Burcu BOLAKAN

Burcu BOLAKAN

[email protected]

Emir Sultan Hazretleri

19 Temmuz 2024 - 14:48 - Güncelleme: 19 Temmuz 2024 - 22:06

Emir Sultan Hazretleri
Emir Külâl çömlek yaptığı küçük atölyesinden çıktı, yolunun üzerindeki birkaç dükkândan evi için alışveriş yaptı. İki katlı ahşaptan yapılmış evinin bulunduğu sokağa girdiğinde yüreği sevinçten kıpır kıpır olmuştu. Akşam rüyasına Hz. Ali girmiş torunlarından biri olan Emir Külâl’ı sağlıklı bir erkek çocuğuyla müjdelemişti, doğacak olan evladının; milleti, devleti, dini için hizmet edeceğini, gönüllere taht kuracağını bildirmişti. Emir Külâl sabah uyandığında yanında uyuyan karısına sevgiyle ve merhametle baktı. Ev ahalisini rahatsız etmemek için sessizce evinden çıkarken bugün oğlunun dünyaya geleceğini biliyordu.

Evinin kapısını çaldığında iki hanım Emir Külâl’a kapıyı açtı. Hanımlardan biri biraz geriye çekilip Emir Külâl’a bir oğlu olduğunu, hanımının sıhhat durumunun iyi olduğunu söyledi. Emir Külâl evi için aldıklarını kadınlara vererek yeni doğum yapmış karısını ve oğlunu görmek için ahşap evinin merdivenlerinden üst kata çıktı.

Emir Külâl biricik oğlunu sevgiyle himaye etti, kendisi de sözü doğru, yalansız riyasız bir yiğit cengâver kişiydi. Güreş sporuna meraklı olan Emir Külâl oğlu Muhammed Şemseddin’i de yiğitlik, doğruluk, dürüstlük üzerine yetiştirdi. Muhammed Şemseddin milletini severek büyüdü, dini görevlerini eksiksiz yerine getirir küçücük yaştaki bir çocuktan duyulmasına sık rastlanılmayan cümleler kurar gönülleri fethederdi.
***
 
Adamcağız Emir Külal’ın çömlek atölyesine gelmiş bir bardak su istemişti. Adamın sıkıntı hâlini gören Emir Külâl suyu verirken şefkatli bir ses tonuyla sordu.

‘‘Çok üzüntülü görünüyorsun kardeşim. Bir sıkıntın derdin mi vardır? Unutma ki insanlar dertlerini anlattıkça rahatlar, çözüm bulmak için de belki bir kapı aralanır.’’

‘‘Seyyid Ali ne zamandır bahçeme ektiğim sebzeler çürür, onları sulamak icap etmektedir amma velâkin bahçemin suyu kurumuştur. Hâl böyle olunca da sebzelerimin hepsi kuruyup, ürün veremeden dökülür, gider.’’

‘‘Dur hele bakalım bir hâl çaresini düşünelim.’’

Muhammed Şemseddin babasıyla komşularından biri olan bu fakir adamın konuşmalarını dinleyip üzüldü. Çocuk kalbiyle bu konuda adama yardım etmek istedi, kafasından neler yapabileceğiyle ilgili fikirler geçiyordu. Babasıyla adamcağız konuşurken sessizce çömlek atölyesinden ayrıldı. Muhammed Şemseddin babasının yanına gelen adamın evini biliyordu, sebze bahçesini bir de kendi gözleriyle görmek için yürümeye başladı.

Sebze bahçesine geldiğinde gerçekten de sahibinin söylediği gibi bir bahçeyle karşılaşmıştı. Ekili olan bütün sebzeler kuruyup gitmiş, boynunu bükmüştü. Sebzelerin, meyvelerin hiçbirinde can kalmamıştı ki adamcağız bu sebze bahçesinden verim alsın. Küçük Şemseddin sebze bahçesine girip bir köşesine çekildi, burada iki rekât namaz kılıp Allah’a dua etti. Çocuk kalbiyle Allah’tan yardım istiyor, adamcağızın bahçesine bereket gelmesini diliyordu, bahçedeki su kaynağı kurumuştu. Yüce Allah su kaynağını tekrar diriltir, bahçenin verimini artırabilirdi. Böylece Şemseddin samimi dileklerini Yaradan’a söyledi. Emir Külâl ile sebze bahçesinin sahibi adam gelmiş, küçük Şemseddin’i namaz kılarken görmüş onun namazının bitmesini beklemişlerdi. Emir Külâl, Şemseddin’in Yaradan’a dua ettiğini hissediyordu. Biraz vakit geçince bahçedeki su yeniden belirmiş, adamcağız hiç olmadığı kadar sebze bahçesinden verim alır olmuştu. Sebze bahçesinin sahibi küçük çocuğun bahçesine gelip namaz kıldıktan sonra suyun tekrar çıktığını, sebzelerin yeşerdiğini, kuruyan meyvelerinin olgunlaştığını Buhara halkından pek çok kimseye anlattı.

Şemseddin annesini yedi yaşında kaybetmişti ama annesiyle olan anılarını çok iyi hatırlıyordu. Hafızası çok güçlü bir çocuktu, babası onu hem yiğit bir er kişi olabilmesi ve hem de dini vecibelerini eksiksiz yerine getirmesi için eğitiyordu. Şemseddin zamanın Buhara âlimlerinden ders alıyordu, dimağı genişti, her söyleneni çabucak kavrıyordu, derslerine çalışıyor, hocalarının dediklerinden dışarıya çıkmıyordu. Babası ilk hocasıydı ve onun yakın arkadaşı olan Seyyid İsa’nın da sohbetleri yanında Buhara’daki pek çok âlimlerin, şeyhlerin, dostların toplantılarına katılır, oradaki edilen sohbetlerden hem istifade eder hem de kendi güçlü iradesini ve gönüllerin ehli olduğunu konuşmalarıyla, hâl ve hareketleriyle gösterirdi.

Muhammed Şemseddin’in kısa bir süre sonra da babası vefat etti. O babasından öğrendiği çömlekçiliği Buhara’da bir süre devam ettirdi, âlimlerin sohbetlerine iştirak etti, kurduğu dostlukları daha da sağlam kıldı. Buhara’da yaşayan insanlar onu veli kimseler arasına koymuşlardı, Muhammed Şemseddin çok sevilir ve sayılırdı.

Muhammed Şemseddin’e soyunun şerefliliği nedeniyle Emir denildi, daha sonra da Bursa halkı tarafından çok sevilecek olan Seyyid Emir Muhammed Şemseddin Buhârî’ye Sultan da ilâve edilecek ve Bursa halkı tarafından gönüllerin sultanı Emir Sultan olarak anılacaktır.

Emir Sultan epey bir zamandır gördüğü rüyaların etkisinde kalmıştı. İnsan yaşantısına rüyalar ve kurulan hayâller muhakkak ki tesir eder. Emir Sultan da gördüğü rüyaların etkisiyle ona bazı işaretler sunulduğunu düşünür hem de atalarının yaşadığı toprakları merak etmektedir. Büyük dedesi Hz. Muhammed’i ziyaret etmenin vakti zamanı gelmiştir. Emir Sultan Medine yollarına düştüğü vakit yirmi yaşlarında yağız bir delikanlıydı öncelikle Hz. Muhammed’in mezarını ziyaret etmek istiyor daha sonra da Medine’ye yerleşmek orada yaşamak ve Medine’de ölüp dedesi Hz. Muhammed’in yakınlarında bir yere gömülmek istiyordu.

Emir Sultan hac vazifesini yaptıktan sonra Medine’ye döndü. Burada kalacak bir yer aradı ama bulamadı. Yorgun düşmüştü, ümitsizlik içindeydi bir vakit daha ötede beride dolandı, o anda belki yanından hiç geçmediği ya da göremediği ama şimdi farkına vardığı boş bir odanın olduğunu gördü, içeriye girip yerdeki döşeğin ucuna oturdu. Emir Sultan boş odada otururken iki adam yanına gelip ona dışarıya çıkmasını bu odanın Seyyidler için hazır tutulduğunu söyledi. Emir Sultan çok mütevazi bir şekilde ayağa kalktı, odadan dışarıya çıktı, gönül okşayıcı bir dilde kendisinin de Seyyid olduğunu bu durumda bu odada kalmak için bir engelin olmadığını söyledi. Ama iki adam Emir Sultan’ı dinlemiyordu. Seyyid olduğunu Emir Sultan’ın ispat etmesi gerekirdi. Emir Sultan bu ispatı yapamayacağını, Horasan’dan geldiğini buralarda tanıdığı hiç kimsenin olmadığını söyledi. Bu durumda adamlar dediklerinde direttiler Emir Sultan’ın odada kalamayacağını kesin bir dille belirttiler.

Emir Sultan düşündü, sonra da ‘‘Size bir şahit göstereceğim,’’ diyerek sustu. Adamlar merak içindeydi, yalancı olduğunu düşündükleri bu adamın göstereceği şahidi olduğuna inanmıyorlardı.
Emir Sultan konuşmaya başladı, ‘‘Benim şahidim âlemlerin sevgilisi Yüce Peygamberimizdir,’’ dedi, Hz. Muhammed’in Ravzasına doğru döndü, ‘‘Ey dedeciğim sana selam olsun,’’ diyerek orada bulunan herkesi şaşırttı. Emir Sultan’ın selamına karşılık veren Yüce Peygamberin sesi duyuldu. ‘’Ey oğlum! Sana da selam olsun.’’

Onu yalancılık ile itham etmeye cüret eden adamlar çok üzüldü, Emir Sultan’dan özür dileyerek ona hakkını teslim etti.

Emir Sultan ile yaşanan bu hâdise kısa zamanda Medine’de yaşayan insanlar arasında duyuldu. Aslında Emir hazretleri bu durumdan hiç memnun değildi çünkü o dikkatleri üzerine çekmeden gösterişten uzak bir hayat yaşamak istiyordu.

Emir Sultan kendisine Medine’de bir hayat kurmuştu, halkın ona gösterdiği ilgiden rahatsız olsa da sırlarını açığa vurmadan insanlarla onların anlayabileceği dilden konuşuyordu. Daima gönül alıcıydı ama doğru bildiğini söylemekten geri durmazdı. Medine’de yaşayan âlim ve arifler tarafından sevilip sayılırdı. Emir Sultan hayatının sonuna kadar Medine’de yaşamak isterken bir gece gördüğü rüya onun manevi dünyasında sarsıntıya yol açtı.

Emir Sultan rüyasında Hz. Ali’yi görmüştü, Hz. Ali’nin yanında İslâm Peygamberi Hz. Muhammed durmaktaydı. Hz. Ali, Emir Sultan’a rüyasında seslendi, ‘‘Ey oğlum! Sana görev yerin tebliğ olundu. O görev yeri ki meşakkatli ve yorucudur daha önce hiç görmediğin ama şimdi işaret olunan Diyar-ı Rum’a git ve orada İslâm dininin ahlak ve hükümlerini insanlar arasında doğruluk yolundan ayrılmadan yay,’’ dedi.

Emir Sultan uyandığında bunun kendisi için bir işaret olduğunu anladı, Medine’den ayrılacağı için üzgündü yine de bir müddet daha beklemek niyetindeydi. Aslında Emir Sultan dedesinin mezarının bulunduğu bu topraklardan ayrılmak istemiyor, çok üzülüyordu. İkinci kez rüyasına Hz. Muhammed girdiğinde işin ciddiyetini anladı. Kaderinin böyle hükmedildiğine kanaat getirdi. Hz. Muhammed önünde belirecek olan üç nurdan ışığı devamlı suretle takip etmesini, o ışıkların söndüğü yerde yerleşmesini ve ölünceye kadar orada yaşamasını öğütlemişti. Emir Sultan’a verilen görevin sorumluluğu büyüktü Emir Sultan yola çıkmak için artık daha fazla beklemeyecekti. Emir Sultan ve maiyeti önlerinde beliren üç nurlu ışığı takip ederek aylarca süren meşakkatli bir yolculuğa çıktılar. Aylarca süren yolculuktan sonra Anadolu’ya geldiler. Bu zorlu yolculuk Bursa’da sona erdi çünkü önlerindeki üç tane nurlu ışık Bursa’da sönmüştü. İlk geldikleri zaman Gökdere vadisindeki tepeye yerleştiler.

Emir Sultan ve maiyetinin önlerindeki nurdan ışığı takip ettiğini gören bazı insanlar onun veli bir kimse olduğunu anladı. Kulaktan kulağa Bursa’ya nurlar içinde büyük bir kimsenin geldiği bilgisi yayılmıştı. Emir Sultan’ı görmek isteyen kişiler onu görmeye gittiler. Böylelikle Emir Sultan yaşamak istediği münzevi hayatını Bursa’da da yaşayamayacaktı. İlk zamanlar onun Bursa’da yaşadığını az insan biliyordu.

Bir gün Emir Sultan eksik olan birtakım ihtiyaçlarını almak için çarşıya çıktı. Üzerinde yeşil cübbe ve yeşil sarık olan uzun boylu, esmer delikanlı yürüyüşüyle, hâli tavrıyla dikkatleri üzerine çekiyordu. Ama ondaki vakur tavırların altındaki gizli âlemi fark edebilen bir tek kimse oldu.
Somuncu Baba pişirdiği ekmekleri ahaliye satmak için çarşı sokaklarında dolanıyordu. ‘‘Sıcak ekmeklerim var,’’ diye bağıra bağıra gezen Somuncu Baba, yeşil cübbeli, yeşil sarıklı genç adamı gördü. Bir müddet olduğu yerde durup onun gezindiği yerlerdeki sergilediği tavırlarını izledi. Bu yakışıklı genç adamın yüzündeki manayı keşfetti. O bir Allah dostuydu, Somuncu Baba bu gencin kim olduğunu merak etti fakat yapması gereken bir işi olduğu için ekmeklerini satmaya devam etti.
Somuncu Baba, Molla Fenâri’yi çarşı sokaklarında ekmek satarken genç yağız yakışıklı bir er kişiyle karşılaştığından, bu kimsenin veli bir kimse olduğundan haberdar etti. Molla Fenâri hemen ulaklarıyla Emir Sultan’a haber salıp tanışmak istediğini bildirdi. Hacı Bayram Veli de Molla Fenâri’nin ziyaretine gelmişti, her ikisi de Bursa’ya teşrif etmiş olan bu kişinin manevi âlemdeki büyüklüğünü onu görmeden anlamışlardı. Somuncu Baba kendisini saklamayı bilen, manevi büyüklüğünü sır gibi gizleyen, insanlara sanki onlardan biriymiş gibi görünen, pek çok kimsenin onlar hiç farkında bile olmadan yardımına koşan biriydi. Emir Sultan’ın ise Bursa ilindeki vazifesi onun gizlenerek yaşamasına engel teşkil ediyordu.

Emir Sultan davete icap edip yanına aldığı dervişleriyle Molla Fenâri’nin huzuruna vardı. Molla Fenâri, Hacı Bayram Veli, Emir Sultan birlikte oturup derin bir sohbete başladı. İkisi de anlamıştı ki Emir Sultan Bursa halkına hizmet için gönderilmiştir. Böylelikle bu büyük veli kimseler tanışmış oldular, bundan sonra sıklıkla buluşup ilim ve fikir sohbetleri yaptılar.

Emir Sultan Bursa’da ilmi faaliyetlerine devam ederken ünü bütün Bursa halkı arasında duyuldu. Seyyid veli bir kimse olması sebebiyle onu görmek isteyen, şifahi ve alçak gönüllü üslubunu duymak isteyen pek çok kimse Emir Sultan’ın dergâhına gidiyordu. Emir Sultan bazen bu denli yoğun bir ilgi karşısında bunalıyordu ama onun görevi her bir gelen insanın dertlerini elinden geldiğince gidermeye çalışmak ve insanlara doğru yolu göstermekti. O yüzden de misafirlerine hürmet ediyor, onların sordukları sorulara cevap veriyor, doğruyu, güzeli göstermeye çalışıyordu. İsteyen olursa Emir Sultan’ın her akşam yapılan sohbetlerine katılıyordu. Emir Sultan’ın halka verdiği ders mahiyetindeki sohbetler ile Bursa ulema ve arifleriyle bir araya geldiğinde ettiği sohbetlerin derinliği elbette farklı idi. O âlimlerin yanında gaybın anahtarları bulunmaktaydı.

***
Hundi Fatma sabah uyandığında sıkıntılıydı, garip bir rüya görmüştü fakat bu rüyasını birine anlatabilmesi mümkün değildi. Rüyasında bir erkeğin cemali ona gösterilmiş ‘‘İşte senin bu dünyada ve ahiretteki eşin,’’ denilmişti. Hundi Fatma odasının ortasında bir aşağıya bir yukarıya doğru yürüyordu. Rüyasında gördüğü, dünyada ve ahirette ona senin eşindir diye gösterilen kişi kardeşlerinin hocası idi. Bu genç adamla evlenebilmesi mümkün değildi annesi Devlet Hatun onu Süleyman Paşa’yla evlendirmek istiyordu. Nasıl gidip desin ‘‘Anneciğim rüyamda bana evlenmem üzere gösterilen kişi erkek kardeşlerime hocalık yapan Bursa halkı tarafından Seyyid Emir Buhârî olarak bilinen kişiydi,’’ diye. Hundi Fatma şimdilik rüyasını hiç kimseye anlatmayıp içinde tutmak gayretindeydi. Birkaç günü bu şekilde tedirginlikle geçiren Hundi Fatma’nın babası Yıldırım Bayezid Han da düşmanla cenk etmekteydi.

Fatma Sultan ikinci kez rüya gördüğünde bu rüyanın tesirinden kolayca kurtulamadı. Gördüğü rüyada Hz. Muhammed vardı kendisine ‘‘Oğlum Muhammed Buhâri ile evlen,’’ demişti. Fatma Sultan’ı içinde bulunduğu durum bunaltmaktaydı. Durumu annesine açsa annesinin şiddetle karşı çıkacağı kanaatindeydi, annesi onu başka biriyle evlendirmeyi istemekteydi. Fatma Sultan düşündü, Emir Sultan’ın durumdan haberdar olup olmadığını da bilmek istiyordu. Sonuçta rüyasında gördüğü Peygamber Efendimizin torununun da bir şekilde Fatma Sultan’ın yaşadıklarını hissetmesi gerekirdi. Fatma Sultan dadısını Emir Sultan’a göndererek kendince durumu soruşturmak istedi. Emir Sultan’ın cevabı Fatma Sultan’ın yüzünü güldürdü, Emir Sultan, Fatma Sultan’ın gördüğü rüyadan haberdar olduğunu kendilerinin nikâhının Arş-ı âlâda kıyıldığını söyledi, tez bir vakitte Fatma Sultan’ı istetecekti. Yıldırım Bayezid seferde olduğundan Fatma Sultan’ı annesi Devlet Hatun’dan isteyeceğini de bildirdi.

Birkaç gün geçmişti, bir gün bir derviş Devlet Hatun’un huzuruna varmak istediğini söyledi. Devlet Hatun’un huzuruna varmak isteyen dervişin yanında Molla Fenâri de vardı. Huzura kabul edilince derviş ve Molla Fenâri, Devlet Hatun’un karşısına geldi. Derviş söze girip Emir Sultan Hazretlerine Hundi Fatma Sultan’ı istediğini deyiverdi. Devlet Hatun dervişin sözlerini bir an idrak edememişti, önce güldü sonra da çok büyük bir öfkeye kapıldı, ‘‘Nasıl olur da karşıma gelip bir devlet sultanı olan Yıldırım Bayezid Han’ın biricik kızı Fatma Sultan’ı istersin,’’ dedi, ‘‘Bilmez misin ki bu evlilikte denklik yoktur. Bir sultan ile garip bir dervişin evlendiği nerede görülmüştür? Yıkıl git karşımdan Emir Buhârî’ye de söyle bugün topraklarımızda yaşamasına izin verdiğimiz için şükreylesin ve kendisine sunulan nimetlerle yetinmesini bilip fazlasına göz dikmesin yoksa,’’ dedi kaldı, Molla Fenâri Devlet Hatun’un diyecekleri arasına giriverdi, ‘‘Sultanım ileride sizin yüzünüzü karartacak bir söz etmenizden korkarım. Haber göndereceğiniz kişi bir Seyyid olup aynı zamanda İslam dini için hizmet eden, vatanını, milletini seven, insanları iyiye ve güzele davet eden pek çok yüreklere tesir etmiş biridir. İsterseniz mevzuyu bir daha düşününüz,’’ dedi.

Devlet Hatun Molla Fenâri’ye itibar ederdi, bu pek saygıdeğer kişi Yıldırım Bayezid sefere çıktığında devlet işlerini yürütmekte mahirdi. Kendisine sonsuz güvenilir ve itimat edilirdi. Devlet Hatun bir anda sözlerine kendi de inanmayarak ‘‘Söyle Emir Sultan’a mademki bir padişahın kızını almak ister bunun karşılığını da vermesi gerekir, kırk devenin taşıyabileceği kadar altın isterim tez vakitte bu altınları bana getirirse kızımı alır ama getirmezse böyle bir istekle kapıma bir daha gelemez,’’ dedi. Molla Fenâri anladı ki Sultan Hanım evlilik işini zorlaştırmak ve hatta imkânsız hâle getirmek istemektedir. Derviş ‘‘Emir Sultan’a gidip söyleyeyim,’’ dedi huzurdan ayrıldı. Derviş, Emir Sultan’ın yanına gelince Devlet Hatun’un istediklerini söylemeden Emir Sultan bunu bildi, ‘‘Biz bize getirdiğin haberi daha önceden bildik,’’ dedi.

***
Emir Sultan’ın ricası üzerine Molla Fenâri aracı olmuş Emir Sultan’ın dergâhına kırk deve getirilmesini sağlamıştı. Emir Sultan devecileri Gökdere kıyısına götürdü, devecilerin arasına girerek her bir devenin sırtındaki küfelerin içlerine çakıl taşlarının doldurulduğundan emin oldu. Devecilere isterlerse kendi heybelerini de taşlarla doldurabileceklerini söyledi. Deveciler bu çakıl taşlarıyla dolu küfeleri Devlet Hatun’a götürdüklerinde yanlış anlaşılıp başlarına kötü bir iş gelmesinden korkuyordu.
 
Emir Sultan’ın veli bir kimse olduğunu düşünen devecilerden bazıları heybesine çakıl taşları doldururken bazıları oralı olmadı, denildiği gibi sadece küfeleri dolduranlar da vardı. Deve kervanı yola çıktı, Tophane Mahallesi’ndeki Bey Sarayının önüne geldi, kervancılar korkuyor çakıl taşlarıyla dolu küfeleri boşalttıklarında Devlet Hatun’un zulmedeceğini düşünüyorlardı. Deve kervanları sarayın bahçesine alındığında Devlet Hatun ve kızı Hundi Fatma Sultan maiyetleriyle birlikte dışarıya çıktı.

Küfelerin içlerindeki çakıl taşları dökülürken her biri altın ya da değerli taşlara dönüşüyor gören gözleri mest ediyordu. Deveciler bu küfelere çakıl taşları doldurduklarına yemin ediyor, küfeleri dökerken ki değişim geçirmiş hâllerini görünce Allah’ın büyüklüğü karşısında kendilerinden geçiyorlardı. Devecilerin bazılarının aklına Emir Sultan’ın sözünü dinleyip doldurdukları heybeleri geldi, onların da çakıl taşlarıyla dolu heybeleri altınla dolmuştu doldurmayanlar ise üzülerek bir servet sahibi olmuş arkadaşlarına gıptayla baktılar.

***
Hundi Fatma nişan bohçasını kendi elleriyle hazırladı, bohçanın içinde en nadide ipek kumaşlar, mendiller, çamaşırlar vardı. Erguvan çiçekleriyle bezeli bohça Emir Sultan’a getirildi, o sırada Emir Sultan dergâhının bahçesinde onun sevenlere vaaz ediyordu.
 
Emir Sultan’ın yanına gelen derviş kulağına saraydan geldiklerini, nişan bohçası getirdiklerini söyledi. Emir Sultan kendisini dinleyen insanlardan birkaç dakika mühlet isteyerek oturduğu yerden kalktı.
 
Hundi Fatma’nın dadısı ve beraberindeki birkaç kadın Emir Sultan’a yaklaştı, içlerinden biri ‘‘Fatma Sultanımızın siz Emir Sultan’a nişan hediyesidir,’’ dedi, bohçayı uzattı. Emir Sultan erguvan çiçekleriyle bezeli bohçayı açtı, hediye edilen her bir şeyi çok beğenmişti ama karşılığında verecek hiçbir şeyi yoktu. O garip fakir bir dervişti. Elindeki mendile yanan ateşin içinden topak hâlindeki korlardan birkaç tane koyup kadınlara uzattı. Kadınlar tereddüt içindeydi, bu mendili aldıklarında ellerinin yanacağını düşünüp korktular. Emir Sultan korkmamalarını almalarını öğütledi. Kadınlar çekinerek de olsa mendili aldı, saraya vardıklarında başlarına geleni ne eksik ne fazla olduğu gibi Hundi Fatma Sultan ve annesi Devlet Hatun’a anlattılar. Mendil açıldığında korların değerli taşlar hâline geldiği görüldü, Hundi Fatma’yla annesi Devlet Hatun ağlamaya başladı.

Fatma Sultan ile Emir Sultan, Yıldırım Bayezid seferdeyken evlendi. Devlet Hatun Yıldırım Bayezid’in bu evliliğe onay vermemesinden korkuyordu. Gözünün önünde gerçekleşen bunca sırlı olaydan sonra Emir Sultan’a gönülden bağlanmıştı. Devlet Hatun da Mevlâna’nın torunuydu, Yıldırım Bayezid ile evliliği sayesinde Osmanoğulları Mevlâna ve onun ailesiyle akraba olmuştu demek ki kızı Hundi Fatma Sultan ile Emir Sultan’ın evliliği sayesinde Osmanlı Devleti Hz. Muhammed ile akraba olacaktı.

Toy kuruldu ama Emir Sultan’ın isteği ile sade bir tören düzenlenerek ve israfa kaçmadan Fatma Sultan ile Emir Sultan evlendi.
***

Yıldırım Bayezid kendisine gönderilen mektubu okurken bir anda sinirlendi, mektubu buruşturarak yere fırlattı. Veziri Çandarlı Ali Paşa bu duruma mana vermemişti, Yıldırım neredeyse öfkeden çıldırmıştı. Derhal Süleyman Paşa’nın yanına gönderilmesini emretti. Yıldırım Bayezid ve Osmanlı ordusu Macaristan’da idi, Engirus kalesine yakın bir yerde karargâh kurdular. Kaleye hücum etmeden önce askerin güç toplaması gerekiyordu. Bu sırada kendisine yollanan bu mektup Yıldırım Bayezid kızı Fatma Sultan ile garip bir derviş olan Emir Sultan’ın evlendiğini haber veriyordu. Mektupta denildiğine göre Emir Sultan adlı derviş Hz. Muhammed’in soyundan geliyordu ama henüz Yıldırım Bayezid onu görmüş değildi, bir garip dervişin kendisinden izin almadan biricik kızına nikâh yapması onu öfkeden çılgına çevirdi. Süleyman Paşa huzura geldiğinde, yanına alacağı kırk kadar askerle derhal Bursa’ya gitmesini Emir Sultan denilen dervişin öldürülmesini, kızı Hundi Fatma Sultan’ın da kendisi ve ordusu seferden dönene kadar tutuklu kalmasını emretti. Süleyman Paşa Bursa’ya hareket ederken Yıldırım Bayezid de önünde duran haritaya bakıyordu, gözünden bir damla yaş aktı.

Üç gündür Engirus Kalesi önündeydiler, çetin bir savaş olmaktaydı, yiğit askerler surlardan tırmanmaya çalışıyor ama düşman askerleri tarafından kalenin üstüne çıkamadan öldürülüyorlardı. Ölen, yanan, bacağı, kolu, kafası kopan askerler toprağın üzerine seriliyordu. Yıldırım Bayezid askerlerini geri çekmek üzereydi, çok fazla kayıp veriyorlardı. Bu sırada ‘‘Dayanın bre yiğitlerim yettik gayri,’’ diye bir ses duyuldu. Bu ses sanki göğün içinden üzerlerine düşüyordu.

Askerlerin hepsi galeyana gelip hücuma geçti, birkaç asker birden surlara tırmanmaya çalışıyordu. İçlerinden biri surların üzerine çıkmayı başardı. Orada karşılaştığı düşman askerlerini tek hamlede yere seriyordu, asker gözden kayboldu, Yıldırım Bayezid da elinde kılıcıyla düşman askerleriyle vuruşuyordu. Bu sırada ‘‘Kalenin kapısı açıldı, kalenin kapısı açıldı,’’ diye bir ses duyuldu. Yıldırım Bayezid atıyla en önde koşturuyordu, genç bir askeri kale kapısının yanında dikilirken görmüş ama bir anda gözden kaybetmişti. Kalenin içine giren Türkler kısa zamanda burayı teslim aldı.

Askerlerin arasında elinin hafifliği ve dağıttığı şifasıyla tanınır bir asker vardı, bu asker sabahtan akşama kadar yaralılarla ilgileniyor, sardığı yaralıların yaraları ertesi güne kadar çarçabuk iyileşiyordu. Yıldırım Bayezid’in de sırtında pek mühim olmayan ama canının yakan bir yarası vardı. Düşman askerinin kılıç darbesi sırtını bulmuştu, ara ara kanıyordu. Elinin şifasıyla tanınan bu askerin çadırına getirilmesini istedi. Asker gelip Yıldırım Bayezid’in karşısında durdu, Sultan Bayezid onu görür görmez tanımıştı, ‘‘Engirus Kalesi’nin kapısını sen mi açtın?’’ diye sordu, ‘‘Sonradan sana çok bakındım ama bir türlü göremedim,’’ dedi.

Asker ‘‘Engirus Kalesi önce Yüce Allah’ın izni sonra da siz Sultan Hazretlerinin azmiyle alınmıştır,’’ diye karşılık verdi. Yıldırım Bayezid otağına giren vezirine konuşması için izin verince o ânda yarayı sarma işlemini tamamlayan asker gözden kayboldu. Ertesi gün Yıldırım Bayezid sarılı olan yarasını açtırdı, dün yarasını saran askere neden adını sormadığına hayıflanıyordu. Tez vakitte yarasını saran askerin getirilmesini istedi. Bu askerin rütbesini artırmak hatta yanında tutarak sağ kolu yapmak istiyordu.
***
 
Bursa’ya varan Süleyman Paşa ve askerleri Devlet Hatun’a başvurup Emir Sultan ve kızı Fatma Sultan’ın kendilerine teslim edilmesini istedi. Devlet Hatun bu isteği kesin bir dille reddedip Süleyman Paşa’yı huzurundan kovdu. Süleyman Paşa kendisine verilen emri yerine getirmek zorunda olduğundan kırk askeriyle Bey Sarayı önünde beklemeye başladı. Devlet Hatun sarayın dışında bekleyen askerler karşısında nasıl bir hamle yapmalı bilemiyordu. Gizlice Emir Sultan ve kızının kimseler tarafından bilinmeyen evine ulak gönderdi. Ulak, Devlet Hatun’un mektubunu verip Emir Sultan’ın cevabını almak üzere beklemeye başladı. Emir Sultan artık daha fazla beklemenin manasız olduğunu düşünerek karısı Fatma Sultan’la birlikte saraya gitmek üzere yola çıktı. Emir Sultan ve karısı Fatma Sultan’ın kendilerine doğru yaklaşmakta olduğunu haber alan askerler de tetikte bekliyordu.
Devlet Hatun sarayın önüne çıkmış canı pahasına korumak istediği yavrularının yolunu gözlüyordu. Emir Sultan’la Fatma Sultan saraya vardıklarında karşılarında askerleri buldular. Ama ne askerler Emir Sultan’a el kaldırabiliyordu ne de başlarında duran Süleyman Paşa. Hepsi Emir Sultan’dan etkilenmiş, ona zarar vermek istememişti. Askerlerin gözü önünde Emir Sultan’la Fatma Sultan saraya girdi.
***
 
Yıldırım Bayezid seferden zaferle geriye döndüğünde devletin önde gelenleri saf saf durmuş onu bekliyordu. Yıldırım Bayezid kır atının üzerinde tüm heybetiyle ilerliyor, halkını muzaffer bir edayla selamlıyordu. Bey Sarayı’na yakın bir yerde durup devlet erkanına selap verip almak için atında indi. Molla Fenâri Sultan Bayezid’e yaklaşıp hürmetlerini sunduktan sonra tüm halkı ve devleti adına padişahı kutladı. Yıldırım Bayezid’e damadını tanıtmak için söze girdi. Padişah asker gönderdiği hâlde bir türlü öldürülemeyen adamı görmek istiyordu derken ismiyle çağrılan Emir Sultan öne çıktı, Yıldırım Bayezid onu gördüğünde kızgınlığı bir anda sönmüştü. Bu karşısında duran genç yağız delikanlıyı daha önce Engirus kalesi kapısında görmüştü, yarasını sarmıştı onun sayesinde yarası hemen iyileşmişti. Yıldırım Bayezid neredeyse çok büyük bir hata yaptığını anlayıp damadının elini öpmesine izin verdi, sonra da onu kucakladı.
***
 
Sayra evinin çatısına çıkmış etrafında akan sulara bakıyordu, her bir yeri su basmışken kendi evinin suyun içinde kalmamasına şaşırıyor, Allah'a dua ediyordu. Evi bir tepenin üzerinde Prussa denilen bir şehirdeydi. Sayra tek bir Tanrı’ya inanır tek bir Tanrı’ya ibadet ederdi. Halkın son zamanlarda küfür ve hıyanet içinde olduğunu bildiğinden fazla dışarılara çıkmaz, bahçesine ektiği sebzelerin, meyvelerin ürünlerini yer geçinip giderdi. Bir keçisi, iki kuzusu bir de süt veren ineği vardı. Evinin bahçesindeki kuyudan her daim temiz su çıkardı. Bir gün henüz tan yeri ağarmadan Sayra uyanmış Tanrı’ya ibadet etmişti. Hayvanlarını sulamak için bahçeye çıktığında dağları aşan suların ortasında eviyle birlikte kaldığını görünce çılgına döndü, oturduğu yerde dövünüp ağlamaya başladı. Ama bir süre sonra böyle ağlarken ve dövünürken fark etti ki bu sular evinin olduğu yere hiç girmez, evinin etrafında döner, durur, akıp gider. Kudurmuş gibi akan suların içinde insanlar, evler, hayvanlar, gemiler, türlü çeşit araçlar ve varlıklar döne döne savrulup giderken Sayra’nın bahçesine de evinin damına da bu sulardan bir damla akmaz. Günler günleri kovalar Sayra eskisi gibi yaşamaya devam eder. O küçücük dünyasında bahçesindeki kuyudan su çeker, sebzelerini, meyvelerini sular, hayvanlarını yemler. Sayra günün belirli vakitlerinde de Tanrı’ya ibadet etmeyi hiç bırakmaz. Bir gün geldiğinde bu suların çekilip gideceğine inanır. Sayra tüm mahlukatların öldüğü, suların içine batarak yok olduğu dünyada bir tepenin üzerindeki küçük evinde sağ salim olarak kurtulmuştur.

Emir Sultan, Sayra Hatun’un hikâyesini bildiğinden Sayra Hatun’un evinin olduğu tepenin şimdi Bursa ilindeki bir tepede olduğunu da gönül yoluyla sezinlemektedir.
***
 
Yıldırım Bayezid seferden pek çok ganimetle gelmişti. Bursa’ya görkemli bir camii yaptırmak istemekteydi. Bu hususta Emir Sultan’ı görevlendirmişti. Emir Sultan yanına aldığı dervişleriyle çıktığı keşif gezisinde eskiden Sayra Hatun’un evinin olduğu tepeyi buldu. Burası camii yapımı için uygun bir yerdi.

Tepe üzerinde evleri bulunan insanlarla anlaşıldı, evler satın alındı. Buraya, bu tepe üzerine bir camii inşaatına başlandı. Ulu Camii daha yapılmadan evvel içinde dua edenin duasının reddedilmeyeceği bir ulu mabet olacağı belli olmuştu.

Günler günleri kovalıyor muzaffer Osmanlı ordusu Yıldırım Bayezid Han ile zaferden zafere koşturuyordu. Bu mutlu mesut günler yaşanırken bir gün Timur Han Anadolu topraklarına girdi. O günden sonra elli yıl kadar Osmanlı İmparatorluğu'nun kaderini değiştiren olaylar silsilesi yaşanmaya başladı. Emir Sultan, Timur Han’ın azametli biri olduğunu biliyor, ele geçirdiği yerlerde taş taş üstüne bırakmadığını duyuyordu. Hem Türk hem de Müslüman olan iki devletin savaşmasına gönlü razı olmadığı için Timur’un mektuplarına gönül alıcı ve diplomasi dili kullanılarak cevap verilmesini öğütlüyordu. Ancak bütün öğütlere rağmen kaçınılmaz son yaklaşıyordu.

***
Bursa halkı günlerdir muhasara altındaydı ne kale dışına çıkabiliyorlar ne de içeriye bir yiyecek ya da insan sokabiliyorlardı. Halk açlıktan ve hastalıktan kırılmaya başladı. Timur ve ordusundan kaçabilenler dağlara sığınmıştı ama gidemeyenler de vardı. Emir Sultan’ın huzuruna varıp ondan yardım dilediler, ondan Allah’a yalvarmasını ve içlerine düştükleri bu bela için bir kurtuluş yolu bulmasını istediler. Emir Sultan bir müddet yanında esir hayatı yaşadığı Timur’un niyetinin Anadolu’da yerleşmek olmadığını anlamıştı. Ama yine de Timur’un askerlerinin çabucak bu güzel şehirden gidebilmesi için çare düşünmeye başladı.
 
Timur’un halkından biri olan, arif ama kimsenin bilip sırrına erişemediği ereni buldu. Ereni askerlerin arasında ararken yere diz çökmüş bir ateşin başında düşünürken görmüştü. İkisi de arif kişi olduklarından birbirleri hakkında malumat sahibiydiler. Selamlaştılar, Emir Sultan erenin yanına oturup halkın durumunu, ahvalini anlattı. Eren kişi dinledi zaten epey bir zamandır gözünün önünde cereyan eden olaylara çok üzülürdü. Türk Türk’ü kırıp geçirmişti, türlü çeşitli eziyetler etmişti. Eren kişi ayağa kalktı derme çatma çadırını toplamaya başladı, Emir Sultan ayakta durmuş ona bakıyordu. Büyük bir patırtı kopmuş her bir yandan sesler yükselir olmuştu. Tüm askerler oturdukları yerlerden kalkmışlar çadırlarını topluyorlardı. Derme çatma çadırını toplayan Eren durup Emir Sultan’ı selamladı sonra da bir dumanlı hava gibi gözden kaybolup gitti. Ardından da akın akın çadırlarını toplayan askerler yola düşmeye başladı. Bursa bu felâketi de böylelikle atlatmış oldu. Şimdi sıra yaraları sarma sırasıydı.
***
Emir Sultan, Somuncu Baba’nın Bursa’dan gitmesine çok üzülüyordu. Arada onu görmeye gelen Hacı Bayram Veli ile sohbetleri devam ediyor, Bursa’nın arif ve âlimleriyle toplanıp ilmi sohbetler yapıyordu. Bursa’nın ve civar illerin her köşesinden insanlar akın akın Emir Sultan’a geliyorlardı. İnsanlar onunla konuşunca dertlerinden kurtuluyor, gönülleri huzur doluyordu.

Emir Sultan II. Murat’ın İstanbul’u kuşatacağını duymuştu, ona destek vermek için dervişlerini toplayıp şanlı muzaffer Türk ordusuna katıldı. Bu kuşatmada İstanbul alınamamıştı ama Türkler umutluydu.

 
Hacı Bayram Veli, Emir Sultan’a Murat Han’ın değil ama onun oğlu Mehmet Han’ın İstanbul’u alacağını müjdeledi sonra da kendi mekânı olan Ankara’ya doğru yola çıktı.
 
***
Emir Sultan Bursa halkını kırıp geçiren veba hastalığına yakalanıp hakkın rahmetine kavuştu. Onun öleceğini anlayan Hacı Bayram Veli yollara düştü, Bursa’ya geldiğinde Emir Sultan’ın cansız bedeniyle karşılaştı. Hacı Bayram Veli, Emir Sultan’ın bedenini yıkadı, Emir Sultan Hazretleri vefat ettiğinde altmış üç yaşındaydı. Emir Sultan sağlığında ‘‘Benim ölü bedenimi yıkayacak dost ikindi namazının sünnetini otuz yıl boyunca terk etmeyen kişidir,’’ demişti. Emir Sultan’ın ölü bedenini yıkayan Hacı Bayram Veli otuz yıldır hiçbir ikindi namazının sünnetini terk etmemişti.
 
SON