Burcu BOLAKAN

Burcu BOLAKAN

[email protected]

Abdal Mehmed Ben Hangi Zamandayım?

08 Temmuz 2024 - 02:07 - Güncelleme: 08 Temmuz 2024 - 02:50

Abdal Mehmed Ben Hangi Zamandayım?
Yan masadan yükselen kahkahalar Ayten’in gönlüne hüzün bulutları getirdi. Kahkahalar yükseldikçe yüreği daralıyor, oğlunun hayâlinden gittikçe uzaklaşıyordu. Yaşlı kadının oğluyla birlikteliği dinginliğin içindeydi; gürültüden, şamata ve patırtıdan kaçmalıydı ki oğlunu rahatça düşünebilsin. Ayten günün sadece üç dört saati belki oğlunu düşünemiyordu ama o düşünemediği vakitlerde de oğlu rüyasına giriyordu.

Kahkahalar arttıkça gözleri doldu sonra da gül yanaklarına gözyaşları süzüldü. Durup dururken ağladığını sanacaktı insanlar. ‘‘Yapma,’’ dedi Münevver. ‘‘Aldırma sen, biliyorum rahatsız oldun ama senin derdinle dertlenecek değil insanlar, tanımaz etmezsin. Duymazlığa gel.’’ Bir yandan da Ayten’i buraya getirdiği için pişman olmuştu.

Ayten omuzlarını büktü, sonra dikelip yan masadakilere ‘‘Biraz yavaş gülün,’’ dedi. Ayten’in bu söylediği genç kadınların üzerinde kötü bir tesir bıraktı, kıpırdanıp etraflarına bakındılar, hemen bitişik masadaki Ayten’i gördüler.  Kızıl saçlı olan genç kadın, ‘‘Bize mi söylüyorsunuz?’’ diye dudak büzdü. ‘‘Evet size söylüyorum, biraz daha az gürültü yapın,’’ diye tekrarladı Ayten.  

Kızıl saçlı kadının yanındaki hanımlar, ‘‘Buraya gülmeye eğlenmeye geldik, çekemiyorsan git evine,’’ dediler. Onlara göre avazı çıktığı kadar gülmekti eğlenmek, yüksek sesle konuşuyorlardı, kadınların eğlenerek anlattıkları çay bahçesinin girişindeki masadan bile çok net duyuluyordu. Ayten, Münevvere ‘‘Ben gideyim,’’ dedi ‘‘Selma biraz sonra gelir siz birlikte vakit geçirin, ben gideyim.’’ Münevver arkadaşının üzüntüsünü bir nebze de olsa unutması için burada buluşmayı teklif etmişti ama Ayten’in rahat edemediği ortadaydı. Mecbur Selma’yı bekleyecekti ya da Ayten’le gidip Selma’ya telefon edecekti. ‘‘Sen kal benim için ayaklanma, inan ki zaten iyi de hissetmiyorum gideyim,’’ diye tekrarladı. Oturduğu iskemleden kalkıp ağır ağır yürümeye başladı. Arkasından ‘‘Kıskanç, mutluluk düşmanı,’’ diyen kadınların yükselen kahkahalarını duyuyordu. On dakika kadar yürüdü, türbeye gelmişti, gözyaşları gül yanaklarına süzülüyordu.

Türbenin kapısında durup kirişini eliyle sıvazladı, içeriye girdi. Yeşil halı serilmiş küçük bir kubbe içinde yatıyordu Abdal Mehmed, geçti içeriye bir köşeye büzüldü. Elindeki tespihi çekip düşünmeye başladı.

‘‘Anacığım sen üzülme, göz açıp kapayıncaya kadar yanında olacağım,’’ demişti Deniz. O gün son kez konuşmuşlardı oğlunla, bir daha haber alamadı, üç ay, tam üç ay bekledi, mektup ya da bir telefon, yok gelmedi. Bir gün kara haberi kapıya dayandı, sonra kocası öldü kahırdan, bir evlattı Deniz, bir oğuldu, yoktu artık, ölmüştü. Bir başına kalmıştı Ayten, o da gitmek istiyordu ya bu dünyadan ha deyince çekip gitmek olmuyordu. Tespihini elinde bir tur döndürdü, olduğu yerde uyuyakaldı.

*
Ayten uyandığında yanında ihtiyar bir adam oturuyordu, kadının uyandığını gören ihtiyar adam türbeden dışarıya çıktı. Ayten türbenin içinde uyuyakaldığı için çok utanmıştı adamcağız belki de türbenin bekçisiydi, ona edecek bir söz bulamadığından ihtiyar adam dışarıya çıkmıştı. Ayten ayağa kalktı, üzerindeki giysilerini eliyle düzeltip kapının yanına gitti, ayakkabılarını ayağına geçirdikten sonra türbenin küçük bahçesine çıktı. Ne kadar vakittir uyuduğunu bilmiyordu yalnız ortalığın bir ânda ıssızlaşmış olduğu gözünden kaçmadı. Biraz ilerledi, durdu, çarşının altındaki caddeye uzanan yolu garipsemişti. Etrafına bakındı, her bir şeyin yeri değişmiş onun gözüne tuhaf görünür olmuştu. Eliyle gözlerini ovuşturup tekrar etrafına bakındı. Önünde uzanan yol; bildiği görüntüden farklıydı, etrafında görmeye alışık olduğu binalar da yoktu üstelik.

Çınar ağacının altında oturan ihtiyar adam, ‘‘Yolunu mu kaybettin kızım?’’ diye seslendi. Ayten ağacın altında oturan adama doğru baktı, adam nur yüzlü, ufak tefek bir adamdı, üstündeki kıyafetlerle sanki geçmişten gelen birine benziyordu ama Ayten onu kime benzettiğini çıkaramadı.

İhtiyar adam yineledi. ‘‘Yolunu mu kaybettin kızım? Gel şöyle otur da biraz dinlen.’’

Ayten ihtiyar adamın çağrısına uydu, adamın gösterdiği yere doğru gitti. İhtiyardan üç metre uzağa bir taşın üstüne oturdu.

‘‘Nerden gelir nereye gidersin Ayten Hanım?’’

Ayten, adamın yüzüne şaşkınlıkla bakıyordu, ‘‘Az önce türbede yanımda oturan bey siz miydiniz?’’ diye sordu. ‘‘Hem ismimi nereden biliyorsunuz?’’

‘‘Bendim, senin uyanmanı bekledim,’’ dedi adam, gülümsedi.

‘‘Uyandım işte,’’ diye mırıldandı Ayten ‘‘uyandım ama çok tuhaf, öyle ki sanki ben farklı bir yerdeyim.’’

Ardına dönüp türbeyi eliyle gösterdi, ‘‘Sadece orası tanıdık geliyor, her yer yabancı, sokak bile bildiğim sokak değil.’’

‘‘Uyandım dedin gerçekten uyandın mı Ayten Hanım, yoksa hâlâ uyur musun?’’

‘‘Anlayamadım, ne demek istiyorsunuz?’’

‘‘Oğlunu çok özlediğini bilirim, sabret az sonra gelecek. Olduğun yerde dur, sabırla bekle,’’ dedi ihtiyar.

Ayten her ne kadar ihtiyar adamın dediklerini şaşkınlıkla dinlemiş olsa da ona güven duydu. Adamın sesi Ayten’in yüreğini teskin ediyordu. Ayten oturup beklemekte hiçbir mahzur görmedi, biraz burada kalıp dinlenebilirdi. İhtiyar adam belki bir meczuptu ama zararsız olduğu belliydi üstelik burası öyle sessiz ve ferahlatıcıydı ki burada, bu taşın ütünde bin yıl oturabileceğini düşündü.

İki adam yolun başında göründü, üstlerindeki giysilerle ellerinde tuttukları değneklerle sanki birer derviş görünümündeydiler. Uzun zamandır böyle giyinen birilerini görmemişti, bazen karşısına cübbe giymiş olan insanlar çıkıyordu ama bu adamlar çok farklıydı. Bunlar da Allah’ın bir garip insanları olmalı, diye düşündü Ayten. Adamlar gelip ihtiyar adamın yanında durdular. Selam verip ihtiyar adamın elini öptükten sonra, adamlardan biri ‘‘Emir Sultan Hazretleri kabul buyurursanız ziyaretinize teşrif etmek isterler, sokağın girişinde beklemektedirler. Münasipse gidip söyleyelim yok eğer münasip bir vakit değilse bir başka zaman yeniden uğrayacaklarını söylememizi istediler,’’ dedi.

‘‘Münasiptir,’’ diyen ihtiyar adam ‘‘İbrahim!’’ diye seslendi. ‘‘Koş git, Eşrefoğlu Rumi’ye haber ver, yanına alacağı iki müridiyle tez vakitte gelip köfteli çorbadan pişirsin, Emir Sultan Hazretleri geliyor, hemen dergâhın kapılarını söyle de açsınlar.

Ayten duydukları, gördükleri karşısında öyle şaşırmıştı ki nasıl hareket edeceğini bilemiyordu. Yaşadıklarının gerçek olup olmadığını anlamak için birkaç kez dizine vurmuştu. Yerinden kalkıp beklemeye başladı Ayten. Biraz garipsediği bir ortamdaydı ama huzur doluydu, huşu içinde hep bir ağızdan çıkan seslerin yükseldiği bir başka âlemden geliyormuş gibi görünen nur yüzlü adamlar onlara doğru yürüyordu. Emir Sultan en öndeydi ardında da dervişleri geliyordu. Çınar ağacının altında oturan Abdal Mehmed’in etrafında saf olup durdular. Emir Sultan bir adım öne çıkmıştı, Ayten öyle mahcup bir edayla, manevi derecesi yüksek olan bu zata titreyerek baktı. Heybetli bir görünüşü vardı, Abdal Mehmet’in belki iki misliydi ama onun karşısında eğilip elini öpmüştü. Saçı, sakalı siyahtı her hâlinde vakur bir tavrı vardı.

Ayten çınar ağacına yakın bir yerde duruyor ihtiyar adamın etrafında toplanan kalabalığa bakıyordu. Bir ara Emir Sultan’ın bakışlarını üzerinde hissetti, sonra hepsi birlikte genç dervişlerin yol göstermesiyle dergâha doğru yürüdüler.

Ayten taşın üzerinde saatlerdir oturuyordu ama hiç de şikayetçi değildi, bin yıl burada, hiç kıpırdamadan oturabilir, oğlunu bekleyebilirdi. Biliyordu, içine doğmuştu, belki bir rüyanın içindeydi ama öyle güzel bir rüyaydı ki bu, hiç değilse Deniz’i görse ve hep Deniz’in yanında kalabilseydi.

Eşrefoğlu Rumi yanında iki dervişiyle birlikte sokağa girdiğinde dergâhtan çıkan bir adam onları karşıladı. İki dervişin eline büyükçe bir kazan verip çınar ağacını gösterdi. Eşrefoğlu dervişleriyle birlikte çınar ağacının yanına gelip durdu. Ateş yakmak için ocağı hazırlayıp üzerine kazanı oturttular.

Eşrefoğlu Rumi yanındaki bir dervişe seslendi, ‘‘Git de annenin elini öp, bak kadıncağız hasretinden deli divane olmuş.’’

Ayten ayaktaydı o ân Eşrefoğlu’nun ‘Git de annenin elini öp, bak kadıncağız hasretinden deli divane olmuş,’ dediğini duymuş, heyecandan taşın üstüne düşüvermişti. Deniz annesinin yanına gitti, elini alıp öptü, sonra da alnına götürdü. Ana oğul öyle hasretle yanarak sarılmışlardı ki onları gören insan, kuş, köpek, kedi ve cümle mahlukat ağlamaya başlardı. Eşrefoğlu Rumi de ağlıyordu, ‘‘Anacığım izin verirsen oğlun Deniz bize çorba pişirmede yardım etsin,’’ diye ricada bulundu. Kadıncağız yaşadıklarına inanamıyor, oğluna kavuştuğu için mutluluktan uçuyordu.

Eşrefoğlu Rumi, Deniz ve Ali çorbayı pişirdiler yalnız bir sorun vardı içine konacak köfteyi hazır edememişlerdi. Eşrefoğlu köfteyi hazır edemediklerini Abdal Mehmed’e nasıl söyleyeceğini bilemiyordu. Burada, bu tekkede pişen çorbanın içine köfte katılırdı ve dergâha gelen misafirlere, yoldan geçen insanlara ikram edilirdi. Bugün bir aksilik yaşanmıştı, köftelik malzemeyi hazır edememişlerdi.

İbrahim elindeki kutuyu Deniz’e uzattı, ‘‘Kutuyu açıp içindekini çorbanın içine sepele,’’ dedi. Deniz kendisine söylenen gibi yaptı, kutuyu açıp çorbanın içine sepeledi. Kutunun içinde olanı Ayten Hanım görememişti. Aslında kutuda ne olduğunu çorbaya ne kattıklarını hiç kimse bilmiyordu.

Köfteli çorba hazır edilip yüzü aşkın misafire ikram edildi, öyle bereketliydi ki kazandan çıkan köfteli çorba bitmek bilmiyordu. Yoldan gelip geçen fakir fukaraya da verildi.

Emir Sultan Hazretleri mahiyetiyle birlikte kendi mekânına doğru yollanırken Eşrefoğlu Rumi de iki dervişiyle birlikte Yeşil Medreseye gitmek için Abdal Mehmed’den izin istedi. Ayten’in ağlamaklı sesi duyuldu. ‘‘Ah Deniz’im! Ah benim ciğerparem yine mi ayrılacağız?’’

Eşrefoğlu Rumi’nin peşinden gitmekte olan Deniz bir kez dönüp annesine baktı sonra gözden kayboldu.

Abdal Mehmed ‘‘Üzülmeyesin Ayten Hanım üzülmeyesin, şehitler hiç ölür mü? Bak işte kendi gözlerinle gördün, üzülmeyesin,’’ dedi sonra da ‘‘Çok yakında vuslat, çok yakında! Ayten Hanım şimdi uyanma vakti!’’ diye gürlercesine haykırdı.

*
Gencecik bir kız Abdal Mehmed’in türbesinin içini fotoğraf çekiyordu. Bir köşeye büzülüp kalmış ihtiyar kadını gördü, yanına gitti, kadıncağızı uyuyor sanmıştı. ‘‘Teyzeciğim akşam oluyor, uyudunuz mu?’’ diye sordu, kadından yanıt gelmiyordu.

Abdal Mehmed’in dediği gibi şimdi vakit uyanma vaktiydi ve Ayten Hanım gerçek olan âlemde uyanmayı arzu etmişti.

Genç kız, Ayten Hanım’ın omzunu tutunca başı önüne düştü, panik olan genç kız dışarıya çıkıp yardım istedi.




SON

Hikâye rivayetlerden yola çıkılarak kurgulanmıştır.