmek adına kendinde hiçbir güç bulamıyordu. Çocukları, eşi, dostu; her kim varsa bir zamanlar hayatında, artık onlar yoktu. O mu hayatından çıkarmıştı, gidin mi demişti? Ya da onlar mı kendisini terk etmişti? Hatırlamıyordu. Vızır vızır geçen arabaların çıkardığı uğultulu seslerinden rahatsız oluyor, sadece kendisini dinleyebileceği bir yer arıyordu. Terminale doğru gittiğinin farkındaydı fakat elindeki paranın otobüs için yeterli olup olamayacağını bilemiyordu. Yıllardır görmediği çocuklarını görmeye gitse, nasıl karşılanacağını düşündü; vazgeçti. Tekrar geriye dönerek şehir içine doğru yol almaya başladı. Köhne bir mahallede, eski bir apartmanın zemin katında oturuyordu. Yaşamakta olduğu daire küçücük bir yerdi. Evin sadece bir salonu ve yatak odası vardı. Salonun tamamı kitaplar ile doluydu, diğer odanın bir köşesinde ise bir yatak ve duvara yaslı küçük bir dolap vardı. Bu ayda yeni çıkaracağı kitabı için emekli maaşının yarısını kenara koymuş, geri kalanı ise faturalara yatırmıştı, elinde kalan üç beş kuruşla ayın sonunu getirmesi gerekiyordu. Tüm gün kapalı duran telefonunun internetini açıp bilgisayarı ile paylaştı. Bilgisayarını açarak yayınevinin eposta gönderip göndermediğine baktı. Biraz sonra epostalar ekrana düşmeye başlamıştı. Evet tahmin ettiği gibi yayınevinden bugün de eposta gelmemişti. Anlaşılan o ki kitabın basımı için gereken paranın iki taksitte ödenmesini kabul etmemişler, hatta kendisini kaile alıp cevap bile vermemişlerdi. On yıldır her yıl bir kitap yazıyor, aynı yayınevinden çıkarıyordu; lâkin para kazandığı yoktu hatta kendisi kitabının basımı için her ay önemli bir miktar parayı biriktirmek zorundaydı. İnternetini kapattı; usulca mutfağa doğru yöneldi. Çayın altını yaktı, bir müddet mutfaktaki küçük masanın başında oturdu. Başı iki elinin arasında öylece duruyordu. Bugüne kadar içerisine çekildiği maceraları düşündü. Dünya gerçekten de dibi olmayan bir çukur gibiydi, bu gece evde oturmayacaktı. Bu gece her şey bitmeliydi. Kalktı, çayı söndürdü. Odasına girerek yatağının sandık kısmını açtı, orada bir kutunun içinde duran; öldüğünde kefen masrafları karşılansın ve bir mezar yeri satın alınsın diye ayırdığı parayı aldı. Eline ceketini geçirdiği gibi kendini yola attı. Koşarak otobüs durağına gitti, ardından terminale giden ilk otobüsün içine atlayarak büyük garaja ulaştı. Terminale vardığında gönlünde endişeli duyguları kabarmıştı; fakat artık dönemezdi, gidecekti.
-Valizin yok mu ağabey? diye soran muavine doğru baktı.
- Hayır, yok valizim.
Sakin olmaya çalışıyordu, lâkin duygularının coşturduğu yüreği sanki ağzından çıkacakmış gibi hissediyordu. Bunca yıl sonra karşılaştığı çocuklarına ne diyecekti? Hiçbir açıklama yapamadığı evlâtlarının karşısında ezilip utanacak ve hatta kahrolup un ufak olacaktı. Yine de vazgeçmedi, gitmekte kararlıydı. Aktarmalı geldiği Etrim Köyü’nün içine otobüs girmediği için iki kilometre kadar yol yürümesi gerekiyordu. Yıllar önce; belki yirmi yıl kadar önce karısından aldığı mektupta burada motel işlettikleri yazıyordu. Oğlunun ise Fransa’da yaşadığını duymuştu. En azından kızlarını görebilmeyi umuyordu, eğer cesaret edebilirse belki onlarla konuşabilecekti. Ana caddeden köye doğru açılan yolda yürümeye başladı. Elli metre kadar yürümüştü, kulağına çalınan korno sesleri ile duraladı ve asfalt yolun kenarına çekildi.
- Hey babalık duymuyor musun? İki saattir kornoya basıyoruz.
- Bana mı dedin evlat?
- Yok dedeme dedim. Zaten dedem olacak yaştasın da, dedem yok benim. Doğrusunu istersen babam da yok. Aslına bakarsan sanırım ben veledi zina dediklerindenim.
- Hoppala evlat nasıl konuşuyorsun sen öyle?
- Neden dedelik? Nasıl konuşuyormuşum?
Yalnız adam güldü. Gencin parıldayan gözlerinin içine bakarak;
- Kimse ne şekilde doğacağını seçemeyeceği gibi, herkesin muhakkak bir annesi bir babası vardır. dedi.
- Benim ne babam var ne de dedem var, dedelik. Sadece annem var, evet doğrudur bak o, evet sadece annem var.
- Az önce babalık dedin. Şimdi dedelik diyorsun bana.
- Evet çok yaşlısın da ondan. Kaç yaşındasın sen? Bak istersen burada bekle biraz sonra minibüs geçer, ona atlar köyün içine öyle gidersin. Bu sıcakta yürüme. Ondan diyorum.
- Buradan minibüs geçiyor mu?
- Geçiyor tabii. Tatil köyü burası dedelik.
- Sen bu köyde mi yaşıyorsun?
- Evet annemle bu köyde yaşıyorum. Daha önce teyzem de bizimle yaşıyordu ama evlenip o da Fransa’ya dayımın yanına gitti. Kaldık öyle annemle biz de n’apalım.
Yaşlı adam genç delikanlının yüzüne dikkatle bakıyordu. Parıldayan gözlerine, sarı bukleli saçlarına, konuşurken zarifçe kımıldayan ağzına… İçinde, yüreğinde bir yerlerde bir cızırtı hissetti. Annenin adı nedir senin? diye ağzından kaçırıverdi soruyu.
- Hoppala dedelik, annemin adını niye sordun şimdi durup dururken?
- Hiç canım öylesine sordum işte. Kalacak motel arıyorum da ben.
- Tam adamını buldun dedelik. Biz küçük bir motel işletiyoruz.
- Ama benim param yok.
- Hep de züğürt müşteriler bizi bulur. Zaten benim adı olmayan babam da annemi dolandırdıktan ve hediye olarak karnına beni koyduktan sonra kaçmış gitmiş buralardan.
- Eee sonra ne olmuş.
- Hadi gel dedelik. Paran da yokmuş senin. Yollarda ziyan olursun bak, istersen bizim motele gidelim.
- Param yok oğlum benim. Annen kızar sonra. Oda parasını ödeyemem.
- Olsun gel sen yine de. Mutfakta bulaşık yıkarsın, ortalığı toparlarsın. Kalacak yerde bulursun. Annem kızmaz.
- Çocuk senin adın nedir?
- Ali, Ali benim adım. Hadi ama çok nazlandın bak. Sanki başka seçeneğin mi var dedelik? Gel işte.
- Tamam hadi o zaman gidelim.
- Hadi atla bakalım dedelik arkaya.
- Hızlı sürme bak ben yaşlı başlı adamım.
- Kaç yaşındasın dedelik?
- Altmış iki yaşındayım.
- Uf var mısın o kadar? Yakında tahtalı köyü boylarsın.
Yalnız adam kahkahayı patlattı. Uzun zamandır böyle içten gülmemişti. Yüzündeki tüm kasların acıdığını hissetti. Eliyle yanağını tuttu.
- Ne oldu dedelik, Hasta mısın?
- Değilim. Yalnızca uzun zaman oldu. Unutmuşum.
- Neyi unuttun? Dedelik ben şimdi derinlere dalamam bak gencim kanım kaynıyor. Hadi atla arkama bakalım. Seni motele fırlatıp sevgilimle buluşacağım.
Yalnız adam gülümseyerek Ali’nin kullandığı motosikletin arkasına bindi; delikanlı çok hızlı sürüyordu. Asfalt yol üzerinde sanki uçuyorlardı.
- Yavaş sür oğul bak ben yaşlı bir adamım.
- Adın ne dedelik?
- Sami.
- Ooo kulakların iyi işitiyor.
- Evet, evet iyi işitir kulaklarım.
Yalnız adam Sami bu çocuğun torunu olduğunu hissetmiş ve anlattıklarından da çıkarsamıştı. Fakat emin olmak istiyordu.
- Sen demek annenle yaşıyorsun?
- Evet annemle yaşıyorum. İkimiz sadece. Geldik. dedi Ali, motosikleti rap diye taş oymalı bir motelin önünde durdurdu. ‘‘Burası dedelik, bizim motel. Hoş geldin.’’
Dışarıya çıkan şişmanca, önlüklü bir kadın ‘‘Ali nerede kaldın? Sabahtan beri ortalarda yoksun. Annen çok meraklandı.’’ dedi.
- Geldim işte. Annem nerede?
- Annen çarşıya kadar gitti. Dönüşte de Halime’yle pazara uğrayacaklar. Bugün dört kişi geldi; oda açtık. Pişirmek için yemeklik kalmamıştı. O da Halime’yle çarşıya kadar gitti, oradan pazara gidip gerekenleri alacaklardı.
- Tüh ya bende arabayı alacaktım.
- Kim bu?
- Kim, Kim?
- Of Ali arkanda duran adam. Kim ki o?
- Ha unuttum onu ya. Gelsene dedelik niye orada duruyorsun gel buraya. Tanıştırayım bu dedeliğin adı Sami, bu da şen dulumuz Ayşen.
- Ha ha ha deli çocuk. Hoş geldiniz beyefendiciğim. Aman pek iyi ettiniz. Hemen bir oda açalım size. Buyurunuz. Buyurunuz. Valiziniz yok mudur beyefendiciğim?
- Ayşen abla beyefendi mutfağın yanındaki küçük odada kalacak. Oda tutmaya parası yok. Mutfakta çalışacak. Bahçe işlerinde yardım eder sana.
- Bilmem ki Ali. Annen ne diyecek bu işe? İstersen onu bekleyelim.
- Hayır beklemeye lüzum yok. Ben dedeliği işe aldım. Bugüne bugün buranın veliahdıyım.
- Ha ha ha deli çocuk. Aman adam da pek bir yakışıklı imiş Aliciğim.
- Kim yakışıklı bu dedelik mi?
- Evet.
- Eh işte yaşına göre karizmatik sayılır. Ne dersin seninle evlendirelim mi?
- Ah ah nerede o günler!
- Dedelik Ayşen ablayı takip et de odana geç, yerleş. İki saat sonra burada buluşalım. Ha bu arada karnın açsa Ayşen abla sana bir şeyler hazırlasın. Ben odama çıkıyorum. Biraz dinleneceğim, sonra da sevgilimle buluşacağım.
- Beyefendi beni takip ediniz.
Ayşen’le Sami Bey mutfağın yanındaki koridordan birkaç metre kadar ilerlediklerinde Ayşen bir kapıyı açtı. Odayı Sami Bey’e gösterdi. Oda aydınlık, temiz, küçük ama çok sevimli bir yerdi. Bahçeye bakıyordu; giriş katında olmasına rağmen deniz olanca görkemiyle camdan Sami Bey’e gülümsüyordu. Sami Bey teşekkür etti. Ayşen, Sami Bey’e odanın içinde banyosu olduğunu, dinlenmesini, istiyorsa yemek getirebileceğini söyleyerek odadan dışarıya çıktı. Sami Bey yemek için hiçbir şey istememişti. İki saat sonra sözleştikleri gibi motelin giriş kısmında buluştular. Ali üzerindeki kıyafetini değiştirmiş Sami Bey’e bakarak;
- Dedelik istersen benim kıyafetlerden sana vereyim. Şöyle bir bakıyorum da sanki tiplerimiz aynı gibi. Yaşlı olmana rağmen zayıf adamsın. Formunu korumuşsun, benim kıyafetlerim sana uyar.
- Sağ ol evlat gerek yok.
- Kıyafet vereceğim dedimse mağazadan aldığım yeni kıyafetleri vereceğim demedim. Benim eskileri vereceğim dedelik. Hem dolabımda boşuna yer kaplıyor, bana iyilik etmiş olursun.
- Ha bak olur o zaman.
- Olur tabii. Şimdi benimle gel de âleme akalım.
- Hangi âleme akacağız?
- Amma yaptın be dedelik. Hangi âlem olacak, gece âlemlerine. Atla bakalım.
- Yok ben gelmeyeyim.
- Hadi ama nazlanma bak. Tahtalı köyü boylamadan bir âlem gözün görsün.
Sami gülüyordu. O güldükçe yüzündeki bütün kasların acıdığını hissediyor ama yine de gülüyordu. Gülmek güzel şeydi. Gülmek insana yaşadığını hissettiriyordu. Gencin arkasında oluşan boşluğa oturdu. Birlikte merkeze indiler. Rüzgârın insanın teninde hissettirdiği duygu rahatlatıcıydı, okşar gibi; nazikçe vücudunu sarıp sarmalıyordu. Gökyüzü bu akşam koyu mavi rengindeydi, yıldızlar ise göz kamaştırıyor, mavinin içinde raks ediyordu.
- Fazla daldın derinlere dedelik. Beni takip et.
Sami, Ali’nin az gerisinden gidiyor, delikanlıyı takip ediyordu. Kordon boyunda sıralanmış ikinci çay bahçesine girdiler. ‘‘Ülkü!’’ diye seslendi Ali. Ülkü diye çağrılan kız elinde üç bira şişesi ile masaya yaklaştı. Gülümseyerek şişeleri masalara bıraktıktan sonra, ‘‘Şimdi gönderirim seninkini.’’ dedi.
- Seninki dediği kimdir?
- Benimki işte, adı Nazar. Sevgilim. Bu çay bahçesi babasının. Şimdi yaz olduğu için, okul da yok. O da burada çalışıyor. Geliyor bak.
Masaya doğru yaklaşan sevimli, ufak tefek bir kız Ali’nin yanına ilişip delikanlının dudaklarından öptü. Sami şaşkınlıkla kızın yüzüne baktı, gençlerin böylesi rahat oluşları ve şimdinin gençliğinin aşkı yaşayışlarına ve aşkı anlamlandırma biçimlerine oldukça yabancıydı. Kız;
- Kim bu? dedi Sami’yi göstererek.
- Dedeliğin adı Sami. Bizim motelde çalışmaya başladı hem de yanımızda kalacak.
- Anladım. Hoş geldin Sami ağabey. Sevdin mi buraları?
- Henüz pek bir şey görmesem de kızım gördüğüm kadarıyla hoş bir yer.
- Çok güzeldir. Sen bir de Bodrum merkezi göreceksin. Burası daha sakindir. Yani senin anlayacağın yaşlılar için ideal. Bizim içinse Bodrum iyi. Şimdi sezon da açıldı; tüm yaz ne eğlenceler olacak ohooooh! Gideceğiz değil mi Ali?
- Gideceğiz tabii canım. Ayla ablayı gördüm bugün. Biraz konuştuk.
Sami, Ayla ismini duyunca göğsünün üzerinde bir uyuşma hissetti. Tahmin ettiği gibi bu çocuk, Ali, öz kızının oğluydu; kendisinin de torunu.
- Hayırdır dedelik hasta mı oldun?
- Yok oğlum iyiyim.
- İyi ol tabii daha gece yeni başladı.
Sami düşünüyordu. Henüz kızını görmemişti. Dile kolay otuz yıl. En son otuz yıl önce üç çocuğunu görmüştü; hatırladığı kadarıyla karısı onu terk etmişti, fakat sebep galiba kendisiydi. Kaybolduğu günlerdi; fiziki olarak değil, aklî olarak yoktu. Sürekli içiyor, kumar oynuyor, yollarda düşüp kalıyor, evin yolunu bulamıyordu. Hatıralarında dırdır eden bir kadın, yok diyen bir kadın, ellerini gösteren, faturaları gösteren bir kadın hayâli kalmıştı. Ayla beş ya da altı yaşlarındaydı, onun büyüğü Faruk dokuz yaşında en küçüğü ise bebek miydi acaba yoksa iki yaşında var mıydı? Hatırlayamıyordu. Bir gün evine geldiğinde eşyaların boşaltılmış olduğunu ne karısının ne de çocuklarının olmadığını gördü. O kadar. Gidiş o gidişti. Beş ya da altı yıl boyunca mektuplar almıştı karısından, bir motel işlettiğini yazıyordu. Babasından kalan moteli kardeşlerinden devraldığını, eğer baba ya da koca olmaya karar verirse ve bundan eminse kapısının açık olduğunu gönderdiği mektuplarda yazmıştı. Ama Sami Bey mektuplarla hiç ilgilenmemiş ve kendisini arayış yolculuğu da hiç bitmemişti. Çocuklarını da karısını da aramamış, sormamıştı. Otuz yıl boyunca, tam otuz yıl boyunca onları görmemişti. Ne yapıp ettikleriyle ilgilenmemişti, çocuklar nasıl büyümüşlerdi, neler yapmışlardı? Bilmiyordu. En son iki ya da üç yıl önce bir akrabası ile yolda karşılaşmış, akrabasının ısrarı üzerine oturduğu çay evinde oğlunun Fransa’da yaşadığını, kızlarının ise hâlâ anneleriyle motel işletmekte olduğunu öğrenmişti. Şimdi buradaydı. Hangi yüzle ve nasıl çıkacaktı ki Ayla’nın karşısına. Peki ya karısına ne olmuştu? Onu ortalarda hiç görmemişti, hasta mıydı acaba ya da diğer çocuklarının yanına Fransa’ya mı gitmişti, bilemiyordu. Ali’ye sormaya da çekiniyordu. O gece çay bahçesinde başlayan gezi sabahın dördüne kadar sürdü. Çay bahçesinden Bodrum’un merkezine gitmişler, önce bir barda kafa çekmişler sonra da kumsalda eğlenti yapan gençlerin arasına katılmışlar, tüm gece yemişler, içmişler, eğlenmişlerdi. Saat dört suları Nazar’ı evine bıraktıktan sonra motelin yolunu nihâyet doğrultmuşlardı.
Sami iki saat uyuduktan sonra kalkıp duşunu aldı, dolaba yerleştirilmiş olan Ali’nin eski kıyafetlerinden bir pantolon ve tişört seçerek giymiş, motelin lobisine çıkmıştı. Bugün muhakkak kızıyla karşılaşacaktı; çok heyecanlıydı. Bunca yıl sonra kızının onu nasıl karşılayacağını doğrusu çok merak ediyordu. İyi bir karşılaşma olmayacaktı belki ama vazgeçmeyecekti. Kızına kendine affettirmek için elinden geleni yapacaktı. Yarım saattir bekliyordu.
- Ayşen çayın altını yak! diye emir veren bir ses duydu, ardından tıkırdayan topuk sesleri. Belli ki bir kadın kendisine doğru yaklaşıyordu. Resepsiyon bölümüne geldiğinde tıkırdayan topuklar sustu. Uzaktan Sami’ye seslendi.
- Siz, Ayşen bahsetti sizden. Ali’yle birlikte gelmişsiniz buraya dün. Yaklaşın da konuşalım.
Sami oturduğu yerden kalktı ve kadına doğru yürüdü.
- Adınız nedir?
- Sami Çınar.
- Sami Çınar?
- Evet. Sami Çınar.
Ayla Sami’nin yüzüne doğru acıyarak baktı. Gözleri yaşlandı.
- Geldin demek.
- Geldim.
- Çok geç artık.
- Çok geç.
- Annem öldü. Kardeşlerim ise Fransa’da yaşıyor. Bense.
- Evet sen.
- Bense on sekiz yaşında babasız bir çocuk doğurdum. İşte gördüğün gibi şimdi de bu moteli işletiyorum. Neden böyle oldu diye sormayacak mısın?
- Hayır.
- Neden? Bak, babasız bir çocuk doğurdum.
- Hayır sormayacağım. Buna hakkım yok. Peki ya sen, sen bana sormayacak mısın? Neden bizi aramadın, neden gelmedin, neden babalık görevini yapmadın demeyecek misin? Annem senin yüzünden öldü diyerek bana saldırmayacak mısın?
- Hayır.
- Keşke yapsan.

*****

Masanın üzerinden başını kaldırdığında sabah olmak üzereydi. Demlikteki su kaynamaktan buharlaşmış, çaydanlığın alt kısmı yanmaya başlamıştı. Kalktı, çaydanlığı ateşten aldı. Lavabonun içine bıraktı. Üzerine montunu giyerek evden dışarıya çıktı. Boğaz köprüsüne kadar bir taksiyle gitmiş, müsait bir yerde kenara çek demişti. Taksiciye parasını ödemiş, adamı göndermişti. Beş dakika sonra kendini deryaya bıraktı.

*****

Kapıcıya açtırdıkları zemin katın ağır küflü kokusu karşısında midesi bulanmıştı Ayla’nın. ‘‘Demek burada yaşıyormuş.’’ dedi Ali’ye bakarak. Üzgündü, fakat anlamlandıramadığı başka bir duyguyu daha taşıyordu içinde. Öfke hissetmiyordu babasına karşı fakat acımıyordu da. Hüzünlüydü ama daha çok üzüntüsü annesi, kendisi ve kardeşleri adınaydı. Ali annesine seslendi, Ayla ağır ağır oğlunun yanına gitti. ‘‘Anne baksana bilgisayarda bitmiş görünen tam on tane roman var. Ve anneciğim bakar mısın elliden fazla hikâye var. Dedem yani Sami Bey anneciğim sence bunları yayımlatmış mıdır?’’
Ayla ‘‘Bilmiyorum oğlum.’’ diye yanıt verdi.


Sami Bey’in hiçbir hikâyesi ya da romanı yayımlanmamıştı…

SON