Burcu BOLAKAN

Burcu BOLAKAN

[email protected]

Hasta Kraliçe

13 Haziran 2024 - 09:32 - Güncelleme: 28 Haziran 2024 - 08:01

Hasta Kraliçe

Baba Kör Fare, Anne Kör Fareyi mutlu edebilmek için çok güzel bir ev inşa etmişti. Baba Kör Farenin evini inşa ediş şekli bir insanın evini inşa ediş şeklini andırıyordu. Bir hayvanın evini tıpkı bir insanın evi gibi yapabilmesi, bir yuva hâline getirebilmesi için insan gibi düşünebilen zeki bir varlık olması gerekirdi ki hayvanların insanlar kadar zeki varlıklar olmadıkları kabul edilirdi. Kör farelerin ve diğer pek çok hayvanın yaşayış şekilleri hayvanların da zeki varlıklar olduklarını, hislere sahip olduğunu gösteriyordu. Baba Kör Fare ile Anne Kör Fare yiyecek aramak için toprağın üstüne çıkmıştı. Anne Kör Fare bebek beklediği için çabuk yoruluyordu. Karı-koca Kör Fareler, Ali Bey’in havuçlarından yeterince aşırdıktan sonra havuçları yüzeye yakın bir yerde ama toprağın altındaki erzak depolarına götürdüler. Anne Kör Fare erzak deposunda bir köşede dinlenirken Baba Kör Fare daha önceden buraya getirdikleri besinleri kontrol etti. Bozulan bazı besinleri toprakla birlikte dışarıya attı. Anne ve Baba Kör Fare karınlarını doyurduktan sonra erzak deposundaki havuçlardan bir tane alıp evlerinin yolunu tuttu. Anne ve Baba Kör Fare toprağın altında bir buçuk metre kadar derinde yaşıyordu. Labirent şeklinde düzenlenmiş olan yollar kör fareleri evlerine ulaştırıyordu, labirentin koridorlarında yürüdüler, bazen sağa bazen sola döndüler nihâyet evlerine ulaştılar. Önce çocuk odasına gidip Çocuk Kör Farelere bakmak istediler neyse ki çocukları hâlâ uyuyordu. Baba Kör Fare, Anne Kör Fareyi yatak odasına geçirip ceviz yaprakları üzerine yatırdı. Anne Kör Fare yakın bir zamanda doğum yapacaktı. Baba Kör Fare ön ayaklarıyla tuttuğu havucu evinin mutfağına götürdü, mutfağın bir köşesine bıraktı. Baba Kör Fare oturma odasına gitti, orada düşünmeye başladı.

Bağ sahibi köstebeklerin bağını mahvettiği gerekçisiyle çok dertliydi. Bu hayvanlar ektiği soğana, patatese, havuca dadanıyordu. Onlardan kurtulmak için çok çeşitli yollar denemişti ama bağı içine yerleşen bu son köstebek ailesi oldukça dişli çıkmıştı. Ne yaptı ettiyse de onları bağından kaçırtamamıştı. Bir gün kahvede otururken arkadaşına bağında yaşayan köstebeklerden bahsetti. O bağını ne de güzel bir evin bahçesi gibi düzenliyordu, çiçek gibi bakıyordu bağına. Gün boyu çalışıyordu, sebzeler ekiyordu. Ertesi günü bir gidiyordu ki toprağın yüzeyinde koca koca delikler var. Sebzeler talan olmuş. ‘‘Vah ki vah!’’ diyordu. ‘‘Gidinin hınzır köstebekleri ah bir yakalarsam sizi. Ayaklarınızdan ipe asıp vuracağım.’’ Gel zaman git zaman av tüfeğiyle dolaşır oldu. Birkaç kez bu hayvanları görmüştü ama yakalamak ya da kurşun sıkmak nasip olmamış, elinden kaçırmıştı. Hemen toprağın derinliklerine girmişti keratalar. Bağ sahibinin köstebek olarak adlandırdığı hayvanlar kör farelerden başka bir şey değildi.

Bağ sahibi sabahleyin bağına gelmişti, sebzelerin ekili olduğu yerlerde dolanıp duruyordu. ‘‘Şu kerataların açtığı deliklerden hortumla içeriye su versem nasıl da çıkarlar dışarıya.’’ diye düşündü sonra vazgeçti. Köstebekleri dışarıya çıkarmak isterken ekili sebzelere zarar verirdi. Bağ sahibi o gün sebze ekili olan kısımda dolaşırken parıldayan bir maden parçası gördü, eğildi aldı.  Üzerinde yazılar ve resim olan bir paraya benziyordu bu bulduğu şey. Bağı içinde gezinirken daha pek çok madeni paralar buldu. Gel zaman git zaman buna bir anlam veremese de bağının çeşitli yerlerinde sikkeler bulmaya devam etti. Bağ sahibi bir gün ilçenin müze müdürlüğüne gidip bağında bulduğu para olduğunu anladığı metal parçalarını müze müdürüne gösterdi. O günden sonra sikkelerin bulunduğu bağda araştırma yapılmaya başlandı. Arkeologlar yüzey tarama yapmaya başladı.  Bu bağda kadim bir uygarlıktan kalan bir villa olabileceğini düşündüler. Bu yöre kadim bir uygarlığın kalıntıları üzerinde kurulmuştu. Anadolu’nun pek çok yerinde olduğu gibi bu yöre de kim bilir hangi zamana ya da hangi uygarlığa kapı aralayacaktı. Baba Kör Fare olanı biteni göremese bile insanların onları rahat bırakmayacaklarını hissedebiliyordu. Her yönden gelen sesler kulaklarının içine doluyordu. Daha önceleri yaşadıkları bağlarda, bahçelerde, tarlalarda da bu tip konuşan adamlar gelmiş, toprağı kazmaya başlamıştı. Baba Kör Farenin ailesiyle birlikte bu bağdan uzaklaşabilmesi için öncelikle toprağın derinliklerindeki evine inmesi gerekiyordu. Baba Kör Fare evine gitmek için toprağı eşelemeye başladığı sırada bir el onu yakaladı. Bu el kazı çalışmalarını yöneten profesörün eliydi. Profesör hayvanın ensesinden tutmuş ona doğru bakıyordu. ‘‘Bakın ne buldum çocuklar,’’ diye seslendi, ‘‘Kör bir fare.’’ Kazı çalışmasında görev alan insanlar profesörün yanına geldi, hayvana baktı. Profesör yakaladığı kör fareyi toprağın üzerine bırakıp gitmesine izin verdi. Baba Kör Fare dişleriyle ve tırnaklarıyla toprağı kazmaya başladı, bir süre sonra da gözden kayboldu.

Kazı alanında bir yıldır çalışmalar sürüyordu. Bu bağda bir villa tabanı bulunmuştu, villa tabanı üzerinde birtakım tabletler vardı. Tabletleri incelemek üzere Ankara’dan bir heyet geldi. Kazı çalışmasını yürüten profesör de tabletleri inceleyen, tabletlerin yazı dilini sökmeye çalışan heyetin içindeydi.

Tabletin dilini çözmeye çalışan bilim insanları iki tablette yazılanların Aratta kralının hikâyesi olduğunu söylediler. Aratta kralının tabletler üzerine çivi yazısı ile yazılmış öyküsünün Türkçesi kaleme alındı.
*
Aratta kralının güzeller güzeli karısı bir gün hasta oldu. Kraliçeyi sedir ağacından yapılmış şifalı otlarla donatılmış yatağına yatırdılar, üzerine keten çarşaflar örttüler. Kraliçe günden güne sararıp soluyordu. Aratta kralı, o yüce kral, kraliçesinin hastalığına çare aradı. Aratta ülkesindeki bilge adamlar, büyücüler geldi kralın huzuruna çıktı. Aratta kralı; bilge adamlara, büyücülere kraliçesinin derdine bir çare bulmalarını söyledi. Kraliçe yemeden içmeden kesilmişti; hurma şurubu bile içemiyordu. Kraliçe kendine gelir gibi olduğunda konuştu. ‘‘Sevgili Kralım, beni iyileştirmenin bir yolunu bulamadınız, günden güne eriyorum, bırakın da ruhum huzura kavuşsun, üstelik artık göremiyorum.’’ dedi. Aratta Kralı kraliçenin bu sözlerini duyunca hüzünlendi. Karısının yanına giderek onu kucakladı. Kraliçenin günden güne hastalığı ilerlemiş bedenini zayıf düşürmüştü. Yemeden, içmeden kesilen kraliçenin gözleri de görmez olmuştu. Aratta Kralı çok sinirlendi. Ülkesindeki bilge adamlar da büyücüler de kraliçenin hastalığına çare bulamamıştı. Her gün kazanlar kaynıyordu, bilge adamlar yardımcılarıyla dağlarda dolaşıyor, şifalı otlar topluyordu. Dağlardan toplanan bin bir çeşit şifalı bitki Aratta ülkesine getiriliyordu. Özenle büyücülerin, bilge adamların denetiminde kaynatılıyordu. Kraliçeye içirilmeyen bir bitkinin özüyle yapılmış şurup kalmış olamazdı. Büyücüler gündüz Güneş Tanrısına yakarıyordu. ‘‘Sevgili babamız.’’ diyorlardı. ‘‘Ey yüce ruh, yüce kral, kralların en ulusu, sen ki Aratta kralının da babasısın, onurlu kralımıza yardım et. Kraliçemizi iyileştir. Kraliçemizin kalbi dağların doruğundaki pınarların suyu kadar temizdir. Yardım et kraliçemize yüce babamız. Görmeyen gözlerini görür eyle. Bacaklarını güç ver; ayağa kalkabilsin, kollarına güç ver; oğlun Tanrı Aratta kralından doğuracağı çocukları kucaklasın.’’ Güneş batıyor gökyüzünde ay parlıyordu. Bilge adamlar ve büyücüler Aratta kralının sarayının bahçesinde Ay Tanrısına yalvarıyordu. ‘‘Sevgili babamız’’ diyorlardı. ‘‘Güneş Tanrısı yer altına çekildi, şimdi görev sırası senin, tanyeri ağarıncaya kadar Aratta halkını koruyan sensin. Beyaz iplikle siyah ipliği gözlerimiz ayırt edene kadar bizi düşmandan muhafaza edensin. Aratta halkını yediren, içiren, şerli cinlerden ve perilerden gizleyen Yüce babamız sen ki çok ulusun; kraliçemizi iyileştir. Kraliçemizin kalbi yüksek dağ doruklarındaki karlar kadar temizdir, kraliçemizin kalbi insanları tatlı tatlı okşayan rüzgâr gibi yumuşaktır; kraliçemize eski sağlığını geri ver.’’

Günler günleri kovaladı. Kraliçe yatağından çıkamıyordu, üstelik gözleri de görmüyordu. Bilge adamlar ve büyücüler çaresiz kraliçenin başında bekliyordu.

Aratta kralı kraliçenin hastalığıyla meşgulken bir gün komşu ülkenin ulağı geldi. Kötü zamanlar yaşayan Aratta kralı neredeyse ulağı kabul etmeyip geri gönderecekti. Bilge adamlar Aratta kralına ulağı kabul etmesini telkin etti. Ulak güçlü kral Enmerkar’ın ulağıydı. Ulak Aratta kralının karşısına çıktı. Yanında getirdiği keten bezin içine sarılmış olan kil tableti çıkardı. ‘‘Yüce kralım’’ dedi, ‘‘Ben basit bir ulağım haber getiririm ve haber götürürüm. Kil tabletten okuyacaklarım hoşunuza gitmeyebilir. Kil tablette yazılı olanları okuyunca bu zayıf ulağa eziyet etmeyeceğinizi umarım.’’ Kral ulağın sözleri üzerine teminat verdi. ‘‘Büyük kral Enmerkar’dan haber getiren ulak, korkma, kil tablette yazılanları oku. Sana söz orada yazılanlar her ne olursa olsun canın korunacaktır. Aratta krallığının sınırlarına kadar muhafızlar eşliğinde götürüleceksin, canına ve üzerinde taşıdığın değerli eşyalarına zarar verilmeyecektir.’’ Ulak, Aratta kralından böyle bir güvence alınca Aratta kralının, bilge adamların, büyücülerin huzurunda kil tablette yazılı olanları okudu.

Kil tablette yazılanlar Aratta kralının onurunu zedeledi. Şöyle yazdırmıştı Enmerkar; ‘‘Aratta ülkesi kralı, sen ki cesur bir kralsın, kahramanlık öykülerin Uruk şehrine kadar vardı. Aratta kralına bu ilk ve son çağrımdır, Aratta krallığı kendi içinde bağımsız olarak hareket edebilecektir yalnız Uruk ve Kulab ülkesine tâbi olacaktır. Yakın bir zamanda pek çok şehir devletini Uruk ve Kulab yönetimine bağladım. En son olarak sizin ülkeniz kaldı. Şimdi size olan bu çağrıma kulak veriniz. Bir kil tabletin üzerinde yazdıracağınız anlaşma ile Uruk ve Kulab ülkesine tâbi olmayı kabul ettiğinizi belirtiniz. Yüce kral olan bana, onurlu kral olan bana boyun eğerseniz krallığınız sonsuza kadar yaşayacaktır. Kabul etmez de karşı gelirseniz şunu bilin ki yeryüzünden gökyüzüne kadar çıkan askerlerim ile, sayıları sonsuz olan askerlerim ile, her biri bir boğa kadar, her biri bir aslan kadar, her biri bir kartal kadar, her biri bir yılan kadar güçlü olan ve düşmanını yemeye hazır olan aç kurtlar gibi olan askerlerim ile üzerinize saldıracağım. Ben ki tanrıların oğlu ben ki yeryüzünün tek hâkimi, parlayan yıldızı, üç yüz yıldır Uruk ve Kulab ülkesine hükmetmekteyim. Bana boyun eğin ve ülkeme katılın ki canınız ile mallarınız güvence altına girsin.’’

Ulak, Aratta kralına kil tablette yazılı olanları okuduktan sonra ortalığa bir sessizlik çöktü. Bu sessizlik duvar gibi kalındı, bu sessizlik gece gibi karanlıktı, bu sessizlik dibi görünmeyen bir uçurum gibiydi. Ulak olduğu yerde titremeye başladı. Aratta kralı Enmerkar’ın çağrısına ret cevabı verdi. Onun ülkesine bağlanmaktansa hemen burada ölebileceğini söyledi. Aratta kralı bilge adamlardan en güvendiği bilgesini çağırdı. Sevgili kraliçesi ölüm döşeğindeyken kil tablete cevap yazma derdine düşemezdi. Bir ân önce kraliçesini görmek istiyordu. Bilge adama teslim olmayacaklarını, gerekirse Aratta krallığında son bir erkek bebek kalana kadar savaşabileceklerini yazdırmasını istedi. Aratta kralı tahtından inerek kraliçenin odasına gitti.

Günler günleri kovaladı, Ulak Enmerkar’a Aratta kralının cevabını götürmüştü. Enmerkar’ın öfkesi kudurmuş bir okyanus gibi çağıldadı. Karşısına kim çıkarsa çıksın ezip geçecekti. Gökte çakan şimşekler gibiydi sesi, gözleri alev alev yanıyordu. Danışmanlarını çağırdı. Krallığına tâbi olan ülkelerin hepsine haber salınmasını istedi. En kısa zamanda büyük ve çok güçlü bir ordu toplanmasını emretti. Dağları ezip geçecekti, akarsuları kurutacaktı. O ki Tanrıların oğluydu. Yeryüzünün tek hâkimiydi. Tanrılar onu; Enmarkar’ı, tüm halkını birleştirmek için yaratmıştı. Emri duyan danışmanlar Uruk ve Kulab’a tâbi olan ülkelere elçiler göndermeye başladı. Savaş hazırlıkları en kısa zamanda yapılmalı Aratta krallığına karşı hücuma geçilmeliydi.

Aratta kralı kraliçesinin derdine çare bulamayan bilge adamların yanından güneşli bir günde ayrıldı. Aratta kralının yanında ona eşlik eden en çok güvendiği bir tek büyücüsü vardı. Büyücü ile Aratta kralı şehrin en yüksek tepesindeki tanrıların tapınağına tırmanmaya başladı. Saatler boyu Aratta kralı ile en güvenilir olan büyücü dağa tırmanmaya devam etti. Güneş tanrısının yeraltına ineceği vakit şehrin en yüksek dağındaki tapınağına vardılar. Tapınağın gözetleme kulesinden Aratta kralının geldiğini gören nöbetçi çana büyük tokmağıyla vurdu. Tapınak içindeki bütün kâhinler hücrelerinden çıkıp tapınağın avlusunda bekleşmeye başladı. Nöbetçi, kâhinlere Aratta kralının geldiğini söyledi. Biri daha vardı yanında. Tapınağın üç metre uzunluğundaki kalın tahta kapısı açıldı. Aratta kralı ile büyücü tapınağın avlusuna girdi. Aratta kralı etrafını çevreleyen yedi kâhinin arasında girdi. Kâhinler bir çember oluşturmuşlar kralı ortalarına almışlardı. Büyücü çemberin dışında kalmış olanları gözlüyordu.  

Aratra Kralı, kâhinlere kraliçesinin ölmek üzere olduğunu söyledi. Civardaki bağlardan ve dağlardan şifalı otlar toplanmıştı, büyücüler ile bilge adamlar bu otları kaynatmış kraliçeye içirmişlerdi ama kraliçe yine de iyileşememişti. Belli bir süre sonra da kraliçe kör olmuştu. Şimdi hiçbir şey yiyemiyor, içemiyordu. Aratta kralı yakın bir zaman içinde kraliçesini kaybetmekten korkuyordu. Kâhinler Aratta kralını dinlediler, düşünmek ve istişare etmek için bir gün müsaade istediler. Aratta kralı kâhinlerin vereceği cevabı beklemek üzere o gece tapınakta kaldı. Kral bütün gece uyuyamadı, gecenin kalın karanlığı ardından yaklaşan büyük bir tehlike sezinliyordu. Yatağın içinde biraz doğruldu tapınağın gün ışığına açılan küçük camından başını uzattı. Tapınak bahçesinde kimse yoktu, kalktı giyindi. Tapınağın üçüncü katındaki odasından taş merdivenleri kullanarak indi. Aratta kralı tapınağın bahçesine çıktı, sabaha kadar burada hiçbir şey yapmadan, eli kolu bağlı beklemek zoruna gidiyordu. Üstelik yakın bir zamanda Aratta şehrini ele geçirmeye gelebilecek düşmanın orduları için hazırlık yapması da gerekecekti. Aratta kralı gökyüzüne baktı, gece yıldızsızdı, aysa bu akşam yüzünün yarısını gösteriyor diğer yarısını karanlığın ardına saklıyordu.

*
Kâhinler, Aratta kralının yanına geldi, ona kraliçesinin iyileşebilmesi için yapması gerekeni söylediler. Kraliçenin iyileşebilmesi için kör bir farenin sütünü içmesi gerekecekti. Bundan kolay ne vardı. Aratta kralı çiftçilerinden birine emreder o da bağlardan birinde çalışırken dişi bir kör fare yakalayıp sütünü elde ederdi. Kâhinler kralın sözü karşısında sustu, bir müddet sonra içlerinden biri konuştu ‘‘Güneş’in oğlu onurlu kralımız kör farenin sütünün içine Anzud Kuşunun gözyaşının akıtılması gerekiyor. Bunun için de Kara Dağlara tırmanacak bir cesur kişiye ihtiyaç vardır. Kara Dağlara varınca Anzud Kuşunun yaşadığı ulu ağaca tırmanacak kişi Anzud Kuşuyla konuşup onu ikna etmeli, gözyaşını almalı. Kör farenin sütünün içine Anzud Kuşunun gözyaşı karıştırıldıktan sonra kraliçemize içirilmeli kalanı ise gözlerine sürülmeli. O vakit kraliçemiz annesinden doğduğu günkü gibi sağlıklı olacaktır.’’ dedi.

Kâhinlerin tapınağından sarayına inen Aratta kralı kâhinlerin dediklerinin ülkeye yayılmasını istedi. Anzud Kuşunun gözyaşını getirene büyük, geniş bir bağ içine yapılmış bir villa verecekti, hayatında görmeyeceği kadar altın ve sarayın kadınları arasından en güzel bir eş. Aratta ülkesi içinde Anzud Kuşunun gözyaşını getirecek olan cesur kahramana verilecek olan hediyeleri duymayan kalmamıştı. Birkaç cesur adam toplandı, sarayın bahçesine getirildi. Aratta kralı sarayın bahçesinde toplanmış olan cesur üç adama baktı. Büyük ve ferah ülkesinde hepsi hepsi üç cesur adam Anzud Kuşunun gözyaşını alabilmek için çıkılması gereken yolculuğu göze alabiliyordu demek. Halkı uzun zamandır savaşmadığı için tembelliğe alışmış olmalıydı. Bu durumda nasıl Enmerkar’ın ordusuna karşı koyacaktı ki. Tanrılar aşkına! Ordu içinde de tıpkı halkta olduğu gibi bir gevşeklik ya da korkaklık yayılmış olabilirdi. Üç adamın ikisi gitmek istemiyordu, içlerinden sadece biri gönüllü olarak kralın karşına gelmişti, gidebileceğini söylüyordu. Aratta kralı gönülsüz gelmiş iki adamı evlerine geri gönderdi. Gönüllü geldiğini söyleyen Lugalbanda’yı Anzud Kuşunun gözyaşını getirmesi için görevlendirdi. Lugalbanda Kara Dağlara doğru yola koyulduğunda Enmerkar da topladığı yüce, soylu ordusuyla Aratta ülkesi üzerine doğru geliyordu.

Lugalbanda üç gün üç gece yürüdü en sonunda Kara Dağların eteğine vardı. Güçlü, kaslı kollarıyla Kara Dağlara tırmanmaya başladı. Lugalbanda ekmek yemiyor, su içmiyordu. İlahi bir güç tarafından doyurulduğunu hissediyordu. Lugalbanda günlerce tırmandı zirveye doğru, elleri kanadı, ayak tabanları patladı ama Lugalbanda hiç acıkmadı, Lugalbanda hiç susamadı. Bir hafta boyunca gece demeden gündüz demeden tırmandı Kara Dağlara. Lugalbanda uyku nedir bilmedi, uykusu gelirse kayalıklardan düşüp parçalanacağını biliyordu. Lugalbanda’nın uykusu da hiç gelmedi. On gün sonraydı Lugalbanda nihâyet Kara Dağların zirvesine vardı. Ulu ağacın üzerinde yaşayan Anzud Kuşunun yuvasını gözledi. Lugalbanda gözlediği yerden güneşin alaca karanlığı deldiği bir zamanda Anzud Kuşunu gördü. Anzud Kuşunun bir kanadı bir boğa kadardı. Anzud kuşunun kafası üç aslan kafası büyüklüğündeydi. Anzud Kuşunun pençeleri savaş arabası genişliğindeydi. Anzud Kuşu yuvasına davetsiz gelen misafirin varlığını sezinledi. Bir yerden, gizli bir köşeden bir göz tarafından gözetleniyordu. Gök gürültüsüne benzeyen sesiyle konuştu.
  • Her kimsen sana tavsiyem şimdi sakladığın delikten çıkmandır. Mademki yuvama kadar geliyorsun, mademki beni rahatsız etmeye cesaret edebiliyorsun kendini göster. Göster ki seni görebileyim. Sakladığın yerden çıkmazsan ben seni bulurum. Bulduğum zaman da yaşamana izin vereceğimi aklından bile geçirme.
Lugalbanda silâhlarını bıraktıktan sonra Anzud Kuşunun karşısına çıktı. Lugalbanda Anzud Kuşunun karşısında eğilip onu selamladıktan sonra konuşmaya başladı.
  • Tanrıların Kuşu soylu efendimiz beni buraya Aratta kralı gönderdi. Kraliçemiz hasta üstelik düşman her geçen vakitte güzel şehrimize yaklaşmakta. Yüce Anzud Kuşu, dağların zirvesinde yaşayan hiçbir varlıktan korkmayan Anzud Kuşu, hiç kimseye boyun eğmeyen cesur Anzud Kuşu kraliçemiz hasta. Bu yüzden Güneş’in oğlu Tanrıların kutsadığı Aratta Kralı beni sana gönderdi.
  • Aratta kralı benden ne talep ediyor? Uzun yıllardır insanoğlundan uzak yaşıyorum. Hiçbir krallığın yanında savaşa katılmamaya söz verdim kendi kendime. İnzivaya çekildim. Eğer benden savaşa Aratta ülkesi yanında katılmam isteniyorsa bunu asla kabul etmem. İnsanoğlunun kavgası benim kavgam değildir. Ben Anzud Kuşu Kara Dağların efendisi Kara Dağlarda yaşayan hayvanları insanların tehlikelerinden korumakla görevliyim.
  • Yüce ve soylu Anzud Kuşu senden istediğim Aratta ülkesi safında savaşa katılman değildir. Yüzyıllardır insanların yanında savaşmadığını biliyorum. Yüzyıllardır Kara Dağlara hükmettiğini biliyorum. Buraya gelen insanların kötü niyetlerini sezinlediğinde onları uçurumdan attığını biliyorum. Ben Lugalbanda Aratta kralının sadık hizmetkârıyım, senden istediğim hasta kraliçemiz için bir damla gözyaşını vermendir. Kraliçemiz uzun bir vakittir hasta yatıyor. Hastalığı artınca gözleri de görmez oldu. Kralımız kraliçemizi kaybetmekten korkuyor.
  • Kraliçeniz nasıl bir kadındır? Kurtarılmaya layık mıdır? Yoksa sen Lugalbanda sana verilecek olan altınlara kavuşmak için mi buraya geldin?
  • Yüce ve soylu Anzud Kuşu kraliçemizin kalbi gökyüzündeki bulutlar kadar saftır. Kraliçemiz ülkesindeki herkese yardım eder, kapısına gidip de isteği geri çevrilmiş bir kimse yoktur. Aratta ülkesi insanları içinde hiçbir kimsenin aç kalmasına, açıkta uyumasına izin vermez. Aratta ülkesi içinde yaşayan en aşağısından en kıdemlisine kadar her bir insanın kendine ve ailesine yetecek kadar besini ve yaşamını sürdürebileceği bir evi vardır. Tüm bunların sağlayıcısı da iyi kalpli kraliçemizdir.
  • Lugalbanda anlattıklarına bakılırsa senin kraliçen yaşamaya layıktır. Öyleyse yaklaş bana da gözyaşımdan al bir damla.
Lugalbanda gözyaşını Anzud Kuşundan aldı. Anzud Kuşu kraliçenin ağır bir hastalığa yakalandığını Lugalbanda ona gelmeden çok öncelerden biliyordu. Anzud Kuşu kendisine hizmet eden cinlerden kraliçenin hasta olduğunu öğrenmişti. Lugalbanda’nın sırtına çıkmasını istedi. Anzud Kuşu, Lugalbanda’yı Aratta ülkesine kadar götürdü, bıraktı. Anzud Kuşu, Lugalbanda’yı Aratta ülkesine bıraktıktan sonra hızlıca uzaklaştı buradan. İnsanların savaşına taraf olmak istemiyordu. Bu yüzden kralla konuşmadan -ki kral onu görünce Enmerkar’ın ordularıyla yapılacak olan savaşta yanında olmasını isteyebilirdi- ayrıldı Aratta ülkesinden. Lugalbanda Aratta kralının huzuruna çıktı, Anzud Kuşunun gözyaşını teslim etti.

Bilge adamlar ve büyücüler kör dişi bir farenin sütü ile Anzud Kuşunun gözyaşını birleştirdiler. Bir kısmını kraliçeye içirdiler bir kısmını da gözlerine sürdüler.

Enmerkar ordularıyla Aratta ülkesi surları önünde bekliyordu. Aratta kralı da kendinden emin yanında kraliçesiyle birlikte surların üzerinden Enmerkar’ın ordularına bakıyordu. Savaşın başlayacağını bildiren borazan ve davul sesleri yükselmeye başladı. Savaş naraları ve çığlıkları Kara Dağların zirvesinden duyuluyordu.



SON