Ruhun Yolculuğu
Tüm ruhuna hâkim olan sesin buyurganlığına teslim olmuştu. Âlimlerin toplantısından ayrılması gerekiyordu, ruhunu korkunç bir uçurum kaplamış gibiydi. Karanlık ona sesleniyordu, karanlığın derinliklerine çekilmek üzereydi; gitmek istemiyordu. Bir gün bu vaktin geleceğini biliyordu, yaratıldığı ilk ândan itibaren ayrılık saatinin çatacağının idrakindeydi. Yıllardır dünyalarından eksilen ruhların her birini çok özlüyordu. Ayrılığa katlanmak zordu, hasret ıstırap yüklüydü. Ruhunda beliren üzüntünün buyurgan sesle mücadele ettiğini hissediyordu. Kitabın seslenişini duyuyor, ona ulaşabilmek için istemsizce yükseliyordu. Sanki büyük bir güç ruhunu istediği yöne doğru çekiyordu, geçtiği yolların hiçbirini daha önce görmemişti. Yolculuğa yalnız başına devam ediyordu, onu düşündü; yirmi yıl önce yanında ayrılan arkadaşını. Bir gün hatıra duvarına söylediklerini yazan kalem bir anda durmuş, karşısında eğilmişti. Kalemin dinlenmek istediğini düşünmüştü önce, sonra yanıldığını anladı. Kalem bir süre bekledikten sonra arkadaşının hatıra duvarına yazmaya başlamıştı. Bir vedayı andıran iki satır şöyle yazılmıştı hatıra duvarına: Gitmek zorundayım, vakit geldi. Yeryüzüne indiğimde nerede olacağımı bilmiyorum, tek bildiğim ruhumun seni daima hatırlayacağıdır.
Arkadaşının yeryüzüne gönderildiğini anladı. Ruhu kasvetle dolmuştu, acı çekiyordu. Nereye gönderilmişti arkadaşı, hangi diyara? Bilmiyordu. Yeryüzü büyüktü, çok büyük. Onu unutmayacağını söylüyordu ama unutacaktı. Şimdi farklı iki varlık olmuşlardı. O hâlâ bir ruhtu, arkadaşı ise ete kemiğe bürünmüş bir insandı. Yeryüzündeydi, insan hayatını yaşayabilmek için oraya gönderilmişti. Kaderleri bu şekilde yazılmıştı. Milyonlarca yıldır buradaydılar, ruhların görkemli dünyasında yaşıyorlardı. Bu görkemli dünyada da ruhların birbirini bulması zordu, milyonlarca yıldır yine hiç karşılaşmadığı milyonlarca ruh olmalıydı. Yapayalnızdı bu büyük âlemde, sadece tanıdığı âlimler çevresi vardı. Âlimlerin toplantılarına katılır, yazdıkları hatıra duvarlarını okurdu. Bunlar şeffaf yazı duvarlarıydı. Âlimler kalemlere dikte eder, emirlerindeki kalemler de hatıra duvarlarına yazmaya başlardı. Âlimlerin salonlarında dolaşırken yılların nasıl geçtiğinin farkına varamazdı. Sürekli hatıra duvarlarının önünde büyük âlimlerin yazdıklarını okuyarak vakit geçirirdi. Şeffaf duvarlar üzerine yazılanlar altın harflerden oluşurdu. Âlimlerin düzenlediği görkemli toplantılar olurdu, hatipler burada konuşurdu. Konular birbirinden farklı olabilirdi. Bazı âlimler varlık ve zamanla ilgili konuşurken, diğeri insan hayatı hakkında konuşabilirdi. Yeryüzüne gönderildiğinde hayatının nasıl olacağı ona anlatılmıştı. Âlimlerin anlattıklarına göre ruhların buradaki meşguliyetleri yeryüzü hayatını şekillendirecekti. Elbette âlimlerin toplantılarına katılanlar, onları dinleyenler, onların yazdıklarını okuyanlar farklıydı. Onlar yeryüzüne gönderildiklerinde belirli bir süre yollarını şaşırsalar da bir gün yine doğru yolu bulacaklardı. Ruhların dünyası çok büyük ve geniş olmasına rağmen anlaşamayan, birbirinden nefret eden, birbirine tehdit savuran ruhların varlığını duyuyordu. Henüz bir cisimleri olmadıkları için karşılıklı zarar veremiyorlar diyorlardı âlimler, yarın yeryüzüne indiklerinde diğerlerinin yaptıkları gibi sürekli cinayet işleyecekler. Bir gün âlimlerin toplantısına katıldığında bir âlime kendi yazdığı hatıra duvarını gösterdi. Âlim okuma tenezzülünde bulununca yalnız ruhu biraz teselli bulmuştu. O sürekli yalnız dolaşan ruhlardan biriydi. Sonsuzluğa akan salonlarda konuşan âlimlerin toplantılarına katılan, onların yazdığı hatıra duvarlarını okuyan yalnız bir ruhtu.
Âlim, gezdiklerini, gördüklerini ve sana anlatılardan anladıklarını yazıyorsun, hoş ve samimi bir üslubun var, dedi. Ruhu sevinçle doldu Rüzgâr'ın. Bir ismin var mı diye soran âlim kendi ismini de söylemişti, ismi Erdem’di. Burada ruhlar istedikleri isimleri kendileri seçebiliyordu, diğerleri de o seçilen isme saygı duyuyor, ruh seçtiği isimle anılıyordu. Rüzgâr, dedi ruh. O günden sonra Rüzgâr ve Erdem arkadaş oldular. Erdem büyük bir âlim olmasına rağmen Rüzgâr’ın yazdıklarını okuma tenezzülünde bulunuyor, hatta o yazılanları katıldığı toplantılarda anlatabiliyordu. Rüzgâr, Erdem sayesinde yalnızlığından biraz kurtulmuştu. Şimdi girdiği salonlarda adı bilinir, tanınır olmuştu. Rüzgâr sürekli Erdem’in yanındaydı, onun toplantılarına katılıyor, yazdıklarını, tavsiye ettiklerini okuyordu. Sadece dinlenmek istediklerinde birbirlerinden ayrılır olmuşlardı. Erdem’in binlerce dostu, arkadaşı vardı. Bazen ortalarda hiç görünmediği zaman dilimleri oluyordu. Böyle vakitlerde Rüzgâr hatıra duvarına kalemi aracılığıyla yazı yazıyordu. Aralarındaki bir bağlanış mıydı, yoksa sadece bir âlim ve öğrenci ilişkisi miydi? Ruhlar dünyasındaki yaratılmış canlar birbirini seviyor, nefret ediyor, kızıyor, intikam duygusu besliyor, kıskanıyor, bağışlıyor, affetmiyordu… Sadece ruhtan ibaretiz diyordu Erdem, bir gün yeryüzüne indirildiğimizde de sadece ruhtan ibaret olacağız tek farkla o zaman bir cisme sahip olacağız. Ya hafızamız diye soran Rüzgâr’a kızıyor, ruhuna kulak vermeyi bilirsen hatırlarsın diyordu.
***
Rüzgâr görkemli sarayın önüne geldi, Uriel sarayın elmas taşlarla bezeli kanatlı büyük kapısının yanında bekliyordu. Kapıyı Rüzgâr’a açtı, bir güneş gibi parlayan Kitap salonda yükseğe kurulmuş kürsünün üzerindeydi. Ayrılık vakti geldi, dedi Rüzgâr’a, Büyük Yazar’ın sana çizdiği yazgıyı yaşamak için hazır mısın? Rüzgâr hayır diyebilmişti. Asi bir ruh olduğunu biliyorum, sana şu kadarını söyleyebilirim ki yeryüzünde işin hiç de kolay olmayacak. Yazgına karşı çıkmayı her defasında deneyecek, daha da dibe gömüleceksin. Acı çekeceksin, yerde sürüneceksin. Sonra tekrar doğrulacak, güzel işler yapmak isteyeceksin. Buradaki gibi yalnız bir ruh olacaksın. Tesir ettiğin insanlar olacak ama çok mücadele edeceksin. Aile olarak gönderileceğin insanlar tarafından sevilmeyeceksin. Çocukların olacak yalnız sevmediğin bir adamdan onları edineceksin. En büyük imtihanın bu olacak. Bir gün yazgınla karşılaşacaksın. O gün geldiğinde bunu hisseden sen olacaksın ama o bunun farkında olmayacak. Yazacaksın yine burada olduğu gibi, yalnız tesir ettiğin insanların sayısı az olacak. Hayatın zorlukları daima olacak, eğer imanını güçlü tutar Tanrı’ya inanmaya devam edersen içine yuvarlandığın karanlıkların içinden çıkabilirsin. Şimdi yeryüzüne in.
***
Dünya’ya gönderilme vakti geldiğine göre Rüzgâr'ın okuma salonlarından ayrılması gerekiyordu, bir dakika geriye dönmesine izin verilse, gitse Erdem sayesinde dostluk kurduğu diğer canlarla vedalaşsa, diye düşündü. Aklından bile geçirme bunu diye fısıldamıştı Hafız. Bir anda yanında beliren karanlık bir varlıktı. Tüm ruhların korktuğu, konuşmaya çekindiği, ruhları daima izleyen biriydi. Hafız devam etti, sonsuz Cehenneme hiçbir güzelliği görmeden gitmek istiyorsan tabii durum değişir. Demek vakit gelmişti, tek bir kelime etmeden milyonlarca yıldır devam eden sonsuzluktaki yaşamı son bulacak, sohbet ettiği, dostluk kurduğu canlardan ayrılacaktı. Peki ama ne için? Şu anda hiç günahı olmayan bir ışık huzmesiydi. Rab’ın sonsuzlukta salınan bahçelerinde, salonlarında dolaşıyor, canlarla âlimlerin toplantılarına katılıyor, gülüyor, eğleniyor, izliyor, sohbet ediyordu. Artık yalnız da değildi. Erdem’i özlüyordu ama onun arkadaşlarını da sevmiş güzel dostluklar kurmuştu. Üstelik Rüzgâr sadece bir ışık huzmesiydi, başka bir varlık olmak; ete kemiğe bürünerek dünyaya inmek istemiyordu ki. Kaçmak, saklanmak istiyordu, ama nereye? Rab’dan kaçış olmadığını çok iyi bilirdi. Yazgısının bir gün bu akıbeti yaşayacağına ezelden söylemişlerdi ona. Milyonlarca yıldır bekliyordu, şimdi aşağıya inmek sırası ona gelmişti. Bir bedenin içine hapsolacak, geçmişini, canları, gezdiği bahçeleri, âlimlerin sohbetlerini, Erdem’i unutacaktı. Peki ama ya kendi yazdıkları ne olacaktı? Gezdiği gördüğü yerleri anlattığı hatıra duvarları da mı silinip gidecekti? Bir dakikalığına geriye dönebilse de diğer canlara hatıra duvarlarımı saklayın diyebilseydi. Bunu düşünme, diye fısıldadı Hafız, onunla gökyüzünde ilerlemeye devam ettiler. Nereye gittiklerini sormaya korkuyordu, vakit gelmişti demek, hiç gelmesini istemediği o vakit gelmişti. Geniş olan dünyadan, sonsuz güzellikten ayrılma vakti gelmişti. İyi ama neden? Kadim bilgilerle dolup taşmıştı, dostları, anıları, bilgileri, güzellikleri, Erdem’i hepsini unutacaktı.
***
Sabah serindi, otomobilini iki aracın arasına güçlükle yerleştirdi. Kitapçıyı bulması bir saatini almıştı. Telefonuna girdiği adres onu önce başka bir sokağa saptırmıştı daha sonra navigasyonu doğru çalışmaya başlamış onu hedefe ulaştırmıştı. Kaç zamandır bahsi geçen, gelip görmek istediği kitapçıyı nihâyet bulmuştu. Kitapçının kapısının önünde bir kalabalık biriktiğini gördü. Anlaşılan o ki bugün kitapçı için hareketli bir gündü. Keşke daha sakin bir günde gelseydim buraya diye düşündü, şu anda geriye dönmek de mümkün olamayacağı için kitapçıya girdi. İçeride yan yana sıralanmış olan masalarda kitap imzalayan yazarları gördü, dört kişiydiler. İçlerinden ikisini tanıdı. Kitaplarını alıp okumuştu, diğer ikisini tanımıyordu. Arka stantlara doğru yürüyerek kalabalığın arkasında kayboldu. Umuda Yolculuk adlı bir kitabı alıp incelemeye başlamıştı, yanına gelen genç bir kız, isterseniz yazarına imzalatabilirsiniz, şu anda burada, diye söyledi. Kitap imzalatmayı hiç düşünmemişti, olabilir, dedi genç kıza. Karşısına geldiğinin farkında olmadığı yazara doğru bakmadan önünde duran kartlıkta ismini okudu. Kitabın yazarı bu isim olsa gerek diye düşündü, başını kaldırıp yazara doğru baktı. Yazarın oturduğu masanın önünde birikmiş olan kuyruğun farkına varamamıştı. Bir kadın, biz sırada bekliyoruz ama olmuyor böyle, deyince orta yerde elindeki kitapla dikili kaldığını anladı. Yazar da elindeki kitabıyla karşısında dikilen kadına bakmıştı bir mühlet. Sıraya geçerek beklemek vakit kaybı gibi geldiğinden kitabın ücretini ödeyerek kitapçıdan çıkmayı tercih etti. Aslında buraya ne için gelmişti? Sonra ne olmuştu? Hiç tanımadığı bir yazarın kitabını almış, yine hiç yapmadığı bir şeyi yapmak istemiş, hiç tanımadığı ve daha önce kitabını okumadığı bir yazarın yeni aldığı bir kitabını imzalatabilmek için karşısında dikilmişti, diğer kitaplara da bakmadan oradan ayrılmıştı. Oldukça şaşkındı, halbuki bugün buraya farklı bazı kitaplara, aradığı ama bir türlü bulamadığı baskılara ulaşabilmek için gelmişti. Ama o ne yapmıştı? Hiç tanımadığı bir yazarın bir kitabını almış ve diğer kitaplara göz dahi gezdirmeden dışarıya çıkmıştı.
***
Ruh ıstırap doludur, adlı cümlede zihni takılı kalmıştı, akşam gördüğü rüyada karanlığın içinde yürüdüğü anları düşündü. Doktorun ona hastalığının son safhasındasın dediği günden beri sürekli aynı rüyayı görüyordu. Rüyasında karanlığın içinde yürüyordu. Kendi haleti ruhiyesini anlayabiliyordu, her ne kadar ölümden korkmuyorum diye söylese de her insan gibi bilinmez bir yolculuğa çıkacağının farkındaydı, derinlerdeki ruhunun endişeli olduğu açıktı. Yokuş yukarıya evinin olduğu sokağa doğru yürümeye başladı, Ruh ıstırap doludur, diye tekrarladı. Oğulları evlenmişti, kendisi yapayalnız yaşadığı evinde bazen okuyarak bazen de yazarak ömrünün son günlerini geçiriyordu. Elli beş yaşındaydı; oğullarının biri otuz beş diğeri de otuz üç yaşındaydılar. Onları okutmuş, evlendirmişti. Çocuklarının babasıyla da uzun zaman önce yollarını ayırmışlardı. Mahlasla yazdığı üç kitabından oğullarının da haberleri olmamıştı. Annelerini sakin bir hayat geçiren yaşlı bir kadın olarak düşünüyor olmalıydılar. Kitaplarını yazarken Rüzgâr Esti şeklinde bir mahlas kullanmıştı. Önce kendisi de bu seçtiği mahlasa anlam verememişti. Sadece derinlerde bir sesin, rüzgâr esti yazdın, dediğini duyar gibi olmuştu. Sonra o da bu mahlası kullanmıştı. Ruhun ıstırapla yüklü olduğunu yazan kalemin sahibi gerçekten bunu hissederek mi yazmıştır yoksa sadece inanmadığı bir düşünceyi yazmak olsun diye mi yazmıştır, diye düşündü. Her ikisi de olabilirdi. Masasının başına oturup Eco’ya ait olan bir türlü bitiremediği Orta Çağı anlatan kitabı açtı. Ömrünün son aylarını yaşıyor olsa da okumaya devam ediyordu.