Çarşı Kitabı Bursa’da
Karanfil Hanım o gün endişeliydi. Akşam gördüğü rüyanın tesirinde kalmıştı, kaç zamandır Hafız Hasan’a ejderhayı bu evden atalım, diye söylemek istiyor ama bir türlü buna cesaret edemiyordu. Karanfil Hanım konağa ilk gelin geldiğinde daha on yedi yaşındaydı. Güzel sesli, güzel yüzlü Karanfil’i görür görmez Hafız Hasan ona vurulmuştu. Hafız Hasan konaktan çıkıp çarşıdaki dükkânına gitmek için Tahtakale’den geçerken Karanfil Hanım da evinin penceresine çıkardı. Karanfil Hanım kara kaşlı, kara gözlü, hokka burunlu, yanık sesli bir dilberdi ki Hafız Hasan’ın aklını başından almıştı. Artık Karanfil der başka bir şey diyemezdi, Hafız Hasan’ın babasının büyük bir konağı vardı Tophane semtinde. Üç kızdan sonra annesi kucağına almıştı Hafız Hasan’ı, hâlleri vakitleri yerindeydi. Bir evin bir oğluydu, üzerine titreyerek bakmıştı anası, babası Hafız Hasan’a. Askerden gelince de babası çarşıda dükkân açmıştı oğluna. Bu dükkânda Hafız Hasan çeşitli türden eşyalar satardı. İpek şallar, namazlıklar, küçük dua kitapları, tespihler, mestler. Karanfil, Hafız Hasan sokaktan geçerken başlardı yanık sesiyle türkü söylemeye. Birkaç zaman bu şekilde sürdü, Hafız Hasan’ın bu dilberden başkasını gözü görmez oldu. Ailesini gönderdi Karanfil’in evine. Allah da onların kaderlerini birleştirince dünya evine girip mutlu mesut yaşamaya başladılar. Karanfil güzel yüzlü, güzel sesli olduğu kadar maharetliydi de. Elinden gelmeyen iş yok gibiydi, Hafız Hasan yeryüzünde cenneti yaşıyorum, diyordu.
Karanfil Hanım kayınvalidesinin evde olmadığı bir günde konağın üst katlarına çıkıp boş odalara bakmak istedi. Üç katlı kocaman konağın birinci ve ikinci katını az çok biliyordu, gerçi bu katlarda henüz girmediği odalar varsa da Hacınnenin -ki kayınvalidesine Hacınne diyordu- evde olmadığı bu gün üçüncü katı ve tavan arasını gezmeye heves etmişti.
Karanfil Hanım üçüncü kattaki odaların içinde gezindi, dolapların içine varıncaya kadar baktı her bir şeyin içini, dışını inceledi. Tavan arasına çıkmak için üçüncü kattan tavan arasına doğru yükselen dar merdivenin trabzanına asıldı. İki merdiven çıkmıştı ki Karanfil durdu, tavan arasından gelen çıtırtı seslerini duyar gibi oldu. Hop etti yüreği güzel yüzlü dilberin. Yine de geriye dönmek istemedi. Hem artık burası onun eviydi, yaşadığı konağın her bir odasını her köşesine varıncaya kadar bilmek, içine sindirmek istiyordu. Usulca merdivenlerden çıkmaya başladı. Tavan arasına açılan tahta kapının üzerinde bırakılmış anahtarı çevirdi, karanlık boşluğa adım attı. Buraya gelirken bir gaz lambası getirmemiş olduğuna hayıflanacaktı ki, kapının aralığından sızan ışığın tavan arasını bir nebze de olsa aydınlattığını gördü. Tavan arasında hiçbir şey yoktu, bomboş bir alan, kapkara bir boşluk. Tam kapıyı kapatıp geriye dönecekti ki tavan arasının sol duvarına yaslanmış sandığı gördü. Tahta kapının kapanmaması için kapı aralığına tel süpürgeyi yerleştirdi, sandığa doğru ilerledi. Karanfil Hanım sandığı büyük bir merak duygusuyla açtı, içine konulmuş kıyafetlerin her birini sandıktan dışarıya çıkarıp loş ortamda onları görmeye çalıştı. Sandığın en dibinde olan bir kitap gözüne çarptı. Modası geçmiş kıyafetler ilgisini çekmemişti, hepsini sandığın içine geri koydu. Sandığın dibine yerleştirilmiş kitabı aldı, ilk sayfasını açtı, gözlerini alamamıştı kitaptan. O kadar süslüydü ki kitap, ve öyle güzel resimlerle donatılmıştı ki hayranlıkla sayfalarını çeviriyordu. Bu güzel kitabı gün ışığında incelemek istedi, kitabı göğsüne bastırarak ikinci kattaki odasına gitti. Karanfil Hanım yatağının üzerine oturup kitabın kapağına baktı. Kitabın kapağına siyah zemin üzerine altın renkli bir minyatür işlenmişti. Minyatürde iki adam karşılıklı oturuyor, bir sohbet havasında konuşuyor gibi görünüyordu. Adamların üzerinde uçan iki ejderha vardı, ejderhaların ağzından alev püskürüyordu. Karanfil Hanım kitabın arkasını çevirdi, arka kapağında da beyaz zemin üzerine kondurulmuş iki ejderha minyatürü vardı. Ejderhaların ağzından yine alev çıkıyordu, ejderhaların altlarında öne doğru uzanan büyük bir kent vardı. Karanfil Hanım ejderhaların bir an için önlerindeki kente alevlerini püskürtmek için hazır vaziyette beklediklerini düşündü. Yüreğine bir korku düştü, bu ejderhaların püskürttüğü alevlerin yakacağı o kentte yaşamak istemezdi. Karanfil Hanım bir kitap kapağının nasıl da yüreğine ve zihnine tesir ettiğini düşündü, derhâl bu ruh hâlinden çıkarak neşeli tavrını takınıp kitabın sayfalarını çevirdi. Kitabın her bir yaprağında gravürler ve minyatürler vardı. Bu gravürler ve minyatürler besbelli ki bir diyarı ve o diyarın insanlarını anlatıyordu. Minyatürdeki bu insanlar bazı dükkânların içindeydi, dükkânların içinde giysiler, mutfak ya da ev eşyaları, mücevherler, kitaplar vardı. Başlarında komik şapka olan küçük adamlar işlenmişti sayfalara. Sokakların minyatürlerine geçiyordu sonra kitap sayfaları, ve derken havada uçuşan ejderhalar ortaya çıkıyordu. Bu ejderhalar gökyüzünde uçarken yerde sokak aralarında oyun oynayan çocuklar vardı. Kitap sayfaları içindeki ejderhaların iyi niyetli olduğunu düşündü Karanfil Hanım, sayfaları çevirmeye devam ediyordu. Sayfalar çevrildikçe kitaba siyah renk hâkim olmaya başladı. Ejderhalar da vardı bu sayfalar da ama ne çeşitli güzel eşyaların satıldığı dükkânlar vardı ne de çocuklar. En son yapraklar hep böyleydi, ejderhalar ve siyahlık. Kitabın arka yüzündeki sayfada ise beyaz renk hâkimdi. Bu kitap ne demek istiyor olabilirdi, amma da garip bir kitap, diye düşündü. İnsan ona bakarken hem mutlu oluyor ve hem de ürperiyor. Bu kitap acaba nereyi, acaba hangi ülkeyi, acaba hangi milleti anlatıyordu?
Birkaç yıl geçip gitti, Karanfil Hanım kitabın gizemini çözmek istemişti, kocasına ejderhalı kitap hakkında soru sorsa da Hafız Hasan kitap hakkında yeterli, tatmin edici bir cevap veremedi. ‘’Bu kitap,’’ dedi Hafız Hasan ‘’bize aile yadigârıdır, benim aileme aittir ve atalarım tarafından bana emanet bırakılmıştır.'' Karanfil Hanım gün geçtikçe ejderhalı kitap adını taktığı bazen de kısaca ejderha diyerek geçiştirdiği kitapla aynı odada kalıyor olmanın verdiği sıkıntıyla huzursuzlanıyordu, Hafız Hasan’la bir gün tartıştı. Ejderhayla aynı odada yatmak istemiyordu, ejderhanın bu evden gitmesini istiyordu. Hafız Hasan karısının huzursuzluğunun yersiz olduğunu düşünse de aile yadigârı dediği kitabın gizemini çözememiş olduğundan o da çok rahat değildi aslında. Kitabın akıbetiyle ilgili babasına danışacağını söyleyerek ejderhalı kitapla odadan çıktı.
Hafız Hasan kitabı tavan arasına gidip bıraktı. Tavan arasının tozu arasında bir sandığın dibinde yaşayacaktı ejderhalı kitap. Ondan kurtulmuşlardı.
*
Bir sokak ötede bir evde yangın çıkmıştı, Hafız Hasan ve babası hemen sokağa fırladı. Uzun yıllardır tanıdıkları Osman Bey’in konağı yanıyordu. Hafız Hasan kadınların feryat figan bağırışlarını duyunca eve geriye döndü, evde bulduğu kovalara su doldurup Osman Bey’in konağına doğru koştu. Bursa eşrafından olan Osman Bey’in konağını yanarken durup izleyecek hâlleri yoktu. Konu komşu, belediye görevlileri ellerinden geleni yaptılar yangını söndürmek için. Sonunda evin mutfak kısmında çıkan yangın konağın diğer kısımlarına sıçramadan söndürülebilmişti. Hafız Hasan perişan olan Osman Bey’in ailesine teselli verdi. En kısa zamanda eşin dostun yardımıyla Osman Bey’in konağının mutfağının yapılması işinde yardım edeceklerini söyledi. Hafız Hasan’ın babası Osman Bey’in konağının mutfağı tamir oluncaya dek Osman ve ailesini kendi konağına buyur etti. Nasıl olsa büyük bir konaktı oturdukları ev, komşusu Osman Bey ve ailesine hatta onlar gibi üç dört aileye yetecek kadar çokça odaları vardı.
Hafız Hasan hamamda temizlendikten sonra giyinmek üzere odasına gitti. Odada yatağın üzerine oturmuş olan karısı Karanfil Hanım’ı ağlarken gördü. Komşularında çıkan yangından hislendiğini düşündüğü karısına teselli vermek isteyen Hafız Hasan, yatağa, karısının yanına oturdu. Karanfil Hanım’ın elini avcunun içine alarak öptü.
Karanfil Hanım kayınvalidesinin evde olmadığı bir günde konağın üst katlarına çıkıp boş odalara bakmak istedi. Üç katlı kocaman konağın birinci ve ikinci katını az çok biliyordu, gerçi bu katlarda henüz girmediği odalar varsa da Hacınnenin -ki kayınvalidesine Hacınne diyordu- evde olmadığı bu gün üçüncü katı ve tavan arasını gezmeye heves etmişti.
Karanfil Hanım üçüncü kattaki odaların içinde gezindi, dolapların içine varıncaya kadar baktı her bir şeyin içini, dışını inceledi. Tavan arasına çıkmak için üçüncü kattan tavan arasına doğru yükselen dar merdivenin trabzanına asıldı. İki merdiven çıkmıştı ki Karanfil durdu, tavan arasından gelen çıtırtı seslerini duyar gibi oldu. Hop etti yüreği güzel yüzlü dilberin. Yine de geriye dönmek istemedi. Hem artık burası onun eviydi, yaşadığı konağın her bir odasını her köşesine varıncaya kadar bilmek, içine sindirmek istiyordu. Usulca merdivenlerden çıkmaya başladı. Tavan arasına açılan tahta kapının üzerinde bırakılmış anahtarı çevirdi, karanlık boşluğa adım attı. Buraya gelirken bir gaz lambası getirmemiş olduğuna hayıflanacaktı ki, kapının aralığından sızan ışığın tavan arasını bir nebze de olsa aydınlattığını gördü. Tavan arasında hiçbir şey yoktu, bomboş bir alan, kapkara bir boşluk. Tam kapıyı kapatıp geriye dönecekti ki tavan arasının sol duvarına yaslanmış sandığı gördü. Tahta kapının kapanmaması için kapı aralığına tel süpürgeyi yerleştirdi, sandığa doğru ilerledi. Karanfil Hanım sandığı büyük bir merak duygusuyla açtı, içine konulmuş kıyafetlerin her birini sandıktan dışarıya çıkarıp loş ortamda onları görmeye çalıştı. Sandığın en dibinde olan bir kitap gözüne çarptı. Modası geçmiş kıyafetler ilgisini çekmemişti, hepsini sandığın içine geri koydu. Sandığın dibine yerleştirilmiş kitabı aldı, ilk sayfasını açtı, gözlerini alamamıştı kitaptan. O kadar süslüydü ki kitap, ve öyle güzel resimlerle donatılmıştı ki hayranlıkla sayfalarını çeviriyordu. Bu güzel kitabı gün ışığında incelemek istedi, kitabı göğsüne bastırarak ikinci kattaki odasına gitti. Karanfil Hanım yatağının üzerine oturup kitabın kapağına baktı. Kitabın kapağına siyah zemin üzerine altın renkli bir minyatür işlenmişti. Minyatürde iki adam karşılıklı oturuyor, bir sohbet havasında konuşuyor gibi görünüyordu. Adamların üzerinde uçan iki ejderha vardı, ejderhaların ağzından alev püskürüyordu. Karanfil Hanım kitabın arkasını çevirdi, arka kapağında da beyaz zemin üzerine kondurulmuş iki ejderha minyatürü vardı. Ejderhaların ağzından yine alev çıkıyordu, ejderhaların altlarında öne doğru uzanan büyük bir kent vardı. Karanfil Hanım ejderhaların bir an için önlerindeki kente alevlerini püskürtmek için hazır vaziyette beklediklerini düşündü. Yüreğine bir korku düştü, bu ejderhaların püskürttüğü alevlerin yakacağı o kentte yaşamak istemezdi. Karanfil Hanım bir kitap kapağının nasıl da yüreğine ve zihnine tesir ettiğini düşündü, derhâl bu ruh hâlinden çıkarak neşeli tavrını takınıp kitabın sayfalarını çevirdi. Kitabın her bir yaprağında gravürler ve minyatürler vardı. Bu gravürler ve minyatürler besbelli ki bir diyarı ve o diyarın insanlarını anlatıyordu. Minyatürdeki bu insanlar bazı dükkânların içindeydi, dükkânların içinde giysiler, mutfak ya da ev eşyaları, mücevherler, kitaplar vardı. Başlarında komik şapka olan küçük adamlar işlenmişti sayfalara. Sokakların minyatürlerine geçiyordu sonra kitap sayfaları, ve derken havada uçuşan ejderhalar ortaya çıkıyordu. Bu ejderhalar gökyüzünde uçarken yerde sokak aralarında oyun oynayan çocuklar vardı. Kitap sayfaları içindeki ejderhaların iyi niyetli olduğunu düşündü Karanfil Hanım, sayfaları çevirmeye devam ediyordu. Sayfalar çevrildikçe kitaba siyah renk hâkim olmaya başladı. Ejderhalar da vardı bu sayfalar da ama ne çeşitli güzel eşyaların satıldığı dükkânlar vardı ne de çocuklar. En son yapraklar hep böyleydi, ejderhalar ve siyahlık. Kitabın arka yüzündeki sayfada ise beyaz renk hâkimdi. Bu kitap ne demek istiyor olabilirdi, amma da garip bir kitap, diye düşündü. İnsan ona bakarken hem mutlu oluyor ve hem de ürperiyor. Bu kitap acaba nereyi, acaba hangi ülkeyi, acaba hangi milleti anlatıyordu?
Birkaç yıl geçip gitti, Karanfil Hanım kitabın gizemini çözmek istemişti, kocasına ejderhalı kitap hakkında soru sorsa da Hafız Hasan kitap hakkında yeterli, tatmin edici bir cevap veremedi. ‘’Bu kitap,’’ dedi Hafız Hasan ‘’bize aile yadigârıdır, benim aileme aittir ve atalarım tarafından bana emanet bırakılmıştır.'' Karanfil Hanım gün geçtikçe ejderhalı kitap adını taktığı bazen de kısaca ejderha diyerek geçiştirdiği kitapla aynı odada kalıyor olmanın verdiği sıkıntıyla huzursuzlanıyordu, Hafız Hasan’la bir gün tartıştı. Ejderhayla aynı odada yatmak istemiyordu, ejderhanın bu evden gitmesini istiyordu. Hafız Hasan karısının huzursuzluğunun yersiz olduğunu düşünse de aile yadigârı dediği kitabın gizemini çözememiş olduğundan o da çok rahat değildi aslında. Kitabın akıbetiyle ilgili babasına danışacağını söyleyerek ejderhalı kitapla odadan çıktı.
Hafız Hasan kitabı tavan arasına gidip bıraktı. Tavan arasının tozu arasında bir sandığın dibinde yaşayacaktı ejderhalı kitap. Ondan kurtulmuşlardı.
*
Bir sokak ötede bir evde yangın çıkmıştı, Hafız Hasan ve babası hemen sokağa fırladı. Uzun yıllardır tanıdıkları Osman Bey’in konağı yanıyordu. Hafız Hasan kadınların feryat figan bağırışlarını duyunca eve geriye döndü, evde bulduğu kovalara su doldurup Osman Bey’in konağına doğru koştu. Bursa eşrafından olan Osman Bey’in konağını yanarken durup izleyecek hâlleri yoktu. Konu komşu, belediye görevlileri ellerinden geleni yaptılar yangını söndürmek için. Sonunda evin mutfak kısmında çıkan yangın konağın diğer kısımlarına sıçramadan söndürülebilmişti. Hafız Hasan perişan olan Osman Bey’in ailesine teselli verdi. En kısa zamanda eşin dostun yardımıyla Osman Bey’in konağının mutfağının yapılması işinde yardım edeceklerini söyledi. Hafız Hasan’ın babası Osman Bey’in konağının mutfağı tamir oluncaya dek Osman ve ailesini kendi konağına buyur etti. Nasıl olsa büyük bir konaktı oturdukları ev, komşusu Osman Bey ve ailesine hatta onlar gibi üç dört aileye yetecek kadar çokça odaları vardı.
Hafız Hasan hamamda temizlendikten sonra giyinmek üzere odasına gitti. Odada yatağın üzerine oturmuş olan karısı Karanfil Hanım’ı ağlarken gördü. Komşularında çıkan yangından hislendiğini düşündüğü karısına teselli vermek isteyen Hafız Hasan, yatağa, karısının yanına oturdu. Karanfil Hanım’ın elini avcunun içine alarak öptü.
- Korkma karıcığım, yangını söndürdük. Müsterih ol. Geçti, gitti. Hadi kendini toparla da gelen konuklarımızı anneciğimle birlikte teskin et.
Karanfil Hanım kocası Hafız Hasan’ın sözlerini duyunca hıçkırıklara boğuldu. Yüzünü Hafız Hasan'ın göğsüne gömdü.
- Ah beyciğim ah. Bilir misin bu yangını kim çıkardı?
- Kim çıkardı bir tanem, dedi Hafız Hasan bir yandan da karısının saçlarını okşuyordu.
- O gizemli kitaptaki ejderhalar çıkardı beyciğim yangını.
- Çocuk olma Karanfil Hanım, bir kitabın içindeki ejderhalar yaşar mı ki gerçek hayatta da, yangın çıkarsın?
- Ah beyciğim inan ki onlar çıkardı. Siz yangına koşunca biz kalfayla üçüncü kata çıkıp yangına oradan bakalım dedik. Eğer yangın büyükse evi terk etmek niyetindeydik. Annen sizin ardınızdan giriş kapısı aralığından bakıyordu, yerimde duramıyordum. Kalfadan önce merdivenleri hızla çıkmaya başladım. İşte o anda duydum sesleri.
- Ne sesi duydun yavrucuğum?
- Ah beyciğim sanki birileri ağlıyordu. Uzak diyarlardan gelen bir ses gibiydi. Hıçkırarak ağlıyordu. Yanında kükrer gibi homurdanan nasıl söylesem sanki kükrer gibiydi, onlar ejderhalardı beyciğim. Ejderhalar sen onları tavan arasına koydun diye kızdılar, komşunun evini yaktılar.
- Çocuk olma Karanfilciğim. Hiç öyle bir iş olur mu? Kitaptan çıkan ejderhalar nasıl yakabilirmiş komşunun mutfağını?
- Hasan Bey onlar yaktılar, sen onları tavan arasına koyunca kızdılar. Komşunun evinin mutfağını yakarak bizi uyardılar.
- Olmaz öyle şey canım. Hem benim güzel yüzlü karım bu kitap bize aile yadigârıdır, asırlardır bizim sülalede, nesilden nesile taşınan bir kitaptır.
- Peki ama kimden kalmış ve ne amaçla nesilden nesile aktarılıyor? İçindeki yazıları da okuyamıyoruz ki.
- İçindeki yazılar, dedi Hafız Hasan sustu. ''zannederim,'' dedi yine sustu. Sonra yutkunup devam etti sözüne, ‘’kitapla ilgili bildiğim,’’ dedi ‘’bizim ailenin yani Üsküp’te yaşayan büyüklerimizin ellerine bir şekilde geçmiş olması. Nasıl geçtiğini bilmiyorum ama bir şekilde büyüklerimizin eline geçmiş ve nesilden nesile ta ki bize kadar ulaşmış. Basit bir kitap bir tanem. Canını sıkmaya bile değmez.’’
- İstemiyorum o kitabı.
- Neden istemiyorsun?
- Bana inanmıyorsun, o kitaptan sesler geliyor, duydum. Kitabın içindeki ejderhalar yaşıyorlar. Al, götür onu. Uzaklaştır bu evden.
Hafız Hasan karısını kucaklayarak öptü, meraklanma sen der gibi sırtını sıvazladı. Karısı kolları arasında titrerken o da yıllar önce çocukluğunda yaşadığı bir ânı düşünüyordu. O da duymamış mıydı kitaptan gelen sesleri? Şimdi ise Karanfil’in anlattığı bu olayı hafife alarak kendi yaşadığı o ânı da yadsımış oluyordu.
*
İmparator o gün kuş ve ırmak motifleriyle süslü ipek elbisesini giymiş, tahtında oturuyordu. Gerginliği yüzünden okunuyordu. Saçlarını başının arkasında toplamışlar, saç topuzuna iki uzun çubuk yerleştirmişlerdi. İmparatorun yüzü tıpkı bir kadın yüzü gibi ince ve narindi. Uzun, biçimli parmaklarıyla kadehi ağzına götürdü. Yanında toplanan devlet görevlilerine ‘’İç karışıklığın bu sefer uzun süreceğini,’’ söylüyordu. Çiftçiler ayaklanmıştı, imparatorluğun askerleri çıkarılan isyanları bastırmakta yetersiz kalıyordu. Toplanan isyancı gruplar küçük kafileler hâlinde ülkenin belli yerlerinde bekledikleri diğer küçük kafilelerle birleşiyorlardı. Bu isyancı gruplar bu şekilde birleşe birleşe büyük bir ordu oluşturmuşlardı. Yasaklı Şehre doğru geliyorlardı. İmparator isyancıların üzerine ordusunu gönderiyor, isyancılar bir süre dağılmış gibi görünseler de yine bir araya geliyor ve Yasaklı Şehre doğru yürüyüşlerine devam ediyorlardı. Yasaklı Şehre vardıklarında büyük bir savaş olacaktı. İmparator ailesinin toplanmasını emretti. İmparatorun karıları, çocukları, yeğenleri ve tüm hısım akrabası kırmızı tonların hâkim olduğu taht odasına geldi. İmparator camların üzerindeki kalın perdelerin aralığından dışarıda kalan güneşi görebiliyordu. Bir müddet akrabaları karşısında hiç konuşmadan, perdenin aralığından gördüğü gökyüzüne ve güneşe baktı. İmparator derin bir iç geçirdikten sonra söze girdi.
*
İmparator o gün kuş ve ırmak motifleriyle süslü ipek elbisesini giymiş, tahtında oturuyordu. Gerginliği yüzünden okunuyordu. Saçlarını başının arkasında toplamışlar, saç topuzuna iki uzun çubuk yerleştirmişlerdi. İmparatorun yüzü tıpkı bir kadın yüzü gibi ince ve narindi. Uzun, biçimli parmaklarıyla kadehi ağzına götürdü. Yanında toplanan devlet görevlilerine ‘’İç karışıklığın bu sefer uzun süreceğini,’’ söylüyordu. Çiftçiler ayaklanmıştı, imparatorluğun askerleri çıkarılan isyanları bastırmakta yetersiz kalıyordu. Toplanan isyancı gruplar küçük kafileler hâlinde ülkenin belli yerlerinde bekledikleri diğer küçük kafilelerle birleşiyorlardı. Bu isyancı gruplar bu şekilde birleşe birleşe büyük bir ordu oluşturmuşlardı. Yasaklı Şehre doğru geliyorlardı. İmparator isyancıların üzerine ordusunu gönderiyor, isyancılar bir süre dağılmış gibi görünseler de yine bir araya geliyor ve Yasaklı Şehre doğru yürüyüşlerine devam ediyorlardı. Yasaklı Şehre vardıklarında büyük bir savaş olacaktı. İmparator ailesinin toplanmasını emretti. İmparatorun karıları, çocukları, yeğenleri ve tüm hısım akrabası kırmızı tonların hâkim olduğu taht odasına geldi. İmparator camların üzerindeki kalın perdelerin aralığından dışarıda kalan güneşi görebiliyordu. Bir müddet akrabaları karşısında hiç konuşmadan, perdenin aralığından gördüğü gökyüzüne ve güneşe baktı. İmparator derin bir iç geçirdikten sonra söze girdi.
- Biliyorsunuz ki isyancılar birleşerek büyük bir ordu kurdular. Yasaklı Şehre doğru geliyorlar. Buraya vardıklarında şayet ki duvarlarımızı koruyamazsak şehre girecekler. İmparator sustu, bu iç karatıcı konuşması sırasında gökyüzü orada duruyordu. Mavi gökyüzü, güneş, bulutlar hepsi oradaydı. Oysa İmparator buradaydı; bir tahtın üzerinde, ipek elbiseleri içinde, saçları yapılı, ayaklarında yüksek topuklu ayakkabılarıyla bir hapishanenin içinde hissediyordu kendini. Ülkeyi bu hâle getiren o değildi, zayıf iradeli bir imparator olması da onun suçu değildi. Tanrı onu bu şekilde yaratmıştı. Adaletsizliğin alıp başını gittiği bir ortamda imparator olmuştu. İmparatora kalsa resim sanatıyla meşgul olur, tüm gün açık havada sadece resim yapar ve şiir dinlerdi. Beslenmek yerine şiir dinlemek, ırmaklarda yıkanmak, çıplak ayaklarla otların üstüne basmak. Çiçeklerin, insanların resimlerini gördüğü gibi kâğıtların üzerine aktarmak. Mutluluk oradaydı, dışarıda. Burada ise, bu sarayın içinde günden güne çürüdüğünü hissediyordu. İmparator düşüncelerinden sıyrılıp sözüne devam etti.
- Gelenekleri biliyorsunuz, dedi. ‘’İmparator ailesi esir olarak alınamaz. İsyancılar Yasaklı şehre girerlerse ilk gelecekleri yer saraydır. Hepimizi canlı ele geçirmek isteyecekler. O yüzden şimdi beni iyi dinleyin. Her biriniz önce çocuklarınıza zehir içireceksiniz ve daha sonra da kendiniz içeceksiniz. İsyancılar geldiğinde sizin canlı vücutlarınızla değil ölü bedenlerinizle karşılaşacak. Eğer sözüme kulak asmayıp bunu dinlemeyen olursa şunu bilsin ki gelecek olan isyancıların da onlara sunacakları başka bir seçenekleri olmaz. Ya zehir içip kendi hayatınıza kendiniz son vereceksiniz ve yahut da isyancıların elinde korkunç şekilde belki de deriniz yüzülerek öldürüleceksiniz.’’ Kadınlar sessizce ağlarken, hanedan üyelerinin erkekleri hiç itiraz etmeden dinlediler İmparatoru. Saygıyla eğildiler huzurunda. Hanedan üyelerinden bazıları çıkan isyanların sonucunu beklemek üzere odasına çekildi kimi de taht salonunda, minderlerin üzerinde oturup İmparatorun yanında kalmayı tercih etti.
*
İmparator o gün tahta çıkmıştı, can sıkıcı bir gündü. Hava ağırlaşmıştı, İmparator üzerine giydirilen ipekli elbise içinde göz kamaştırıyordu. Yüzüne itinayla yapılmış makyajı, manikürlü elleri, küçük ayakları ve narin vücuduyla İmparator erkekten daha çok bir kadına benziyordu. Yasaklı Şehirde, sarayın görkemli bahçesinde taç giyme töreni yapılmıştı. İmparatorun özel isteğiydi bu. Gün boyu ve ardı sıra iki hafta boyunca eğlenceler tertip edilmiş, yapılan şölenlerde Yasaklı Şehrin insanları eğlenmişti. Karnı doymayan, kurulan sofralardan ve dağıtılan yemeklerden nasiplenmeyen kalmamıştı halk içinde. İmparator yaklaşan tehlikenin farkındaydı, gün geçmiyordu ki imparatorluğun diğer şehirlerinde olan halk arasında bir isyan çıkmasın. İmparator halkının yaşadıklarına kayıtsız değildir. Üniversiteye giderken halkın yaşadığı zorlukları bizzat görmüştü. Halk imparatorluğun içinde kurulmuş küçük krallıklar tarafından ağır vergiler altında eziliyordu. Öyle ki çiftçiler elde ettiği mahsulün tamamına yakınını soylulara veriyordu, adalet sistemi çökmüştü. İmparator kraldan çok kralcılık taslayan soylular karşısında çaresiz kalmıştı. İki ateş arasında tahta çıkmıştı İmparator. Ve zaten isyanların yaşandığı bir ülkeydi imparatorluk. Üstelik tüm bunlarla, çıkan isyanlarla, soyluların ikiyüzlü, pişkin, ahlaksız tavırlarıyla baş edecek kadar güçlü hissetmiyordu kendini. O kırları özlüyordu, kırlarda çıplak ayakla dolaşmak istiyordu. Şiir dinlemek ve resim yapmak: Ah hayat neden bu kadar da zordu?
Danışman, İmparatorun yanına geldiğinde onu keyiflendirebilmek için şöyle söyledi.
- İmparatorum Yasaklı Şehri anlatan bir kitap hazırlatmamı ister misiniz? Yasaklı Şehrin çarşısını ve sokaklarını anlatan bir kitap olur üstelik. Bu kitabı hazırladıktan sonra da birkaç kopyasını elde ederiz. İsterseniz kopyalarını civar ülkelere göndeririz. Yasaklı şehrimizi, nadide bir çiçek kadar güzel şehrimizi dünya da tanımış olur.
İmparator, danışmanın önerisini kabul etti. Yasaklı Şehrin çarşısını ve sokaklarını anlatan kitap için kendi de minyatür çizebilirdi. Derken bütün bir hayatı bu kitap oldu İmparatorun, bir yıla yakın bir süre kitap üstünde çalıştılar. Yasaklı Şehrin sanatçıları, zanaatkarları bir araya toplanmıştı. İmparator da sanatçıların içindeydi. Yasaklı Şehrin Çarşısının minyatürleri çizildi. Dükkânlar, insanlar, sokaklar, sokaklardaki çocuklar ve tabii ejderhalar. Kitap öyle güzel olmuştu ki İmparator elinden bırakamıyordu. Dışarıda yaşanan isyanlar ve gelen kötü haberler karşısında keder denizinde boğulmamışsa İmparator işte bu çarşı kitabı yüzündendi. Oyalamıştı İmparatoru, kitap sayfaları oluşturulurken öyle bir titizlikle işliyordu ki minyatürleri diğer sanatçılarla; günlerin, haftaların nasıl geçtiğini anlamıyordu. İsyancıların ordusu çok büyümüştü, gün gün Yasaklı Şehre doğru yaklaşıyorlardı. İmparator ordusunun Yasaklı Şehrin duvarları dibine gelecek olan isyancı ordusu karşısında duramayacağını biliyordu. İmparator ve ailesinin belki de son birkaç haftası kalmıştı. Sonra hepsi birlikte öleceklerdi, bir günün içinde, hiç yaşamamış gibi olacaklardı ve her şey bitecekti, yok olup gideceklerdi bu dünyadan.
*
İmparatorun o gün yabancı ülkelerin elçilerini kabul etme günüydü. İsyancı orduları Yasaklı Şehre yürüyor olsalar da İmparator her gün tahtına çıkıyor ve cesaretle orada oturarak sanki yaşanan tehlikenin her geçen saatte daha da yaklaştığını bilmiyormuş gibi davranıyordu. Yabancı ülkelerden gelen elçiler de İmparatorun huzuruna vardıklarında ülkelerinden getirdikleri hediyeleri ona sunuyor, İmparatordan aldıklarını ise sevinç içinde kabul ediyorlardı. Bugün de Yasaklı Şehre gelenler arasında İran elçisi ve İran’dan Yasaklı Şehre mallarını satmak ve buradan en nadide malları almak için zengin bir tüccar gelmişti. İmparatorun huzuruna çıktığında işini hemen bitirmek istiyor, isyancılar Yasaklı Şehrin surları yanına varmadan bu şehirden ayrılmak istiyordu. Zengin İranlı tüccar, İran elçisiyle birlikte İmparatorun tahtı önüne vardığında saygıyla eğildi. Söze önce İranlı elçi girdi ve zengin İranlı tüccarı tanıttı.
İranlı tüccar elçinin konuşması bitince konuştu.
İmparator o gün tahta çıkmıştı, can sıkıcı bir gündü. Hava ağırlaşmıştı, İmparator üzerine giydirilen ipekli elbise içinde göz kamaştırıyordu. Yüzüne itinayla yapılmış makyajı, manikürlü elleri, küçük ayakları ve narin vücuduyla İmparator erkekten daha çok bir kadına benziyordu. Yasaklı Şehirde, sarayın görkemli bahçesinde taç giyme töreni yapılmıştı. İmparatorun özel isteğiydi bu. Gün boyu ve ardı sıra iki hafta boyunca eğlenceler tertip edilmiş, yapılan şölenlerde Yasaklı Şehrin insanları eğlenmişti. Karnı doymayan, kurulan sofralardan ve dağıtılan yemeklerden nasiplenmeyen kalmamıştı halk içinde. İmparator yaklaşan tehlikenin farkındaydı, gün geçmiyordu ki imparatorluğun diğer şehirlerinde olan halk arasında bir isyan çıkmasın. İmparator halkının yaşadıklarına kayıtsız değildir. Üniversiteye giderken halkın yaşadığı zorlukları bizzat görmüştü. Halk imparatorluğun içinde kurulmuş küçük krallıklar tarafından ağır vergiler altında eziliyordu. Öyle ki çiftçiler elde ettiği mahsulün tamamına yakınını soylulara veriyordu, adalet sistemi çökmüştü. İmparator kraldan çok kralcılık taslayan soylular karşısında çaresiz kalmıştı. İki ateş arasında tahta çıkmıştı İmparator. Ve zaten isyanların yaşandığı bir ülkeydi imparatorluk. Üstelik tüm bunlarla, çıkan isyanlarla, soyluların ikiyüzlü, pişkin, ahlaksız tavırlarıyla baş edecek kadar güçlü hissetmiyordu kendini. O kırları özlüyordu, kırlarda çıplak ayakla dolaşmak istiyordu. Şiir dinlemek ve resim yapmak: Ah hayat neden bu kadar da zordu?
Danışman, İmparatorun yanına geldiğinde onu keyiflendirebilmek için şöyle söyledi.
- İmparatorum Yasaklı Şehri anlatan bir kitap hazırlatmamı ister misiniz? Yasaklı Şehrin çarşısını ve sokaklarını anlatan bir kitap olur üstelik. Bu kitabı hazırladıktan sonra da birkaç kopyasını elde ederiz. İsterseniz kopyalarını civar ülkelere göndeririz. Yasaklı şehrimizi, nadide bir çiçek kadar güzel şehrimizi dünya da tanımış olur.
İmparator, danışmanın önerisini kabul etti. Yasaklı Şehrin çarşısını ve sokaklarını anlatan kitap için kendi de minyatür çizebilirdi. Derken bütün bir hayatı bu kitap oldu İmparatorun, bir yıla yakın bir süre kitap üstünde çalıştılar. Yasaklı Şehrin sanatçıları, zanaatkarları bir araya toplanmıştı. İmparator da sanatçıların içindeydi. Yasaklı Şehrin Çarşısının minyatürleri çizildi. Dükkânlar, insanlar, sokaklar, sokaklardaki çocuklar ve tabii ejderhalar. Kitap öyle güzel olmuştu ki İmparator elinden bırakamıyordu. Dışarıda yaşanan isyanlar ve gelen kötü haberler karşısında keder denizinde boğulmamışsa İmparator işte bu çarşı kitabı yüzündendi. Oyalamıştı İmparatoru, kitap sayfaları oluşturulurken öyle bir titizlikle işliyordu ki minyatürleri diğer sanatçılarla; günlerin, haftaların nasıl geçtiğini anlamıyordu. İsyancıların ordusu çok büyümüştü, gün gün Yasaklı Şehre doğru yaklaşıyorlardı. İmparator ordusunun Yasaklı Şehrin duvarları dibine gelecek olan isyancı ordusu karşısında duramayacağını biliyordu. İmparator ve ailesinin belki de son birkaç haftası kalmıştı. Sonra hepsi birlikte öleceklerdi, bir günün içinde, hiç yaşamamış gibi olacaklardı ve her şey bitecekti, yok olup gideceklerdi bu dünyadan.
*
İmparatorun o gün yabancı ülkelerin elçilerini kabul etme günüydü. İsyancı orduları Yasaklı Şehre yürüyor olsalar da İmparator her gün tahtına çıkıyor ve cesaretle orada oturarak sanki yaşanan tehlikenin her geçen saatte daha da yaklaştığını bilmiyormuş gibi davranıyordu. Yabancı ülkelerden gelen elçiler de İmparatorun huzuruna vardıklarında ülkelerinden getirdikleri hediyeleri ona sunuyor, İmparatordan aldıklarını ise sevinç içinde kabul ediyorlardı. Bugün de Yasaklı Şehre gelenler arasında İran elçisi ve İran’dan Yasaklı Şehre mallarını satmak ve buradan en nadide malları almak için zengin bir tüccar gelmişti. İmparatorun huzuruna çıktığında işini hemen bitirmek istiyor, isyancılar Yasaklı Şehrin surları yanına varmadan bu şehirden ayrılmak istiyordu. Zengin İranlı tüccar, İran elçisiyle birlikte İmparatorun tahtı önüne vardığında saygıyla eğildi. Söze önce İranlı elçi girdi ve zengin İranlı tüccarı tanıttı.
İranlı tüccar elçinin konuşması bitince konuştu.
- Sevgili İmparatorum sizlere çeşitli ülkelerden nadir bulunabilen hediyeler getirdim. Bu getirdiğim hediyeler içinde Bursalı Muslihüddin adlı bir sarraftan aldığım yakut ve incilerle süslenmiş bir de gerdanlık vardır ki gören herkesi büyülemektedir. Bunca zamandır işte bu kutunun içinde sizin hanedan kadınlarınızın birinin boynunda -muhakkak ki kıymetliniz olan bir çiçektir o- tüm güzelliğiyle ışıldamak üzere bekliyor.
İmparator bu ağzı kalabalık olan uyanık tüccara bakıp gülümsedi. Yakut taşlı, inci süslü gerdanlığı kendine göstermesi için tüccara ‘’Yaklaş,’’ dedi. Tüccar, İmparatorun tahtına birkaç adım ötede durdu, elindeki kutuyu İmparatorun görebileceği şekilde tuttu. İmparator kutuyu almak üzere danışmanına emir verdi. Bir saniye sonra yakut taşlı, inci süslü gerdanlık İmparatora takdim edilmişti. Hayranlıkla inceliyordu gerdanlığı, en sevdiği karısına vereceği kesindi evet ama kaç günlüğüne. İsyancıların geleceği gün hep birlikte tüm bir hanedan yok olup gidecekti. İmparator keder denizi içinde boğuluyordu ama bunu belli etmemeye çalışarak ‘’Bu gerdanlık ve beraberinde getirdiğin diğer ürünler için ne istiyorsun?’’ diye sordu. Tüccar baharat ve ipek istediğini söyledi. Alacağı ipeği ve baharatı Tebriz’de ve Bursa’da satacaktı. İmparator Tebriz’i biliyordu yalnız Bursa olarak bahsedilen şehrin nerede olduğunu kestiremedi.
- İkidir Bursa’dan bahsediyorsun. Anladığım kadarıyla bizim ülkelerimize yakın bir yerde değil de uzak bir memleketin şehridir, dedi.
Tüccar derin bir ah çekerek konuşmaya başladı. ‘’Benim,’’ dedi ''annem Bursalıdır İmparatorum ve o bir Türk’tür. Annemin memleketi, ki bilseniz nasıl da güzel bir şehirdir. Yemyeşil ormanlık alanlarla kaplıdır bu güzel şehir ve bilir misiniz ki su kenti olarak anılır. Üstelik şifalı suları vardır Bursa’nın; her derde devadır. Deniz vardır yakınında ve koskocaman bir de dağı. Ah İmparatorum; âlimi, evliyası o kadar çoktur ki evliyalar ve âlimler şehri Bursa diye de bahsedilir bu kadim şehirden. Çarşısı geniştir, büyüktür ve çok intizamlıdır. Bu çarşının içine girdiğinizde ihtiyacınız olan her bir ürünü bulursunuz. Sokakları temizdir, insanları sevecen ve misafirperver. Bir gün Bursa’yı görmenizi dilerim İmparatorum.''
İmparator tüccarı dinledikçe keyifleniyor bir yandan da üzülüyordu. Tüccarın anlattığı Bursa’yı ve başka başka şehirleri ne de çok görmek isterdi. Ama ne yazık ki bu mümkün olmayacaktı. İmparator ve ailesinin sonu giderek daha da yaklaşıyordu. Bir anda bir düşünceyle sarsıldı İmparator, Bursa çarşısından bahseden tüccara çarşı kitabını vermek istedi.
İmparator tüccarı dinledikçe keyifleniyor bir yandan da üzülüyordu. Tüccarın anlattığı Bursa’yı ve başka başka şehirleri ne de çok görmek isterdi. Ama ne yazık ki bu mümkün olmayacaktı. İmparator ve ailesinin sonu giderek daha da yaklaşıyordu. Bir anda bir düşünceyle sarsıldı İmparator, Bursa çarşısından bahseden tüccara çarşı kitabını vermek istedi.
- Mademki sen benim sarayıma gelip bu güzel hediyeleri getirdin, o güzel şehir Bursa’dan bahsettin, onun çarşısını, sokaklarını anlatarak bana Bursa’ya hayâlde de olsa gitme olanağı yarattın öyleyse ben de sana Yasaklı Şehrin çarşısının ve sokaklarının minyatürleriyle dolu ve o sokakları tasvir eden yazılarla donatılmış bu değerli kitabı vermek isterim, dedi. Danışmana emredip çarşı kitabını istetti.
Tüccar Yasaklı Şehirden tam vaktinde ayrılmıştı. İsyancıların gelmesi birkaç günü bulur denirken duyulan savaş naraları büyük bir ordunun Yasaklı Şehrin surları dibine bir iki saat içinde varacaklarını haber veriyor gibiydi. İranlı Tüccar en nadide mallarla yüklediği develeri ve adamlarını hızla uzaklaştırdı Yasaklı Şehirden.
*
İranlı tüccar ve adamları çölde ilerlerken bir gurup haydudun saldırısına uğradılar. Canını zor kurtaran İranlı tüccar ve adamları Yasaklı Şehirden aldıkları tüm malları ve develeri haydutlara bırakarak kaçmışlardı. Haydutlar ellerine geçen ganimeti incelerken haydudun birinin eline içinde ejder olan önü siyah, arkası beyaz renk kaplı, güzel minyatürlerle donatılmış çarşı kitabı geçti.
Üsküplü Yakup bugün de bedestende gezintiye çıkmış, ipek ve mücevher satan toptancıları gezmişti. Üsküp’ün en güzel sokağında olan dükkânı için seçtiği ürünlerin arabasına yüklenmesini istedi. Yakup alışverişini bitirince bir sahafa girip el yazmalarını incelemeye başladı. Paşa babasının bıraktığı mal varlığı sayesinde rahat bir şekilde yaşıyordu. İlgi alanlarından biri de pahalı el yazmalarını toplamaktı. Bugün de sahafın özenle raflardan indirip beğenisine sunduğu el yazmalarını inceliyordu. Üsküplü Yakup’un çarşı kitabını o gün o sahafta bulacağı kimin aklına gelirdi. Üsküplü Yakup öldükten sonra üç yüz yıl boyunca Yakup’un ailesi içinde bir yer edinmişti çarşı kitabı. Nesilden nesile, elden ele dolaşmıştı ama hep kendi aile fertleri içinde el değiştirmişti. Babadan oğula geçmiş, oğul baba olmuş sonra da o da çarşı kitabını oğluna emanet etmişti. Çarşı kitabının içindeki yazıları kimse okuyamasa da içindeki minyatürlerinden kıymetli bir kitap olduğunu anlayan Üsküplü aile çarşı kitabını atalarından kalan bir yadigâr olarak kabul etmiş, kitabı muhafaza edebilmişti. Yılar geçti hatta yüzyıllar tam üç yüz yıl. İşte böyle idi bu macera da. Kitap en sonunda Hafız Hasan’ın evine gelmişti. Hafız Hasan’ın ailesi vakti zamanında Üsküp’ten Bursa’ya göç etmiş bir aileydi.
*
Tavan arasında tam yirmi yıl bekledi çarşı kitabı, bir daha yangın çıkmamıştı ve kitaptan da ses işitilmemişti, ara sıra Hafız Hasan’la güzel karısı Karanfil Hanım olanları hatırlıyorsa da konu üzerinde çok da düşünmediler.
Bir gün tavan arasının temizleneceği tutmuştu. Karanfil Hanım ev işlerinde yardımcı olan iki kadınla tavan arasına çıkmıştı, bir güzel temizlenecekti burası. Hafız Hasan’ın çarşıdaki dükkânında bırakılamayan kıymetli eşyalar tavan arasında muhafaza edilecekti. İşte bu niyetle yıllardır unutulmuş, kaderine terk edilmiş tavan arasına çıkılmıştı. Kadınlar hep birlikte temizliğe giriştiler. Karanfil Hanım temizlik devam ederken duvara yaslanmış eski sandığın yanına gitti, sandığı açtığında içinde çarşı kitabını bulacağını biliyordu. Yüreğine nüfuz eden garip bir huzursuzluk hissi duyumsadı. Bu his ona yabancı değildi. Yirmi yıl önce kitabı ilk gördüğünde de aynı huzursuzluğu hissetmişti. Karanfil Hanım sandığı usulca açtı, eski elbiseleri elleriyle yoklayarak içlerinde kaybolmuş olan çarşı kitabını bulup aldı.
Karanfil Hanım yardımcı kadınlara ‘’Siz işinize devam,’’ edin diyerek kitabı göğsüne bastırdı, ikinci kata inip odasına kapandı. Çarşı kitabını yatağın üzerine bırakan Karanfil Hanım parmaklarını kitap kapağı üzerindeki minyatürde gezdirdi. Sonra yavaşça kitabın arka yüzünü çevirip arka kapaktaki ejderhalara baktı. Ejderhalar bunca yıl orada arka kapağın içinde hapsolmuş gibiydiler. Gözleri sanki yaşıyormuş hissi veriyordu Karanfil Hanım’a. Önlerinde uzanan kenti ağızlarında çıkan alevlerle yakmak istiyorlardı. Karanfil Hanım içindeki huzursuzluğun tüm ruhunu zapt etmesiyle ağlamaya başladı.
Hafız Hasan akşam konağa geldiğinde konak sessiz ve karanlıktı, üst kata çıkıp yatak odasına girdi. Karanfil Hanım’ı uyur buldu, zevcesini rahatsız etmek istemeyen Hafız Hasan birinci kata inerek mutfağa girdi. İstanbul’da Darülfünunda okuyan oğlundan kötü bir haber geldiğini düşündü bir an. Karısı kötü haberi aldığında hasta mı olmuştu? Bu saatte -ki erken bir vakitti- Karanfil Hanım’ın uykuya çekildiği görülmüş şey değildi. Halayık kadın da mutfaktaydı, bir bardak su isteyip sordu ‘’Hanımın hasta mı oldu Hafize?’’ Hafize başını eğip Hafız Hasan’ın yüzüne bakmadan konuştu ‘’Gün boyu ince ince gözyaşı döktü hanımımız, tavan arasında temizlik yapıyorduk, orada eski bir sandık varmış, onun başına gidip açtı, içinden bir kitap çıkardı. Kitapla birlikte tavan arasından ayrıldı. Odasından da çıkmadı bir daha ne yedi ne içti, ağladı, ağladı, kitaba bakıp ağladı. Bu ejderhalar dedi, bu ejderhalar tüm bir şehri yakacak.’’ Hafız Hasan karısının derdini anlamıştı. Yıllar önce komşu konağının mutfağında yangın çıkmıştı. Sebepsiz yere durup dururken koca konağın büyükçe mutfağı yanıp kül olmuştu da zar zor söndürebilmişlerdi. Karanfil Hanım yangına sebep olanın ejderhalar olduğunu söylemişti.
Hafız Hasan yatak odasına girdi, Karanfil Hanım uyuyordu, yatağın başucuna bırakılmış olan çarşı kitabını gördü. Kitabı aldı, halayık kadına bile haber vermeden evden ayrıldı. Uzun çarşıda ciltçi dükkânı olan Eşref’e gitti. Eşref geç vakte kadar çarşıdaki dükkânında çalışırdı. Hafız Hasan kitabı yıpranmış olduğu bahanesiyle Ciltçi Eşref’te bırakacaktı, ondan bu kitabı ciltlemesini isteyecekti. Ciltçi Eşref aynı zamanda kitaplarla arası çok iyi olan, bilgi sahibi kadim bir dosttu. Kitabın dilinden anlayabilmesi mümkündü. Ciltçi Eşref kitabın içindeki yazıyı okuyabilirse sayfalarda hangi diyarı, hangi diyarın çarşısını, hangi diyarın insanlarını ve sokaklarını anlattığı ortaya çıkabilirdi. Böylelikle asırlardır babadan oğula geçmiş olan bu kitabın esrarı bir nebze de olsa çözülebilirdi. Ciltçi Eşref arkadaşının kendisine uzattığı kitabı alıp inceledi.
*
İranlı tüccar ve adamları çölde ilerlerken bir gurup haydudun saldırısına uğradılar. Canını zor kurtaran İranlı tüccar ve adamları Yasaklı Şehirden aldıkları tüm malları ve develeri haydutlara bırakarak kaçmışlardı. Haydutlar ellerine geçen ganimeti incelerken haydudun birinin eline içinde ejder olan önü siyah, arkası beyaz renk kaplı, güzel minyatürlerle donatılmış çarşı kitabı geçti.
Üsküplü Yakup bugün de bedestende gezintiye çıkmış, ipek ve mücevher satan toptancıları gezmişti. Üsküp’ün en güzel sokağında olan dükkânı için seçtiği ürünlerin arabasına yüklenmesini istedi. Yakup alışverişini bitirince bir sahafa girip el yazmalarını incelemeye başladı. Paşa babasının bıraktığı mal varlığı sayesinde rahat bir şekilde yaşıyordu. İlgi alanlarından biri de pahalı el yazmalarını toplamaktı. Bugün de sahafın özenle raflardan indirip beğenisine sunduğu el yazmalarını inceliyordu. Üsküplü Yakup’un çarşı kitabını o gün o sahafta bulacağı kimin aklına gelirdi. Üsküplü Yakup öldükten sonra üç yüz yıl boyunca Yakup’un ailesi içinde bir yer edinmişti çarşı kitabı. Nesilden nesile, elden ele dolaşmıştı ama hep kendi aile fertleri içinde el değiştirmişti. Babadan oğula geçmiş, oğul baba olmuş sonra da o da çarşı kitabını oğluna emanet etmişti. Çarşı kitabının içindeki yazıları kimse okuyamasa da içindeki minyatürlerinden kıymetli bir kitap olduğunu anlayan Üsküplü aile çarşı kitabını atalarından kalan bir yadigâr olarak kabul etmiş, kitabı muhafaza edebilmişti. Yılar geçti hatta yüzyıllar tam üç yüz yıl. İşte böyle idi bu macera da. Kitap en sonunda Hafız Hasan’ın evine gelmişti. Hafız Hasan’ın ailesi vakti zamanında Üsküp’ten Bursa’ya göç etmiş bir aileydi.
*
Tavan arasında tam yirmi yıl bekledi çarşı kitabı, bir daha yangın çıkmamıştı ve kitaptan da ses işitilmemişti, ara sıra Hafız Hasan’la güzel karısı Karanfil Hanım olanları hatırlıyorsa da konu üzerinde çok da düşünmediler.
Bir gün tavan arasının temizleneceği tutmuştu. Karanfil Hanım ev işlerinde yardımcı olan iki kadınla tavan arasına çıkmıştı, bir güzel temizlenecekti burası. Hafız Hasan’ın çarşıdaki dükkânında bırakılamayan kıymetli eşyalar tavan arasında muhafaza edilecekti. İşte bu niyetle yıllardır unutulmuş, kaderine terk edilmiş tavan arasına çıkılmıştı. Kadınlar hep birlikte temizliğe giriştiler. Karanfil Hanım temizlik devam ederken duvara yaslanmış eski sandığın yanına gitti, sandığı açtığında içinde çarşı kitabını bulacağını biliyordu. Yüreğine nüfuz eden garip bir huzursuzluk hissi duyumsadı. Bu his ona yabancı değildi. Yirmi yıl önce kitabı ilk gördüğünde de aynı huzursuzluğu hissetmişti. Karanfil Hanım sandığı usulca açtı, eski elbiseleri elleriyle yoklayarak içlerinde kaybolmuş olan çarşı kitabını bulup aldı.
Karanfil Hanım yardımcı kadınlara ‘’Siz işinize devam,’’ edin diyerek kitabı göğsüne bastırdı, ikinci kata inip odasına kapandı. Çarşı kitabını yatağın üzerine bırakan Karanfil Hanım parmaklarını kitap kapağı üzerindeki minyatürde gezdirdi. Sonra yavaşça kitabın arka yüzünü çevirip arka kapaktaki ejderhalara baktı. Ejderhalar bunca yıl orada arka kapağın içinde hapsolmuş gibiydiler. Gözleri sanki yaşıyormuş hissi veriyordu Karanfil Hanım’a. Önlerinde uzanan kenti ağızlarında çıkan alevlerle yakmak istiyorlardı. Karanfil Hanım içindeki huzursuzluğun tüm ruhunu zapt etmesiyle ağlamaya başladı.
Hafız Hasan akşam konağa geldiğinde konak sessiz ve karanlıktı, üst kata çıkıp yatak odasına girdi. Karanfil Hanım’ı uyur buldu, zevcesini rahatsız etmek istemeyen Hafız Hasan birinci kata inerek mutfağa girdi. İstanbul’da Darülfünunda okuyan oğlundan kötü bir haber geldiğini düşündü bir an. Karısı kötü haberi aldığında hasta mı olmuştu? Bu saatte -ki erken bir vakitti- Karanfil Hanım’ın uykuya çekildiği görülmüş şey değildi. Halayık kadın da mutfaktaydı, bir bardak su isteyip sordu ‘’Hanımın hasta mı oldu Hafize?’’ Hafize başını eğip Hafız Hasan’ın yüzüne bakmadan konuştu ‘’Gün boyu ince ince gözyaşı döktü hanımımız, tavan arasında temizlik yapıyorduk, orada eski bir sandık varmış, onun başına gidip açtı, içinden bir kitap çıkardı. Kitapla birlikte tavan arasından ayrıldı. Odasından da çıkmadı bir daha ne yedi ne içti, ağladı, ağladı, kitaba bakıp ağladı. Bu ejderhalar dedi, bu ejderhalar tüm bir şehri yakacak.’’ Hafız Hasan karısının derdini anlamıştı. Yıllar önce komşu konağının mutfağında yangın çıkmıştı. Sebepsiz yere durup dururken koca konağın büyükçe mutfağı yanıp kül olmuştu da zar zor söndürebilmişlerdi. Karanfil Hanım yangına sebep olanın ejderhalar olduğunu söylemişti.
Hafız Hasan yatak odasına girdi, Karanfil Hanım uyuyordu, yatağın başucuna bırakılmış olan çarşı kitabını gördü. Kitabı aldı, halayık kadına bile haber vermeden evden ayrıldı. Uzun çarşıda ciltçi dükkânı olan Eşref’e gitti. Eşref geç vakte kadar çarşıdaki dükkânında çalışırdı. Hafız Hasan kitabı yıpranmış olduğu bahanesiyle Ciltçi Eşref’te bırakacaktı, ondan bu kitabı ciltlemesini isteyecekti. Ciltçi Eşref aynı zamanda kitaplarla arası çok iyi olan, bilgi sahibi kadim bir dosttu. Kitabın dilinden anlayabilmesi mümkündü. Ciltçi Eşref kitabın içindeki yazıyı okuyabilirse sayfalarda hangi diyarı, hangi diyarın çarşısını, hangi diyarın insanlarını ve sokaklarını anlattığı ortaya çıkabilirdi. Böylelikle asırlardır babadan oğula geçmiş olan bu kitabın esrarı bir nebze de olsa çözülebilirdi. Ciltçi Eşref arkadaşının kendisine uzattığı kitabı alıp inceledi.
- Çok da yıpranmış bir kitap değil Hasan yine de ciltletmek istediğinden emin misin? Bu gereksiz yere masraf edeceğin anlamına gelir ki ben bunu gerekli görmedim. Kitap iyi muhafaza edilmiş, nerden baksan bir elli yıl daha dayanabilir.
- Sen yine de ciltle onu, hem bak bakalım sahifelerine dilinden anlayabilecek misin?
Ciltçi Eşref ‘’Garip,’’ diye söylendi. ‘’İçimi bir huzursuzluk kapladı.’’ Kitabın ön yüzüne baktı ve arka yüzüne. İç sahifeleri çevirdi, kitabın içindeki güzel minyatürlerin üzerinde gezindi parmakları. ‘’Bu kitap dedi, büyük bir ihtimalle uzak diyarlardan geliyor, yazısına baktığımda ise sanki antik çağlardan sesleniyormuş hissi uyandırıyor. Yalnız kitap o kadar eski değil, belki bir üç yüz yıllık olabilir. Daha fazla olma ihtimali yok. Bak buradaki tarihi görüyor musun? Şu sahifenin sonuna iliştirilmiş.
- O bir tarih mi? diye sordu Hafız Hasan.
- Evet o bir tarih ve Çince. Tarihte 1628 yılı olduğu yazıyor.
- Bu kitabın Çinliler tarafından yazıldığını biliyordum. İçindeki çocukların yüzleri ve sokaklar dinlediğim Çin masallarını andırıyordu.
- Mümkündür tabii, ama kitabın yazısını okuyabilmem mümkün değil. Sen en iyisi kitabı Darülfünunda okuyan oğluna ver de hocalarına bir baktırsın. Muhakkak ki onların içinde bu eski yazı dilini çözebilen biri çıkacaktır.
Hafız Hasan çarşı kitabını Ciltçi Eşref’te bırakıp evine doğru yola çıktığında gecenin geç bir vaktiydi. Çarşı kitabını bırakmış olmanın verdiği huzur içinde uyudu. Hafız Hasan ertesi gün kalktığında sokaktan yükselen haykırma seslerini duydu. İnsanlar sokaklarda koşturuyordu. Hafız Hasan pencereyi açtı. Balibey Han tarafından alevler yükseliyordu. Aceleyle giyindi, karısına ‘’Yangın var,’’ diyerek evinden hızla çıktı. Gece bir ara Karanfil Hanım uyanmış, yanında yatan kocasına sokulmuştu. Hafız Hasan karısına rahat olmasını, kitabı Ciltçi Eşref’e bıraktığını söyledi. Karı koca o akşam huzur içinde birbirlerine sarılarak uyumuşlardı.
Karanfil Hanım tüm olan biteni anlıyordu. Yangın vardı ve yangın uzun çarşıda çıkmıştı. Çarşı kitabının içinde yaşayan ejderhalar uzun bir süredir orada sessizce bekliyorlardı. Ne zaman onları bir insanın eli değse duyguları ve düşünceleri hareketleniyor olsa gerekti. Ejderhalar yine yaptılar yapacaklarını, diye düşündü kadıncağız. Şimdi de çarşı kitabı çarşıyı yakıyor.
Hafız Hasan çarşı esnafıyla alevlerin içine girdi, el birliğiyle gün boyu alevlerle mücadele ettiler. Çarşıdaki dükkânların yarısı yanmıştı. Hafız Hasan’ın dükkânıyla birlikte malları da telef olmuştu. Akşam ezanına doğru yangını söndürebildiler. Yangın nerede çıkmıştı, hangi dükkândan yayılmıştı, yangına ne sebep olmuştu kimse bilmiyordu. Açıklaması yoktu, gece bekçileri hiçbir şey görmemişti. Gece geç saatlere kadar çalışan Ciltçi Eşref ve birkaç esnaf da yangının kendi dükkânlarında çıkmadığını söylediler. Yangın nerede başlamıştı hiç bilemediler. Hafız Hasan evine yangın söndükten sonra geldi. Yorgundu, bitkindi, dokunsan ağlayacaktı. Karısı Karanfil Hanım’a sarıldı. Karanfil Hanım, Hafız Hasan’ın kulağına fısıldadı. ‘’Yangını onlar çıkardı bey. Onlar. Ejderler.’’ Hafız Hasan ‘’Bitti artık, dedi ''sebebi onlarsa bile yangında yok olup gittiler.’’
Yangından kalan küllerin arasında birkaç hurdacı geziniyordu, yağmacı gurup da derlerdi bu kişilere. Böyle fırsatları kaçırmazlardı. Felaket neredeyse bu yağmacılar oradaydı. Şimdi de yangından arta kalan küllerin arasında işe yarar birkaç eşya arıyorlardı. Derken bir hurdacının eline bir kitap geçti. Kitap sapasağlamdı. Hurdacı kitabı aldı, kitabın ön yüzü siyah renkliydi ve iki adam oturmuş sohbet ediyorlar gibi görünüyordu. Gökyüzünde uçan ejderhaların ağzından alev çıkıyordu. Hurdacı kitabın arka yüzünü çevirmeden kitabı torbasına koydu.
Son
Not:
Necmi Gürsakal'ın Çarşı Kitabı adlı yazısından yola çıkarak kurguladığım hikâyemi takdirinize bırakıyorum. Saygılar. Burcu Bolakan.
Karanfil Hanım tüm olan biteni anlıyordu. Yangın vardı ve yangın uzun çarşıda çıkmıştı. Çarşı kitabının içinde yaşayan ejderhalar uzun bir süredir orada sessizce bekliyorlardı. Ne zaman onları bir insanın eli değse duyguları ve düşünceleri hareketleniyor olsa gerekti. Ejderhalar yine yaptılar yapacaklarını, diye düşündü kadıncağız. Şimdi de çarşı kitabı çarşıyı yakıyor.
Hafız Hasan çarşı esnafıyla alevlerin içine girdi, el birliğiyle gün boyu alevlerle mücadele ettiler. Çarşıdaki dükkânların yarısı yanmıştı. Hafız Hasan’ın dükkânıyla birlikte malları da telef olmuştu. Akşam ezanına doğru yangını söndürebildiler. Yangın nerede çıkmıştı, hangi dükkândan yayılmıştı, yangına ne sebep olmuştu kimse bilmiyordu. Açıklaması yoktu, gece bekçileri hiçbir şey görmemişti. Gece geç saatlere kadar çalışan Ciltçi Eşref ve birkaç esnaf da yangının kendi dükkânlarında çıkmadığını söylediler. Yangın nerede başlamıştı hiç bilemediler. Hafız Hasan evine yangın söndükten sonra geldi. Yorgundu, bitkindi, dokunsan ağlayacaktı. Karısı Karanfil Hanım’a sarıldı. Karanfil Hanım, Hafız Hasan’ın kulağına fısıldadı. ‘’Yangını onlar çıkardı bey. Onlar. Ejderler.’’ Hafız Hasan ‘’Bitti artık, dedi ''sebebi onlarsa bile yangında yok olup gittiler.’’
Yangından kalan küllerin arasında birkaç hurdacı geziniyordu, yağmacı gurup da derlerdi bu kişilere. Böyle fırsatları kaçırmazlardı. Felaket neredeyse bu yağmacılar oradaydı. Şimdi de yangından arta kalan küllerin arasında işe yarar birkaç eşya arıyorlardı. Derken bir hurdacının eline bir kitap geçti. Kitap sapasağlamdı. Hurdacı kitabı aldı, kitabın ön yüzü siyah renkliydi ve iki adam oturmuş sohbet ediyorlar gibi görünüyordu. Gökyüzünde uçan ejderhaların ağzından alev çıkıyordu. Hurdacı kitabın arka yüzünü çevirmeden kitabı torbasına koydu.
Son
Not:
Necmi Gürsakal'ın Çarşı Kitabı adlı yazısından yola çıkarak kurguladığım hikâyemi takdirinize bırakıyorum. Saygılar. Burcu Bolakan.