Jose Saramago'nun "Çatıdaki Pencere" Romanı Hakkında
Jose Saramago Çatıdaki Pencere adlı romanını uzun yıllar sonra bulur. Çatıdaki Pencere adlı romanı yazdığında henüz yirmili yaşlarda olan Jose Saramago teslim ettiği romanla ilgili yayınevinden olumlu ya da olumsuz bir yanıt alamadığı gibi kitabına da bir daha ulaşamamıştır. Bu onun gönül dünyasında önemli bir tahribata neden olmalı ki şu şekilde söylemiştir: ‘‘Kimse kimseyi sevmek zorunda değildir, ama hepimiz birbirimize saygı göstermek zorundayız.’’ Bu mantığa göre hiçbir kurum eline ulaşan metinleri yayımlamak zorunda olmasa bile bir cevap vermek zorundadır. Yayınevlerine ulaşan metinleri ortaya çıkaran biri vardır ve elbette bir emek söz konusudur. Çatıdaki Pencere için Jose Saramago’ya herhangi bir cevap verilmemiştir. Jose Saramago için bu durum büyük bir ümitsizliğe düşmesine neden olmuş olmalı. Saramago bu olaydan sonra uzun yıllar bir eser yayımlamaz. Üniversite eğitimi alamamış olan Jose Saramago zamanın seçkin Lizbon sanatçı çevresine girememiştir. Bu seçkin sanatçı çevresine girebilmek için iyi bir akademik geçmişe sahip olmak gerekmektedir. Jose Saramago konuşmaları sırasında bazen kekelediği için de meslektaşlarının küstahça tavırlarını ve hoşgörülerini sineye çekmek zorundadır. O da konuşmaktan çok konuşanları dinleyerek ve keskin gözlem gücünü kullanarak yaşamaya çalışır. Zamanla kekemeliği aşacaktır, ama Saramago vazgeçmeyen insanlardandır ve yazacağı pek çok romanla adından epeyce söz ettiren, insanları sarsan ve etkileyen bir yazar olacaktır. Çatıdaki Pencere’yi yirmili yaşlarında yazmış olmasına ve üniversite eğitimi almamış bir genç adam olmasına rağmen Shakespeare, Eça de Queiros, Diderot, Beethoven, Pessoa’yı sevimli dostları hâline getirmiş olan Adriana’nın ailesini romanına konuk ediyor olması ve uzun sayfalar boyunca onlar aracılığıyla bu sanatçıların sanatları hakkında konuşabiliyor olması bilge bir insan olduğunu gösteriyordur.
Jose Saramago’nun romanı bulunduğunda o artık kendini kanıtlamış bir yazardır ve İsa’ya Göre İncil adlı romanını yazmaktadır. Yayınevi başka bir yere taşınmaktadır ve yıllar önce yayımlatmak üzere Jose Saramago’nun teslim ettiği eseri olan Çatıdaki Pencere’yi bulmuşlardır. Jose Saramago kitabını teslim alır ve fakat etrafındaki insanların ısrarlarına hiç aldırmayıp bu kitabın yaşadığı müddetçe yayımlatılmasına izin vermez. Onun söylediğine göre Çatıdaki Pencere’de anlattıklarını sayısız kez başka romanlarında anlatmıştır ve kitabı yayımlatması çok da anlamlı olmayacaktır. Jose Saramago’nun ölümünden sonra kitap yayımlanır ve sanki yayımlanan bu kitapla Jose Saramago yaşayan insanlara öldükten sonra da bir mesaj veriyordur.
‘‘Bana kalırsa yaşam bir perdenin arkasına gizlenmiş, onu tanımak için gösterdiğiniz çabaya kahkahalarla gülüyor. Ben yaşamı tanımak istiyorum.’’ Bu sözü söyleyen kişi Çatıdaki Pencere adlı roman karakterlerinden Abel’dir ve henüz otuz yaşına varmamış bir genç adamdır. Karşısında duran yaşlı ayakkabı tamircisi Silvestre’ye söyler bu sözleri. Çatıdaki Pencere adlı kitap da yayınevinin arşivinin tozlu raflarının birinde unutulmuş ve onu yazan Jose Saramago’ya kahkahalarla gülmüş olmalı. Kitabı var eden, onu yaşatan ve insanların okuması için yazan Jose Saramago umutsuzca yayınevinden bir haber beklerken kitap yayınevinin raflarından birinde bir bekleyiş içine girmiş ve kendini gizlemeyi tam kırk yedi yıl boyunca başarmış. İyi ki de sonradan bulunmuş ve yayımlanmış ve okuyucu kitlesine ulaşmış.
Bu romanda ilgimi çeken en önemli kısımlar Abel ve ayakkabı tamircisi olan Silvestre’nin konuşmaları oldu. Silvestre sevgi dolu, iyi bir adam. İlkokul mezunu olmasına rağmen kendini kitapları ve insanları okuyarak geliştirmeyi bilmiş, gerçek bir filozof olabilmeyi başarabilmiş. Abel de hayatın anlamını sorgulayan yalnız bir gençtir. Onlar karşılıklı konuşarak hayatı, insanları ve yaşamı sorguluyorlar.
‘‘Hiçbir şey için değil. Düşünmeye değmez. Kendimi akışa bıraktım. Bu bir yere varacaktır.’’ Abel yaşamın anlamını bulmak için deneyim biriktirmek istiyordur. Silvestre ise deneyimlerin amaçsız olursa ve hiçbir işe yaramıyorsa eğer anlamının olmadığının farkında olacak kadar bilgeliğe erişmiştir. Silvestre insanların bir hayvan gibi yaşama kapılmamasını yaşamın her saatinin yararlı olmasını istiyordur. Silvestre sistemi sorgulayan biridir, zamanında o da dava arkadaşlarıyla bir mücadele vermiştir ama şimdi yaşlıdır ve yapabileceği fazla bir şey söz konusu değildir. Abel’in bir genç olarak vazgeçmemesini ve bir amaç edinip faydalı olmak için çalışmasını istemektedir. Burada yazarın bazen Abel karakterine bazen de Silvestre karakterine büründüğünü görürüz. Silvestre yararlı olmak isterken tüm insanlığı ve dünya üzerindeki tüm sistemleri eleştirmektedir. Abel ise bir amaca tutunmanın doğruluğuna pek inanmamaktadır. Silvestre’ye göre ‘‘Herkes İnsan’ı kurtarmaya hevesli, ama kimse insanlar konusunda bir şeyler öğrenmeye niyetli değil.’’
Adriana ve Isaura arasında yaşanan o garip olaydan sonra evlerinde gergin havalar yaşanır. Yazar çok fazla irdelemese de aile içinde ya da hemcinsler arasında yaşanan lezbiyen ilişkileri de hatırlatmıştır. Yaşanılan zaman ve toplumun kadınlara bakışı romanda bazı kısımlarda su üstüne çıkmaktadır. Rosalia son derece silik ve kocasına itaat eden bir kadın olmasına rağmen yazar bir metres konumunda olan Lidia’ya Poulino Morais’e bir ahlak dersi verdirterek adeta toplumun kadına olan bakışından intikam alır. Lidia’nın tam da dediği gibi ‘‘Her şey biter, her şeyin bir sonu vardır.’’
Kadınların bazıları çalışmaktadır ama koşullar gerçekten zordur ve bu insanlar belki vasatın altında bir hayat yaşamıyor olsalar bile çok da iyi bir hayat yaşamamaktadırlar. Geçim sıkıntısından apartmanda oturan herkes mustariptir.
Romanı okurken gözlemlediğim diğer bir konu ise Vigo’dan Lizbon’a gelin gelmiş olan Carmen ve kocası Emilio arasında olanlardır. Portekiz İspanya’dan ayrılmış ve bağımsızlığını uzun zaman önce kazanmıştır. İspanya’dan buraya göç etmiş insanlar hakkında sanırım bir önyargı vardır ki Silvestre gibi bilge bir adam bile ‘‘Üstelik o Galiçyalı,’’ diye söyler, burada bir küçümseme söz konusudur.
Romanda bir ailede daha vardır ki onların ismi Justina ve Caetono’dır. Onlar birbirlerinden nefret eden ve aynı zamanda bir o kadar da arzulayan, yaşamları boyunca nefretlerine ve arzularına mahkum olarak yaşayan insanları hatırlatır.
Roman aslında olması gerektiği gibi biter, insanların hayatlarında ne olumlu anlamda ne de olumsuz anlamda kayda değer bir gelişme olmamıştır. Onlar hayatın akışına ve sürprizlerine göre kendi yollarını kendileri çizeceklerdir.
Jose Saramago’nun romanı bulunduğunda o artık kendini kanıtlamış bir yazardır ve İsa’ya Göre İncil adlı romanını yazmaktadır. Yayınevi başka bir yere taşınmaktadır ve yıllar önce yayımlatmak üzere Jose Saramago’nun teslim ettiği eseri olan Çatıdaki Pencere’yi bulmuşlardır. Jose Saramago kitabını teslim alır ve fakat etrafındaki insanların ısrarlarına hiç aldırmayıp bu kitabın yaşadığı müddetçe yayımlatılmasına izin vermez. Onun söylediğine göre Çatıdaki Pencere’de anlattıklarını sayısız kez başka romanlarında anlatmıştır ve kitabı yayımlatması çok da anlamlı olmayacaktır. Jose Saramago’nun ölümünden sonra kitap yayımlanır ve sanki yayımlanan bu kitapla Jose Saramago yaşayan insanlara öldükten sonra da bir mesaj veriyordur.
‘‘Bana kalırsa yaşam bir perdenin arkasına gizlenmiş, onu tanımak için gösterdiğiniz çabaya kahkahalarla gülüyor. Ben yaşamı tanımak istiyorum.’’ Bu sözü söyleyen kişi Çatıdaki Pencere adlı roman karakterlerinden Abel’dir ve henüz otuz yaşına varmamış bir genç adamdır. Karşısında duran yaşlı ayakkabı tamircisi Silvestre’ye söyler bu sözleri. Çatıdaki Pencere adlı kitap da yayınevinin arşivinin tozlu raflarının birinde unutulmuş ve onu yazan Jose Saramago’ya kahkahalarla gülmüş olmalı. Kitabı var eden, onu yaşatan ve insanların okuması için yazan Jose Saramago umutsuzca yayınevinden bir haber beklerken kitap yayınevinin raflarından birinde bir bekleyiş içine girmiş ve kendini gizlemeyi tam kırk yedi yıl boyunca başarmış. İyi ki de sonradan bulunmuş ve yayımlanmış ve okuyucu kitlesine ulaşmış.
Bu romanda ilgimi çeken en önemli kısımlar Abel ve ayakkabı tamircisi olan Silvestre’nin konuşmaları oldu. Silvestre sevgi dolu, iyi bir adam. İlkokul mezunu olmasına rağmen kendini kitapları ve insanları okuyarak geliştirmeyi bilmiş, gerçek bir filozof olabilmeyi başarabilmiş. Abel de hayatın anlamını sorgulayan yalnız bir gençtir. Onlar karşılıklı konuşarak hayatı, insanları ve yaşamı sorguluyorlar.
‘‘Hiçbir şey için değil. Düşünmeye değmez. Kendimi akışa bıraktım. Bu bir yere varacaktır.’’ Abel yaşamın anlamını bulmak için deneyim biriktirmek istiyordur. Silvestre ise deneyimlerin amaçsız olursa ve hiçbir işe yaramıyorsa eğer anlamının olmadığının farkında olacak kadar bilgeliğe erişmiştir. Silvestre insanların bir hayvan gibi yaşama kapılmamasını yaşamın her saatinin yararlı olmasını istiyordur. Silvestre sistemi sorgulayan biridir, zamanında o da dava arkadaşlarıyla bir mücadele vermiştir ama şimdi yaşlıdır ve yapabileceği fazla bir şey söz konusu değildir. Abel’in bir genç olarak vazgeçmemesini ve bir amaç edinip faydalı olmak için çalışmasını istemektedir. Burada yazarın bazen Abel karakterine bazen de Silvestre karakterine büründüğünü görürüz. Silvestre yararlı olmak isterken tüm insanlığı ve dünya üzerindeki tüm sistemleri eleştirmektedir. Abel ise bir amaca tutunmanın doğruluğuna pek inanmamaktadır. Silvestre’ye göre ‘‘Herkes İnsan’ı kurtarmaya hevesli, ama kimse insanlar konusunda bir şeyler öğrenmeye niyetli değil.’’
Adriana ve Isaura arasında yaşanan o garip olaydan sonra evlerinde gergin havalar yaşanır. Yazar çok fazla irdelemese de aile içinde ya da hemcinsler arasında yaşanan lezbiyen ilişkileri de hatırlatmıştır. Yaşanılan zaman ve toplumun kadınlara bakışı romanda bazı kısımlarda su üstüne çıkmaktadır. Rosalia son derece silik ve kocasına itaat eden bir kadın olmasına rağmen yazar bir metres konumunda olan Lidia’ya Poulino Morais’e bir ahlak dersi verdirterek adeta toplumun kadına olan bakışından intikam alır. Lidia’nın tam da dediği gibi ‘‘Her şey biter, her şeyin bir sonu vardır.’’
Kadınların bazıları çalışmaktadır ama koşullar gerçekten zordur ve bu insanlar belki vasatın altında bir hayat yaşamıyor olsalar bile çok da iyi bir hayat yaşamamaktadırlar. Geçim sıkıntısından apartmanda oturan herkes mustariptir.
Romanı okurken gözlemlediğim diğer bir konu ise Vigo’dan Lizbon’a gelin gelmiş olan Carmen ve kocası Emilio arasında olanlardır. Portekiz İspanya’dan ayrılmış ve bağımsızlığını uzun zaman önce kazanmıştır. İspanya’dan buraya göç etmiş insanlar hakkında sanırım bir önyargı vardır ki Silvestre gibi bilge bir adam bile ‘‘Üstelik o Galiçyalı,’’ diye söyler, burada bir küçümseme söz konusudur.
Romanda bir ailede daha vardır ki onların ismi Justina ve Caetono’dır. Onlar birbirlerinden nefret eden ve aynı zamanda bir o kadar da arzulayan, yaşamları boyunca nefretlerine ve arzularına mahkum olarak yaşayan insanları hatırlatır.
Roman aslında olması gerektiği gibi biter, insanların hayatlarında ne olumlu anlamda ne de olumsuz anlamda kayda değer bir gelişme olmamıştır. Onlar hayatın akışına ve sürprizlerine göre kendi yollarını kendileri çizeceklerdir.