Burcu BOLAKAN

Burcu BOLAKAN

[email protected]

Ahmet Urfalı / Geçmişten Geleceğe Köprü

05 Temmuz 2023 - 14:15 - Güncelleme: 06 Temmuz 2023 - 22:41

Ahmet Urfalı / Geçmişten Geleceğe Köprü
Oğuz Kağan’ın destanî kişiliğiyle ve Mete Han’ın tarihsel kişiliği arasında benzerlikler kurarak Mete Han’ın Oğuz Han olması hususuna kesin gözle bakmaktayız. Ahmet Urfalı Hoca da kitabında bu konuya yer veriyor. Mete Han MÖ 209-174 yıllarında yaşıyor, Oğuz Kağan destanı da Mete Han’ın yaşantısı üzerine kuruluyor. Oğuz Kağan oğulları Gün, Ay, Yıldız ve on iki torununa hâkimiyeti temsil eden yayı veriyor. Küçük oğulları olan Gök, Dağ, Deniz ve on iki torununa da bağlılığı temsil eden oku veriyor. Türk milletinin alp yapısı ve görkemli birleşimiyle büyük bir devletin temelleri atılmış oluyor. Oğuz Kağan Destanındaki ok ve yay motifi Osman Gazi’nin rüyasında gördüğü ağaç motifi arasında benzerlik kuruluyor. Ağaç Türk destan ve hikâyelerinde kutsal kabul ediliyor. Ağacın toprağın içinde köklerini salması, sağlam bir şekilde toprağa tutunması, dallarının uzaması ve budaklanması, dallarındaki meyvenin-yaprağın olgunlaşarak insanları gölgesi altına alması bir beyliğin kurulmasına, devlet hâline gelmesine ve güçlenip halkını iyi yaşatmasına, himaye etmesine benzetilmiştir.

Ahmet Urfalı kitabının elli ikinci sayfasında Göç Yolları başlığı altında göç olgusu hakkında önemli bilgiler veriyor. İnsanların niçin göç ettiklerine, gittikleri yabancı ülkede karşılaştıkları sorunlara değiniyor. Bugün ülkemizin de önemli sorunlarından birisi göç sorunudur. Gelin isterseniz Ahmet Urfalı konuyu nasıl değerlendiriyor ona bakalım. Öncelikle Türk kültür hayatında göçün algılanış biçimini açıklamakla başlıyor. Türklerin göç etmeleri onların yaşantı biçimi hâlini almıştı. Türkler hayvancılık yapıyorlar ve hayvanlarının beslenmesi için mevsimlere göre yaylak ve kışlak adlarını verdikleri yerlere göç ediyorlardı. Türklerin dinamik yapısı sürekli olarak konar-göçer bir yaşam şeklini benimsemeleri sebebiyle korunuyordu. Hz. Peygamber’in de Mekke’den Medine’ye göç etmesiyle Türkler göçe mistik bir anlam yüklemiş, ancak seziş ve keşfetme yoluyla kavranabileceği gizemli, şifreli bir göç kavramı ortaya çıkarmıştır. Ahmet Yesevi dervişlerine gurbete çıkmalarını öğütlemiştir. Böylelikle binlerce derviş Horasan’a, Anadolu’ya göç etmişler ve buralarda Türk olmanın gerekliliği olan erdemli duruşu İslam dini ile birleştirmişlerdir. İnsanlar arasında birlik, beraberlik, kardeşlik, sevgi gibi manevi değerlerin yeşermesi için çalışmışlardır.

Göç Türk’ün alın yazısı olarak görülmüştür. Göç eden Türk aynı zamanda düşmanların ani saldırılarından korunuyor ve daha güçlü, sağlam bir şekilde teşkilatlandığında geriye dönüyor ve düşmanlara karşı amansız bir şekilde savaşabiliyordu. Tonyukuk, Bilge Kağan’a verdiği bir öğütte şöyle söylüyor: ‘‘Hakanım, oturursak belli bir yerde yüz katımız olan düşman gelir, bizi yok eder. Hâlbuki göçer yaşarsak, zayıf olduğumuz zaman çekilir, güçlü olduğumuz zaman ilerleriz.’’ Göçerlik; Türk toplumuna dinamizm ve dayanıklılık kazandırmış, mücadele azmi ve dayanışma ruhu vermiştir.

Kitabın Huzur Mutluluk Mekânı: Türk evi kısmını okuduğumda bugün insanların niçin bir sıkışmışlık duygusu içinde, yoğun kaygılarla debelenip durduğunu bir kez daha anlamış ve üzerinde düşünmüş oldum. Evlerimiz, içlerinde yaşamaya mecbur olduğumuz ya da mecbur bırakıldığımız evlerimiz gerçekten de Türk’ün yaradılış kodlarına ve özgürlükçü ruhuna uygun mudur? Bozkırlarda yaşamış, göçebe hayatı sürmüş, otağlar kurmuş olan bir milletin torunlarının şu anda küçücük dünyalar içine sıkışması yaşadığı bunalımları bir nebze de olsa anlatmaya yetiyor. Çağ değişmiştir ve artık göçebe hayatın yaşanması mümkün değildir diyenler olacaktır. Yalnız burada şuna dikkat edilmelidir. Üst üste yığılmış çok katlı bloklarda oturan insanlar yalnızlaşıyor ve sanki onlardan tek tip koloniler yaratılmaya çalışılıyor. Az bir yerde çok fazla insanı yaşatmak adına yapılıyor bu çok katlı binalar. Mahremiyet sınırlarının da aşıldığı; üst ve alt katlarından gelen seslerle herkesin birbirinin gizli sırlarını dahi öğrenebildiği, küçük küçük kafeslerde yaşamaya çalışan insancıklar oluşturuldu. Durumdan hiç kimse mutlu ve memnun değildir.

Büyüklerimizden duyduğumuz yalancı dünya sözünü kaos sözüyle ilişkilendirmişlerdir. Batı dünyası kaosu simgelerken Türk dünyası ise kozmosu simgelemektedir. Türkler dünyaya birlik ve düzen getirmek istemiş üstelik bunu adalet ölçülerine uygun şekilde yapmıştır. Gittiği yerlerdeki halklara zulmetmemiştir. Batılı emperyalist devletler ise gittikleri yerlerde insanlığa yakışmayacak katliamlar yapmışlardır. Sömürge hâline getirdikleri yerli halkı köle kendilerini ise efendi ilân etmişlerdir. Barış, düzen ve medeniyet götürüyoruz sözleri ardına gizlenmiş olan emelleri ise tamamıyla başkadır.

Kitapta sözün önemine de değinilmiş, bazı insanların çatallı dilleri ile insanlığın üzerine zehir gibi kötü etkisi olan cümleleri serptiklerinden bahsedilmektedir. Oysaki insan daima iyiye ve güzele doğru yönlenmeli ve olumlu, yapıcı, gönülleri fetheden bir tarzda konuşmalıdır. Bazen okumamış insanlar arasında da sözün ustası ve güzel ruhlu insanlar ile karşılaşırız. Bu insanlar okumamıştır; yalnız bir seziş ve yaşantı biçimlerini anlayabilme, fikirleri muhakeme etmedeki yetkinlikleriyle diğer insanlarda hayranlık duygusu uyandırır. Onlar fazla konuşmaz, bir köşede oturup sadece dinlediklerini görürüz. Söz ola ki onlara dönüp dolaşıp geldiğinde bu sefer onların hikmetli sözleri karşısında herkes susar. O insanların ağzından çıkan cümleler şifa niteliğindedir. İnsan dinledikçe daha çok dinlemek isteyecektir.

Ahmet Urfalı’nın kitabında yer verdiği Yemen Türk Mezarlığı bölümünde üç yüz bin Türk askerinin Yemen toprakları üzerinde şehit düştüğünü okuyoruz. 1839 yılında İngilizler Aden’i işgal ediyor. İngilizlerin amaçları Hindistan ticaret yolunu denetimleri altında tutmaktır. Arap kabilelerini Türklere karşı kışkırtıyorlar ve şeyhlere vaatlerde bulunuyorlar. Sonuçta da Araplar Türklere karşı düşmanlık besliyor. Zeydi İmam Yahya ile İngilizlerin yaptığı anlaşma sonucu Türk askerleri esir alınıyor ve Mısır’a götürülüyor. Seydibeşir ve Kuveysna adlı esir kamplarına naklediliyorlar. Türk askerleri dezenfekte bahanesiyle krizol banyosuna sokuluyor. Krizol banyosu yüzünden on beş bin asker kör oluyor. Bu noktada şöyle düşünmek gerekiyor; bu yaşanan acı olayı ve daha binlerce yaşanmış haksızlıkları ve kötülükleri bilmek Türk insanına dostunu ve düşmanını ayırma farkındalığı kazandıracaktır. Dostunu ve düşmanını ayırt edebilen bir millet daima uyanık olacak ve kendini her ân savunmaya hazır hâle getirecektir.

Kitabın üzerinde daha yazılacak pek çok söz bulunmakla birlikte okuyanının ve anlayanının çok olmasını diliyor ve sözümü (yazımı) burada bitirmeyi uygun buluyorum.

Kitabın Okunması Dileğiyle

Saygılar.

 

Reklam