Burcu BOLAKAN

Burcu BOLAKAN

[email protected]

Kadı Efendinin Bir Hükmü Var

02 Aralık 2023 - 10:57 - Güncelleme: 02 Aralık 2023 - 17:53

Kadı Efendinin Bir Hükmü Var
Kadı efendi kâtibine, Osman Kızı Hafize’nin dört erkek iki kadın şahidin sözleri dinlendikten sonra işlediği zina suçunun ispat olduğunu Hafize katuna recm cezasını uygun gördüğünü zilkade ayının on üçüncü günü recmin uygulanacağını şer‘iyye sicilline kaydettirdi. Sakalını sıvazlayan kadı verdiği cezanın Hafize üzerinde nasıl bir etki yarattığını görmek maksadıyla gözünün ucuyla genç kadına baktı. Elleri öne doğru kavuşturulup zincirle bağlanmış Hafize, kadı efendinin hükmünü sessizce dinliyordu. Kadı efendi Hafize’nin sükûtundan rahatsız oldu elinin tersiyle çekilin gibisinden işaret etti, genç kadını dışarı çıkarmalarını emretti.
 
Kadı efendinin yardımcıları Hasan ile Rıfat elleriyle ayakları zincirle bağlı Hafize’yi makam odasından çıkardı. İrikıyım iki adam Hafize’yi kadı efendinin cumbalı evinin bahçesine sürükledi. Hafize infazının gerçekleşeceği güne kadar Zindan Kule’ye hapsedilecekti. İrikıyım adamlardan Hasan Hafize’yle birlikte ulu çınar ağacının altında durdu, Rıfat bahçe kapısından sokağa çıktı kadı efendinin atlı arabalarına bakındı, iki atlı araba da henüz ortalarda görünmüyordu. Rıfat, ‘‘Bir süre beklemek icap edecek,’’ dedi Hasan’a. Siyah çarşafına sarılı Hafize ayakta Hasan’ın yanında dikiliyor, geçmişi düşlüyordu. Rıfat öfkeyle genç kadının yanına geldi, ‘‘Eğ başını!’’ diye ikaz etti Hafize’yi, ardından elindeki ince uzun değnekle bacaklarına vurdu. Hafize’nin canı çok yanmıştı ama sesini çıkarmadı, çok değil üç gün sonra taşlanarak öldürülecekti. Kadı efendi ona bu şekilde bir ölümü reva görmüştü.

Hafize çınar ağacının altında bekletilirken düş kuruyor, bahar ayının tabiatı sarhoş eden coşkunluğunu yüreğinde hissediyordu, kadı efendinin konağının bahçesinde renk renk açan yasemin, sümbül, karanfil, nergis çiçeklerinin insanı mest eden kokuları burnuna geliyordu. Hafize çiçek kokularından uzaklaşmak sarhoş edici coşkunluğu hissetmemek için ağzından nefes alıp vermeye başladı. Küçüklüğünden beri kendisinin geliştirdiği bu yöntemi özellikle kokusu hoş olmayan ortamlarda uygulardı. Yüz kaslarını sıkıyor, dilini damağına yapıştırıyor, kesik kesik ağzından nefes alıp veriyordu. Böylelikle kötü kokuların kendine ulaşmasını engelliyordu. Genç kadın bugün de güzel çiçeklerin kokusunu almamak için aynı şeyi yaptı.

Hafize kendisini şimdiden ölmüş kabul ediyordu, dünya üzerindeki hiçbir güzelliği görmeye hakkı olmadığı gibi güzel kokuları da içine çekmemesi gerekiyordu. Hasan Hafize’nin başında bekliyor arada sopanın ucuyla kadını dürtüyor, Rıfat da yolu gözlüyordu.

Hasan’la Rıfat Hafize’nin boynuna zincir vurur çeker Zindan Kule’ye götürürlerdi, kuleye yaya olarak gitmek en fazla yarım saat sürerdi, zevkle yaparlardı bunu. Ama kadı efendinin kesin talimatı vardı, kadı efendi ahali duymuş olabileceğinden Hafize’nin infazdan önce yol üzerinde linçe uğrayabileceğini, recm gerçekleşmezse verilmiş olan hükmün hiçbir kıymetinin kalmayacağını, bu yüzden de Hafize’nin atlı arabayla götürüleceğini emretmişti.

*
Elleriyle ayakları zincirle bağlı Moşe üç muhafızın ortasında bahçe kapısından içeriye girdi. Moşe’nin davası öğle mahkemesinde karara bağlanacaktı. Moşe Hafize’yi seviyordu, mum gibi erimiş, sararmış solmuş biçare sevdiğini görünce ‘‘Hafize!’’ diye haykırdı, ‘‘Hafize son ana kadar ümidini kaybetme.’’ Moşe bu sözü ettiğine pişman olacaktı, Moşe’yi getiren üç muhafız; uzun boylu, sarı saçlı Moşe’yi yere yatırıp dövmeye başladı. Moşe’nin yüzüne, gövdesine tekmeler, yumruklar iniyordu. Moşe bağırmaya devam ediyordu, ‘‘Hafize sakın vazgeçme, Hafize ümidini kaybetme!’’ Adamlardan biri elindeki sopayı Moşe’nin suratına patlattı, Moşe’nin ağzından, burnundan kan geldi. Hafize görmemek için yüzünü kapadı, sesli ağlamaya başladı. Hasan Hafize’nin sesli ağlamasından rahatsız oldu, şalvarına bağladığı sopayı çıkardı, kadına vurdu. Hafize olduğu yere çöktü sırtına, yüzüne aldığı darbelerden çok Moşe’nin canını yaktıkları için acı çekiyordu. Adamlar Moşe’yi sürükler gibi kadı efendinin konağına doğru götürdüler. Muhafızlar ile Moşe konağın içine girdiklerinde telaşlı oldukları her hâllerinden belli olan beş kişi Hafize’nin anlayamadığı bir dilde konuşarak hızla kadı efendinin bahçesine daldı, adamlardan biri evi gösterip bir şeyler söyledi, hepsi konağa doğru koşturarak gitti. Hafize dillerini bilmese de onların kim olabileceklerini tahmin etmişti. Muhakkak bu adamlar Moşe için gelmişlerdi. Moşe için seviniyordu Hafize, kendisi için ise üzülmeyi çoktan bırakmıştı. Belki, diye düşündü, belki onu kurtarırlar.

Babası Hafize’yi görmeye gelmemişti, babası gözünde kızı zaten yıllar önce ölmüştü, ağabeyi ise gelmiş yüzüne tükürmüş, gebermesini dileyip çekip gitmişti. Recm cezası verildiğine en çok Mustafa Efendi sevinmiş olacak ki konaktan daha yeni çıkmıştı gülerek yürüyordu. Hafize’yi muhafızların arasında görünce suratı asıldı, ‘‘Götürmediniz mi daha bu yosmayı?’’ diye sordu. Konuşurken göbeği zıpladığı, öne arkaya kaykılan çenesinden uzanan ak sakalı uçuştuğu için Rıfat’la Hasan kendilerini tutamayıp güldü. ‘‘Hadi sen evine,’’ dedi Rıfat, üç gün sonra Zindan Kule’ye gelip taşını atarsın.’’ Mustafa Efendi koca göbeğinin üzerinde ellerini buluşturdu, Hafize’ye bakıyordu ama genç kadın ona bakmadı. ‘‘En büyük taşı ilk önce sana ben atacağım,’’ dedi Hafize’ye. Hafize hiçbir şey söylemedi. Mustafa Efendi ellerini göbeğini çevreleyen kuşağın altına soktu, gülüyordu ‘‘En büyük taşı atacağım!’’ diye sayıklayarak yürüdü.

Hafize, kadı efendinin böyle bir ceza vermesini beklememişti o daha çok falakaya yatırılmayı ya da kırbaçlanmayı bekliyordu. Kadı efendinin verdiği karar kesindi Hafize ümitsizdi.

*
Hafize köy çeşmesinden kovaya su doldurdu, iki eliyle su dolu kovayı kavradı, kaldırdı, eve çabucak varabilmek için hırsla yürümeye başladı.
Kahvenin önünden geçiyordu babasını gördü, Ali takkesini elinde evirip çeviriyor yaşlı bir adamla konuşuyordu.
Hafize annesinin çamaşır yıkadığı küçük avluya girdi.

-Geldin mi kız?
- Geldim anne.
- Bir kova mı getirdin?
- Bunu bile zor taşıdım anne.
- Senin yaşındayken çocuğum olmuştu.
- He he anne.
- Fazla konuşma da otur yanıma, leğenin başına geç, çamaşıra giriş.

Hafize kazana suyu boşalttıktan sonra leğenin başına geçti, çamaşırları çitilemeye başladı.
  • Hayırdır çok hırslısın bugün.
  • Yok değilim.
  • Öylesin öyle hırsınla yapıyon işini, ben anlamam mı?
  • Zeynep mahalle mektebine gidiyor, kızlar da artık mahalle mektebine gidecekmiş.
  • Zeynep ağa kızı, senlen o bir mi? Değil, değil anlıyon mu değil. Bugün yarın baban kocaya verir seni.
Hafize boynunu bükerek çamaşır yıkamaya devam etti, annesinin dediği gibiydi o Irgat Ali’nin kızıydı. Okumak kim o kim! Bugün yarın kocaya verir seni lafına gelince annesi böyle sözleri hep ederdi zaten. Annesi, Hafize’yi verirlerse ellerinin biraz para göreceğini düşünür, sevinirdi. Hafize henüz on iki yaşındaydı çok değil geçen ay genç kızlığa adım atmıştı. Annesi henüz genç kız olduğunu bilmiyordu, annesinden saklamıştı. Kaç kez sormuştu da kadın, yok daha diye geçiştirmişti.
  • Ağabeyin ırgatlıkta çalışsın, baban ırgatlıkta çalışsın. Haspama bak mahalle mektebine gidecekmiş.
  • Anne tamam söylemedim bil.
  • Söylemedim bilmiş, yerini bil otur aşağı, hem.
  • Tamam anne sonrasını nasıl getireceğini biliyorum. Sus artık.

*
Ali avluya girdi sonra da evin içine, Ayşe, diye seslendi. Ayşe çamaşırları leğenin içine yumalayıp koşarak gitti.
  • Ne var len?
  • Bir müjdem var. De hele bakayım kızın genç kız oldu mu?
  • Nasıl laf o öyle? Sana nesi?
  • Ne demek bana nesi? Talip var kızına, hem yasak biliyosun yoksa veremeyiz.
  • Nereye veriyosun benim yavrucağımı? O daha on iki yaşında.

Ayşe kocası Ali’nin bugün yarın böyle bir iş edeceğini biliyordu bilmesine ama yine de kendini hazır tuttuğunu sandığı bugün gelince öfkesi kudurmuştu içinde. Hep böyle mi olmalıydı kızların sonu? Kendi de bu herife gelin geldiğinde on iki yaşında ya var ya yoktu. İlk çocuğunu da belki Hafize kadarken doğurmuştu. Hem Hafize onun her şeyiydi, nasıl olur da verirdi zeytin gözlü kızını yabanın adamına, Allah vere de köyden biri olsa diye düşündü, kim bilir belki de iyi biriydi? Hafize kurtulurdu bu fukaralıktan.
  • Olmadı.
  • Ne olmadı len Ayşe?
  • Anlamadın mı?
  • He, bekleriz biz de o zaman.
  • Kim?
  • Kasabadan Mustafa Efendi.
  • Tanımam ben.
  • Hani şu kumaşçı yok mu len geçen bayram Hafize’ye ondan elbise için kumaş almaya gitmiştik de paramız yetmeyince adam, sonra bir ara getirir verirsin, demişti.
  • He bildim, ne olmuş o herife?
  • İşte o, Hafize’yi isteyen adam o?
  • Dedesi yaşında adama mı verecen sen benim kızımı?
  • Ya ne edeyim? Adam dört öküz, dört inek ve altın verecek.
  • Ne verirse versin, bu yaptığın çok büyük günah. On iki yaşındaki bir kız elli yaşında bir adama verilmez. Hem karısı yok mu onun?
  • Karısını istemezmiş artık. Adamda para var istediğini alır.
  • Alamaz vermem kızımı.
  • Sen de bana geldiğinde çocuktun.
  • O başka biz birimize denktik, bu evlilikte denklik yok, vermem kızımı.
  • Verdim bile, sen Hafize hazır olunca haber edersin, birkaç aya kalmaz veririz gider.

Ayşe olduğu yere oturdu, iki elinin arasına aldığı başını eğip düşünmeye başladı. Ali çoktan gitmişti bile. Kara yazgılı kızım, dedi, dışarı taşmayan gözyaşları içine akıyor birer ok gibi kalbine batıyordu. Nasıl olurdu da küçücük yavrusu o şişman, çirkin, dedesi yaşında adamın karısı olabilirdi? Bu işten bu kara kaderden bir kurtuluş ümidi olamaz mıydı? Ali kararını çoktan vermişti, hem sonra ısrar ederse verme kızımı diye diretirse kendisini bir ağızda boşamaz mıydı kocası? Sonra ne olacaktı? Babasının evine yirmi sekiz yaşında dul olarak dönecekti. Komazlardı ki Ayşe’yi kızını alıp girse baba evine. Ayşe’yi bu yaştan sonra ağabeyleri kim bilir kime bir çift ineğe satarlardı. Başka türlü bir şey bildikleri yoktu ki. Dul kadın başlarına bela olacak diye düşünürlerdi, ah dedi, ah! kara yazgılı kızım benim.

*
Hafize kıyılan imam nikâhının ardından Mustafa Efendi’nin üstü kapalı at arabasının içine bindi. Evden ayrılırken anne babasının yüzüne bakmamış, zoraki uzattıkları ellerini öpmek zorunda kalmıştı. Anası da korkusundan kızına son bir kez sarılamamıştı. Arabada karşısında oturan koca göbekli, hırçın sakallı, kel kafalı adam onun kocası oluvermişti. Henüz genç kız bile olmadım demesi de onu bu evlilikten koruyamamıştı. Kim bilecek, demişti babası, evlendikten sonra kim bilecek olup olmadığını. Anne babası verilen öküz, inek, altınla rahat bir hayat sürecekti, kendisi ise çocukluğunu yaşayamadan bu adamın kadını olacaktı.

Mustafa Efendi’nin evine geldiklerinde evin büyük hanımı karşıladı onları, kocasının yanında getirdiği zavallı yavrucağa acıyarak baktı. Kız en fazla on üç yaşındadır, diye düşündü. Vah çocuğum vah! Hafize’nin yanına giden Fatma, kızın elini avcunun içine aldı, ‘‘Hoş geldin kızım, beni de bir annen bil, gel benimle,’’ diyerek Hafize’yle eve doğru yürümeye başladı.

Fatma kocasının bu denli küçük bir yavrucağı alacağını tahmin edememişti, o daha büyük bir genç kız olur diye düşünürken efendisi küçücük bir yavrucağı getirmişti, bir kez daha tiksindi Mustafa Efendi’den.
Fatma Hafize’yi evin üst katına gelin odasına çıkardı.
  • Burası artık senin de evin, soracağın bir şey var mı ya da istediğin, dedi.
  • Yok, yalnız, yardım et, diye fısıldadı Hafize.
  • Nasıl?
  • İzin ver akşam olmadan kaçayım, diye söylemişti Hafize cesaretini toplayıp.
  • Bunu yapamam yavrum, bunca yıl sonra kendimi sokakta bulurum.
  • O hâlde.
  • Söyle kızım.
  • Bu adamı sevmiyorum ki.
  • Alışırsın.
  • Hem daha genç kız olmadım, ya çocuğum olursa ondan, çocuğum olsun istemiyorum. Mahalle mektebine gitmeyi hayâl ederken çirkin, yaşlı bir adamın karısı yaptılar beni.
  • Sakın öyle deme bir daha, duyan olmasın. Biraz sonra yine geleceğim yanına, şimdi hazırlasınlar seni.

*
Henüz karanlık çökmemişti, Mustafa Efendi giriş kattaki salonda sonraya kalan birkaç misafirle sohbet ediyordu. Eline aldığı tepsiyle üst kata Hafize’nin odasına gitti Fatma. Odadaki iki halayığa, dışarıya çıkın! diye emretti. Hafize’yi merhamet dolu bakışlarla süzdü, insanda aşktan çok acıma hissi uyandırıyordu bu çocuk, üzerine giydirilen geceliğin içinde kaybolmuştu.
  • Sana yardım edeceğim yalnız hiç kimseye söylemeyeceksin?
  • Kaçmam için mi yardım edeceksin?
  • Hayır, çocuğum olmasını istemiyorum dedin ya. Sürahinin içinde şerbet var onu efendi için getirdim, bak bu bardağın içinde ise hazırladığım bir çay var, bunu iç.
  • Anladım.
  • Yarından itibaren de küçük bir bitki vereceğim onu daima çamaşırının içine koyacaksın. İstemediğin sürece çocuğun olmayacak.
Aylar birbirini kovalar gibi geçti, Hafize kaderine boyun eğmiş yaşlı efendisini sevmeye kendini zorlamıştı lâkin bunu yapmada pek de başarılı değildi. Fatma’nın iki kızı bir oğlu vardı, hepsi evliydi varlıkları yerinde olup arada anne babasını ziyarete gelirlerdi, bazen de Fatma’yla Hafize onların yanına giderdi. Mustafa Efendi’nin kızları Hafize’yi bir kardeş gibi kabullenmeseler de kötü de davranmazlardı yalnız Abdullah genç kadına kin beslediğini her zaman belli ederdi. Abdullah şehirde karısı ve iki çocuğuyla yaşıyordu, güzel bahçeli bir evi, devlet dairesinde bir işi daha şimdiden babasının da desteğiyle hatırı sayılır bir serveti vardı yine de babasının küçümsenmeyecek kadar çok olan malından mülkünden vazgeçecek değildi elbet.

Abdullah devlet dairesindeki mesaisini bitirdikten sonra elindeki listeyle arastaya gitti. Karısının listeye yazdıklarını söylenerek aldı sonra da evinin yolunu tuttu. Çınar sokağına girince evinin önünde atlı arabadan inen annesiyle Hafize’yi gördü, canı sıkıldı.

Abdullah kapıya vurmadan girişte beliren Gülümser, ‘‘Annenle Hafize geldi,’’ diye yüzünü ekşitti. ‘‘Görsen kadının kollarını, iki kolu dirseğine kadar bilezik dolu, annen de bu kadına fazla yüz veriyor.’’
  • Senin de dolu kolların fesatlık etme, dedi Abdullah.
  • Hafize’de olan altınlar ne arasın zavallı Gülümser’de. Yakında çocuğu da olur bir de oğlan doğurursa ablalarını saf dışı edip mirasa konma hevesini bırakırsın artık.
  • Nerden çıkarıyorsun bunları. Hem kadın kısır on yıl olmuş babama geleli çocuğu olmamış şimdiden sonra mı olacakmış hem de ablamları saf dışı etmek isteyen sensin. Oysaki benim öyle bir derdim yok, herkes hakkı neyse onu alacak.
  • Aptalsın!
  • Düzgün konuş, git misafirlerinle ilgilen!

Gülümser kocasını küçümser istermiş gibi şuh bir kahkaha atıp omzunu öne doğru salladı, misafirlerinin yanına gitti. Hafize’yle Fatma o akşam Abdullah’ın evinde misafir oldular. Hafize, Fatma Hanım’ı çok seviyordu, onun kendisine tuttuğu hoca sayesinde okuma yazma öğrenmişti, hatta bir utu bile vardı. Arada çalar, güzel sesiyle şarkı söylerdi. Abdullah’ın evindeyken utunu açmadı, Gülümser’in sürekli kollarına boynuna bakması onu öfkelendiriyor, Gülümser’le çoğunlukla giriştikleri ağız dalaşını ise tatlılığa bağlayan Fatma oluyordu. On yıl geçip gitmişti hayatından, henüz yirmi iki yaşındaydı, okuma yazma öğrendiği için kıymetli eserleri okuyabiliyordu. Bu konuda damatların ve Abdullah’ın kütüphanesinin kapısı ona açık bırakılmıştı. Her ay damatların kitaplığından iki, Abdullah’ın kitaplığından bir kitap olmak üzere üç tane kitap alıyor ertesi ay Fatma’yla beraber ziyarete geldikleri vakit okuduğu kitapları bırakıyor yenilerini alıyordu. Her gün dua ediyordu Fatma ablasına, Allah’a ona iyilik, sağlık afiyet vermesi için her gün dua ediyordu. Onun hoşgörülü tavrı olmasa okuma yazma öğrenemezdi, üstelik çocuğu olmasın diye ona yardım etmişti. Hafize bitkilerin dünyasını adamakıllı keşfetmişti, hatta özel bulduğu ve bizzat yaptığı karışımları çoğunlukla kendi odasında uyumayı tercih eden Mustafa’ya içiriyor, yaşlı kocası horul horul uyurken o da sabaha kadar kitap okuyordu. Kitaplar olmasa, Fatma ablası olmasa, ayda bir geldikleri üç gün vakit geçirdikleri bu şehir gezintileri olmasa genç kadın bu hayata katlanamazdı.

Şehirde iki gün de kızların evinde kalan kadınlar kasabaya dönmek üzere yola koyuldu. Hafize yine durgunlaşmıştı, Fatma onun üzüntüsünün sebebini biliyor ama elinden de bir şey gelmediği için susmayı tercih ediyordu. İlk başlarda çocuk sahibi olmak istemeyişini anlayabilmişti ama seneler geçtikçe hâlâ aynı fikirde olması Fatma’yı şaşırtmıyor da değildi. Belki de Mustafa Efendi ölürse kendisine kalacak olan para ve evi çeyiz olarak gösterir başka biriyle evlenirdi. Neden olmasındı? Henüz çok gençti Hafize, evlenmek üstelik sevdiği biriyle evlenmek onun hakkıydı. Muhakkak sevdiği adamdan çocuğu olsun isteyecekti. Bakalım, diye düşündü içinden Allah ne ederse güzel eder, yine de bugünümüze çok şükür, diye mırıldandı. Üstelik yaşlılık günlerinde ona bir can bir nefesti Hafize, kızlarından biriymiş gibi davranır, yaşlı kadının ağrıları için bitkilerden ilaçlar yapardı. Yalnız son zamanlarda artan ağrıları için bir doktor çağırmak icap edecekti.

*
Mustafa Efendi kasabaya yeni gelmiş olan Moşe’yle tanıştı, dininden olmayan bir adamın karısı Fatma’ya bakması olacak iş değildi ama zaman değişti artık diyordu Abdullah, bu tür şeylere müsamaha göstermek gerekir. Kendisinin de uyku ve kilo problemi vardı. Fazla kiloları yüzünden beş dakikadan fazla bir süre ayakta dikilemiyor, sandalyesine çöküveriyordu. Arasta içindeki dükkânlarıyla yardımcıları ilgileniyordu, şehirdekilerle ise oğlu ve damatları. Tarlalardaki ağaçların bakımı, ekim dikim işleri, hasat zamanı yapılacak işler için yatılı kalacak aileler kiralamıştı. Tüm bu işlerle kâğıt üzerinde ilgileniyor olmak bile bir güç gerektiriyordu ki o kadar gücü yoktu. Oğlu istemediği için evinde bir kahyası da yoktu. Ev işlerine bakan halayıklar, ev için alışveriş eden gençten bir oğlan, orta yaşlı bir de seyisi vardı. Moşe’nin muayenesinin önünde atlı arabadan inmeye çalışan Mustafa Efendi’nin yardımına koşan seyis onu arabadan zorla indirdi. Yaşlı adamın her geçen gün artan kiloları yüzünden bir gün bir yerlerde tıkanıp kalması olmayacak iş değildi. Moşe’yle konuşan Mustafa akşamüzeri evine gelmesi için doktorla anlaştı.
*
Moşe, Mustafa Efendi’nin ailesinin doktorluk vazifesini üstlenmişti. Venedik’te doğmuş sonradan bu topraklara okumak için gelmiş bir gayrimüslimdi. Yakın bir zamanda yine memleketine dönmeyi umuyordu. Moşe uzun boylu, zayıf sarışındı. Saçlarının bukleleri çoğunlukla yüzünün üzerine düştüğünden onları bağlamayı tercih ederdi. Bu kadın gibi saçlarını bağlayan Moşe’den Mustafa Efendi hiç hazzetmese de yaptığı ilaçlar, tedavi yöntemlerinin kesin sonuçlu olması yüzünden onun aile doktoru olmasına izin veriyordu. Moşe dininden olmasa da işinin ehli bir doktordu, kasabada hâli vakti yerinde olan insanlar ona tedavi oluyorlardı.

Hafize kapıyı vurmadan içeriye daldı. Moşe elindeki stetoskop ile Fatma Hanım’ın giysisi üzerinden sırtını dinliyordu, iki halayık kadın da ayakta dikiliyordu.
  • Moşe Efendi! diye gürledi Hafize. Halayık kadınlara da çıkın dışarı! diye emretti.
Halayık kadınlar hiçbir şey söylemeden dışarıya çıktılar, kapıyı da kapatın, ikazını duyan kadınların biri Fatma Hanım’ın muayene olduğu odanın kapısını çekti.
  • Moşe efendi! Sen kim oluyorsun da beni çocuğum olsun diye tedavi etmeye kalkıyorsun?
Moşe ne diyeceğini bilemez vaziyette güzelliğinden etkilendiği kadının karşısında donakaldı. Demek o yaşlı, kibirli adamın karısı bu genç kızdı. Nasıl oluyor da böyle bir iş oluyor? diye düşünmeden edemedi. Kelimeler dilinin ucuna geliyor ama dışarıya dökülmüyordu.
  • Hafize, dedi Fatma, doktora kızma. O işini yapıyor. Mustafa Efendi istemiş.
  • Siz çocuğunuz olsun mu istemiyorsanız yoksa ben erkeğim diye mi çekiniyorsunuz? diyebildi Moşe. Bu soruyu sorarken midesinde yanma hissetmişti. Elleri titriyordu, terlemeye başlamıştı.

Hafize cevap vermeden Fatma Hanım’ın odasında bulunan koltuğa attı kendini, ağlamaya başladı. Fatma yanına gitti, Hafize’nin elini tutup sarıldı.

İlk karşılaşmaları böyle olmuştu Moşe’yle sonra da haftada bir hasta doktor ilişkisi ile evin içinde birbirlerini gördüler. Hafize çocuğu olsun diye Moşe’nin verdiği hiçbir ilacı içmediği gibi onun tavsiye olarak yazdıklarını da yapmadı. Kendi bildiği bitkilerden kürler yapıyor, içiyor, kendini kitaplarına veriyordu.

Fatma Hanım’ın ayak ağrıları arttığı için Moşe hafta içi bir gün gündüz vakti eve gelmişti.   

Moşe merdivenden elinde kitapla inen Hafize’yi gördü. Yanında getirdiği kitabı genç kadına uzattı.
  • Kitaplara olan ilginizi fark ettim. İsterseniz okuyabilirsiniz, sizin için getirdim, hem daha pek çok var evimde okudukça size getiririm. Verdiğim ilaçları kullanıyor musunuz?
  • Hayır kullanmıyorum, tavsiyelerinize de uymuyorum ama kitabınızı alabilirim, haftaya teslim ederim.
  • Nasıl, dedi Moşe.
  • Duydunuz işte tekrarlamayacağım. Mustafa Efendi’den çocuğum olsun istemiyorum. Bir gün, dedi sustu.
  • Bir gün…

Mustafa Efendi Moşe’nin geleceğini biliyordu, arastadaki işlerini yardımcılarına devretmiş, evin yolunu tutmuştu. On beş dakika içinde atlı arabası sayesinde evine ulaştı, evin bahçeye açılan kapısını anahtarıyla açtı. Mustafa Efendi ayakta karşılıklı dikilen Hafize’yle Moşe’yi gördü, sinirlendi. ‘‘Hafize,’’ dedi öfkeyle, ‘‘Yukarı çık ben de geliyorum,’’ Moşeye de ‘‘İçeriye geç doktor işine bak,’’ dedi. Hafize’nin o gün Moşe’yle ayaküstü konuşması bir tokada mâl olmuştu.

Onların hikâyesi işte böyle başlamıştı, kitap alıp vermekle başlayan dostlukları genç bir kadın ile genç bir adamın kalbine zaman geçtikçe aşk ateşini de düşürmüştü. Her âşık gibi onlar da buluşabilmek, konuşabilmek için çareler düşünmeye başlamışlardı. Bu buluşmalar bazen şehirde oluyordu bazen kasabada. Onların gizlediklerini düşündükleri  ama kuşkucu birçok insanın öğrendiği yasak aşklarını Mustafa Efendi’nin duyması da çok uzun sürmeyecekti.

*
Moşe Venedik’e Hafize’yle gitmeye kararlıydı. Sevdiği kadını buralardan çok uzaklara, kendi memleketine götürmek istiyordu. Muhakkak ailesi Müslüman bir kadınla evlenmesini istemeyecekti ama o kararını vermişti. Hafize’yi çok seviyordu, hayatının kalan yıllarını onunla geçirmek istiyordu.

*
Dört erkek şahit Hafize’yle Moşe’yi bir arada uygunsuz vaziyette görmemişlerdi, iki kadın şahit de. Mustafa Efendi’den aldıkları para ve altınlar yalancı şahitlik yapmalarına yetmişti. Hafize Moşe’yle evin içinde Fatma Hanım’ın yanında görüşüyordu çoğunlukla, sohbetleri de kitaplar hakkında oluyordu. Hafize okuduğu kitapları anlatıyor, karşılıklı konuşuyorlardı. Yalnız ayda bir gittikleri şehirde kaldıkları üç gün içinde Hafize sık sık ortadan kaybolur olmuştu. İnsanlar Moşe’nin de o günlerde kasabada görünmemesinden ikisi arasında bir ilişki yaşandığını düşünüyorlardı. Yoksa onları şehirde de bir arada gören olmamıştı.

Moşe şehirde bir ev kiralamıştı, Hafize bazı eksiklerimi alacağım bahanesiyle çarşıya gittiğini söylüyordu, ortadan kayboluyordu. Fatma Hanım’ın yanına vardığında ise muhakkak eksik diye gösterdiği eşyaları aldığını söylüyordu, aldıklarını gösteriyordu. Bir gün Fatma Hanım Hafize’yi uyarmak zorunda kaldı.
  • Herkes sizi konuşuyor. Vakitsiz kaybolup gitmelerin yüzünden seni Moşe’yle buluşuyor diye suçluyorlar. En çok da Gülümser suçluyor. Buna bir son vermelisin, artık şehre gelmeyeceğiz. Hiçbir şey söyleme, kalbine göm sevgini, evimize gidelim, açığa çıkarsa seni öldürürler.
  • Öldürsünler, zaten yaşamıyorum.
  • Öyle deme, güzel bir hayatın var, kitapların üstelik ben varım. Unutursun çocuğum hem evlisin hem de o adam bir gayrimüslim, unutursun.
  • Neler çektiğimi bilmiyor musun abla? Yıllardır neler çektiğimi gördün, küçük bir kızdan bir kadın yaratmaya çalışan ve bunu yapanların hiç suçu yok mu? Kitaplarım olmasa sen olmasan zaten çoktan canıma kıyacaktım. Öldürsünler.
  • Ne yapmaya çalışacaksın Hafize? İyi düşün kızım!
  • Kasabaya dönmeyeceğim, şimdi şu dakika bu evden gideceğim.
  • Sakın! Hemen peşine düşerler. Geceyi bekle, gece evin arka kapısından çıkarsın, sabaha kadar epeyce yol almış olursunuz. Bir mektup yaz şimdi Moşe’ye, mektubu ulaştıralım, o da hazırlığını yapsın.
*
Hafize, ‘‘Vakit geldi hazırlığını yap gece yarısı gideceğiz,’’ diye kısa bir not yazdı, Fatma Hanım’a verdi, ‘‘Nasıl ulaştıracağız?’’ diye sordu. Fatma Hanım, ‘‘Bir hastalığımı bahane ederek dışarıya çıkacağım, aktardan almam gereken nebatiler olduğunu söyleyeceğim, merak etme mektup yerine ulaşacak. Şimdi odana çık, akşam yemeğine kadar da ortalarda görünme, altınlarını da yanına almayı unutma.’’ dedi.
...
Devamı bir sonraki yazıda...