Hakan Günday / Kinyas ve Kayra Adlı Romanı Hakkında
Kinyas ve Kayra’yı okurken aslında hiçbir önyargıya kapılmadan devam edebilmek çok mümkün görünmüyor. Biz insanlara toplumun içinde bir şekilde yaşayabilmek adına birtakım değerler kazandırılmıştır. Yalnız her ne kadar kullanılan dil ve anlatılanlar bana uzak desek de muhakkak ki satır aralarında bazen ben de bu şekilde düşünüyorum ve yahut bu şekilde hissediyorum dediğimiz cümlelerle karşılaşıyoruz. Kitap üç bölüm hâlinde iki kahramanın hayat yolculuğunu anlatıyor. Suç üzerine kurulu bir dünya. Kitabı okurken bazen iki kahramanın bir benlikte yaşayan farklı kişilikler olduğundan bile şüphelendim.
Kinyas ailesinden gerçek kişiliğini sürekli gizlemek zorunda kalmaktan nefret ediyor. Kayra ise içinde bulunduğu düzene kesinlikle uyum sağlamak istemiyor. Kayra tıp eğitimi alırken okulunu bırakıyor, bir türlü cevabını veremediği bazı soruları sürekli olarak zihnini meşgul ediyor. 1 rakamından sonra 2’nin geliyor olabilmesini hiç anlayamıyor ve o aradaki sonsuz kere tekrarlanan sayıların ne olduğuyla ilgili soruları cevapsız kalıyor ya da filozofların birçoğunun yanıldığını düşünüyor. ‘‘Hiçbir sayı tam değildir. Hepsi tama yaklaşır. Ama varamaz. Demektir ki, 1,999…9’u bize 2 diye yutturmaya çalışan bir dünyanın çocuklarıyız. Ve dünya da aslında tam gibi görünürken bir irrasyonellik harikası. İşte bunun için hayat yoktur.’’
Kinyas mı Kayra mı daha kötü? İşte bu sorunun kesin bir yanıtı yok. Onlar Türkiye’de yaşayan iki normal gibi görünen ailenin çocukları. Sokaklarda yaşayan çocuk değiller ya da parçalanmış diyebileceğimiz ailelere sahip değiller. Anne babaları bilinçli görünüyor ve evlatları için gereken her türlü fedakârlığı yapmaya hazırlar. Kinyas ve Kayra içinde yaşadıkları topluma yabancılaşıp pek çok durumu sorgulamaya başlıyorlar. Onlar ailelerinin yaratmaya çalıştığı insan olmak istemiyorlar. Kendilerinin hayatta yapmak istedikleri var, yaşamaktan çok ölüme inanıyorlar. Bu yüzden de ölümün belki de dünya üzerinde en çok yaşanan coğrafyasına gidiyorlar. Burası Afrika’nın Abidjan adlı şehri. Bu şehirde birçok karanlık adamla tanışıyorlar, kirli işlere bulaşıyorlar. İnsan öldürüyor, kadınlarla beraber oluyorlar. Kısacası aslında hiçbir şeyi insanca yaşamıyor daha çok her şeyi yok ediyorlar. Kayra kadınları önce tatlı sözlerle kendine çekiyor ve onlarla işi bittiğinde gerçek yüzünü gösteriyor, onları vahşice hiç acımadan öldüresiye dövüyor. Kinyas ve Kayra birbirlerine bir noktadan sonra öyle bir alışıyorlar ki yaptıkları iğrençlikleri kanıksamaya başlıyorlar, duyguları alınmış robotlara benziyorlar.
Kitabı okurken sık sık beyaz adam ve esmer tenli insanların karşılaştırmaları yapılır. Beyazların Batı Afrika sahillerinde nasıl bir suç imparatorluğu kurduğuna dikkat çekilir ve ne gibi iğrençlikler yaptıklarına. Aslında bu kitabı okurken bu iki suç makinası insanın hayatı dünyaya bir mesaj vermek için kurgulanmış olmalı diye düşündüm. Dünyanın bir yerinde böyle olaylar oluyor ve tüm o medeni denilen ülkelerin bir şekilde bu işlenen cinayetlerde ya da suçlarda etkin rolleri var.
Kinyas bambu kulübelerin birinde bir siyah genci vurduğunda insanların tepkisizliği insanın kanını donduruyor ama bu kısım da okuyucuya bir mesaj veriyor aslında. Neden bu oluyor ve neden insanlar ölen siyahi genci umursamıyorlar? İşin ucunda her zamanki gibi para var da ondan. Kinyas otel sahibine maddi yardımda bulunuyor o da otelini büyütmek için bu parayı kullanıyor. Bir insan eksilmişse eksilmiş bunu hiç de önemsemiyorlar. Hem zaten ölen kişi bir beyaz da değildir.
Sık sık yerli halkın içinde bulunduğu yoksulluğa dikkat çekilirken orada uyuşturucu ya da silâh işinden veya başka türlü kirli işlerden zengin olmuş insanların -beyazların- yaşantılarından bahsedilir. Kadınlar, gece kulüpleri, eğlenceler, cinayetler, kan, yalan, insan harcama…
Kayra ve Kinyas yapabilecekleri tüm kötülükleri yaptıktan sonra zihinlerini boşaltarak hayatlarına son vermek istiyorlar. Onlar zihinleri öldüğünde bedenlerinin de ölene kadar birisi tarafından bakılmasını istiyor.
Kinyas’la Kayra bir ara Güney Amerika’ya gitmek için bir deniz yolculuğuna çıkıyor. Burada insan olmanın ya da tam tersi canavarlaşmanın asıl yüzüyle ve kendi düşünceleriyle baş başa kalıyorlar. Bir ay gibi bir süre beyazlara karşı hiç de iyi duygular beslemeyen melez adamların arasında -melezler büyük ihtimalle bir zamanlar tecavüze uğramış yerli kadınların torunları- öldürülmekten korkuyorlar. Bu kısımda anlatılan bir olay var ben ondan da bahsetmek istiyorum. Aşçı yamağına cinsel tacizde bulunan bir adamı mürettebat öldüresiye dövüyor ve bir yere kapatıyorlar onu. Yalnız aşçı yamağı yine de diğer adamların elinden kurtulamıyor. Oysaki aynı adamlar onu cinsel istismardan korumak istiyorlardı. Buradaki büyük çelişki vurgulanırken aslında insanların nasıl da iki yüzlü ve iğrenç varlıklar olabilecekleri anlatılıyor.
İki suç makinesi adam Batı Afrika sahillerinde yaşıyor, sahte pasaport, sahte kimlik çıkarmak onlar için hiç sorun değil. Hayatları boş vermişlik üzerine kurulu ve ölüme doğru doludizgin koşuyorlar. Her nerdeyse ölümle bir an önce karşılaşmak istediklerini söylüyor olsalar da ölümle burun buruna geldiklerinde ona teslim olmak da belki istemiyorlar. Bunu da gemide geçen bir aylık dönemdeki düşüncelerinden anlayabiliyoruz.
Kinyas da Kayra da zaman zaman birbirleri hakkında delirdiklerini düşünüyor. Yine bir suç işleyip ülkeye -Türkiye’ye- dönüyorlar. Ankara’da Hilton otelinde Kinyas Kayra’yı terk ediyor. Bu kısımdan sonra hikâyelerine yalnız olarak ama çok sıklıkla birbirlerini hatırlayarak devam ediyorlar. Çünkü Kinyas ve Kayra hayatlarının sekiz yılını birlikte geçiriyor. Evlerinden kaçıyorlar ve tüm geçmişlerine sırt çeviriyorlar.
Kayra hayatına suç işlemeye devam ederek şekil vermeye çalışıyor. Onun en sonunda zihinsel ölümü için bir parayı kazanması ve kendi zihnini öldürmeye çalışmasındaki o süreci insan artık yeter ne olacaksa olsun diyerek okuyor. Kayra bana kalırsa zihnini öldürmekten çok çıldırma sınırını aşma noktasına geldi. Ve o yaşarken kendini belki de yaptığı kötülükler yüzünden hapsederek cezalandıranlardan. Benim anlamadığım şu oldu Kayra bir odaya kafasını kazıtmış ve kıyafetlerini çıkarmış olarak girdiğinde kendi kaderine neden Anita’yı ortak ettiğiydi. Onu da romanda geçen şu cümlelerle anlamış bulundum, o kısmı da işaretlemiştim. Buraya da yazmak istiyorum. ‘‘İnsanlar…dedim fısıldayarak. Taşırlar insanları. Kundaktayken, tabuttayken. Hep taşıyacak birileri olur. Bazıları dostluktan, bazıları cepteki paradan, bazıları da içinde bulundukları sistem bir gün onlara da taşınma sırasının geleceğini söylediği için, taşırlar insanı.’’ Anita Kayra’nın cebindeki parası yüzünden ona bakmaya razı oluyor. Gerçi bir ara ona âşık olduğunu düşünse de sonradan aralarında bir ilişki yaşanamayacağını anlıyor.
Kinyas, Kayra gibi Afrika’ya dönmeyi tercih etmiyor. O belli bir süre kendiyle cebelleştikten sonra ailesinin yanına gidiyor. Kinyas’ın burada gerçek isminin Tolga olduğunu öğreniyoruz. Ve belki birçok çocuğun sahip olmayı düşlediği bir ailesinin olduğunu anlıyoruz. Kinyas bu insanları niçin terk etmiştir? Burada her zaman aile mi suçludur sorusu akla geliyor. Bölünmüşlük, yabancılaşma, uyum sağlayamama, parçalanma, tuhaf olma… ya da başka türlü sorunları yaşayan herkes Kinyas ve Kayra gibi kaçmıyor. Kinyas tuttukları yolun yanlış olduğunu bilse de bazen Afrika’ya gitmeyi çok arzu ediyor. Bir müddet sonra da değişen kötü dünyayla, kapitalizmle ya da suçla onun anlayabileceği dilden onun kurallarıyla oynamayı öğreniyor. Bana göre Kinyas iyi insan olma yolunda bir adım atmış olsa da kendini tam olarak gerçekleştirememiştir. O sadece dönen çarkların yanındaki yerini almıştır.
Farkındalık kazanmak adına okunacak kitaplar arasına giriyor. O çok sevilen hayran olunan birtakım ülkelerin bugün bu refah düzeylerini kazanmalarındaki üçüncü dünya ülkelerinin rolünü öğrenmek istiyorsanız Kinyas ve Kayra’nın suç dosyasını okuyunuz.
Kitapla kalınız.