SAKSIDAKİ NAZLI
İçimizdeki o boşluklar ya da düştüğümüz o karanlık kuytular…
Hani bir akşam vakti kendi başına kalınca, önce yalnızlığı iple çekip beklediğin, daha sonra o yalnızlığı nereye sığdıracağını bilmediğin o kekremsi tatlar çalınca kapını…
Hep o’nlar değil mi? Hep onlar bozuyor huzuru. Bazen onlar, bazen kafandaki iblisler. Ama sen değilsin. Sen hep mutlu olmak istiyorsun. Oysa kim istemez mutlu olmayı değil mi? Derdin ne o halde kendi suretinle? Hep onlar mı sahiden huzur bozan?
Sen hiç bir akşam vakti yüzüne değen rüzgârda, ürpermiş teninle, uçuşan saçlarınla dans ettin mi? Veya sen sokakta uyurken titreyen bir köpeği görüp vicdanının tokadıyla irkilip titredin mi hiç? Hiç kafanı kaldırdın mı ki?
Sahi kaç kere baktın seni yakan güneşe? Hayatı kaç kere fark ettin ki? Yaşamak ne diye düşünüp kaç kere kocaman bir boşluğa merhaba dedikten sonra, saldırarak koştun ki “anlamı ne yahu bunca keşmekeşin” diye hayret edip bir akşam vaktinde, yüzüne değen rüzgarla kaç kere insan olmayı anladın ki?
Ama hep onlar değil mi? Mutsuz olmana sebep hep onlar. Sen iyisin aslında. Hayatta senden iyi ne var ki? Sen mutlu ol yeter. Sahi ne ki mutluluk? Ne zaman geldim der?
Yatılıya mı gelmiş yoksa kahveye mi? Hep kalması mümkün mü ki? En zor anında da yanında mı? Yoksa kapıyı çarptığında düşen çerçeve hala yerde mi? Birine bağlı mı? Yoksa içinde yeşeren umut dolu bir çiçek gibi mi mesela? Paylaşsak çoğalır mı? Saklasak kaybolur mu?
Sahi hiç incitmesek, incinmemek gayet de mümkün mü? Sanmam. Yaşamanın zaten kendisi kırılgan. Nazlı geliyor hep aklıma kırılmaktan mevzu bahis açınca. Nazlı dediysem bizim şu çiçek Nazlı. Üç gün ilgi görmezse tüm dallarını büküp
Bir gece sokaklar karanlık, vakit ise çok geçti. Belanın geliyorum demediği ama ansızın koynunda bitiverdiği bir gecede, şu bizim sararmış dalından kurtaralım diye dokunduğumuz Nazlı, düşüverdi bir anda. Narin bir tüy gibi usulcacık yere! Endişe ve karanlık el ele tutuşuvermişti bu vakitte. Kırılan saksı, dökülen topraklar, boynunu büken Nazlı…
Yara bandıyla saramadığımız koca bir boşluk… Güneşi bekleyen yaralı bir ruh… Sabah olduğunda ise düşülmüş bir yol sonunda sükun… Nazlı çok daha mutlu şimdilerde. Yeni, büyük ve sarı saksısının içinde… Boyu da uzadı üstelik…
Sahi ben neden mi kelam ettim Nazlı’dan beri gelip? Kabına sığmayan, büyümesi gerekli ama mecburiyeti daha aciz bir ruh gördüm… Yarasını sarayım derken, kendime Nazlı’dan biçtiğim bir masal anlattım.
Hep düşündüm. Mutluluk dedikleri, kimsenin dilinden eksik etmediği o algı nedir ki? Orhan Pamuk diyor ki Masumiyet Müzesi’ne başlarken, “hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.” Sahi “en mutlu” yaşarken değil de hep ölürken bilinmez mi?
Sorularım ve sorgulamalarım. İçimizdeki o boşluklar ya da düştüğümüz o karanlık kuytular… Sahi kaçımız insan olmanın ne demek olduğunu farkında ki?
Sen mutlu ol yeter. Kaç çocuk bugün gerçekten güldü ki? Fırtınanın ortasında kaç beden enkaz oldu? Yaşamanın karanlığını görüp, güneşine kanmak nasıl mümkün ki?
Oysa sahiden de, insan olabilmek ne zor değil mi?
Değil mi…?
Yan masaldaki kız.
İçimizdeki o boşluklar ya da düştüğümüz o karanlık kuytular…
Hani bir akşam vakti kendi başına kalınca, önce yalnızlığı iple çekip beklediğin, daha sonra o yalnızlığı nereye sığdıracağını bilmediğin o kekremsi tatlar çalınca kapını…
Hep o’nlar değil mi? Hep onlar bozuyor huzuru. Bazen onlar, bazen kafandaki iblisler. Ama sen değilsin. Sen hep mutlu olmak istiyorsun. Oysa kim istemez mutlu olmayı değil mi? Derdin ne o halde kendi suretinle? Hep onlar mı sahiden huzur bozan?
Sen hiç bir akşam vakti yüzüne değen rüzgârda, ürpermiş teninle, uçuşan saçlarınla dans ettin mi? Veya sen sokakta uyurken titreyen bir köpeği görüp vicdanının tokadıyla irkilip titredin mi hiç? Hiç kafanı kaldırdın mı ki?
Sahi kaç kere baktın seni yakan güneşe? Hayatı kaç kere fark ettin ki? Yaşamak ne diye düşünüp kaç kere kocaman bir boşluğa merhaba dedikten sonra, saldırarak koştun ki “anlamı ne yahu bunca keşmekeşin” diye hayret edip bir akşam vaktinde, yüzüne değen rüzgarla kaç kere insan olmayı anladın ki?
Ama hep onlar değil mi? Mutsuz olmana sebep hep onlar. Sen iyisin aslında. Hayatta senden iyi ne var ki? Sen mutlu ol yeter. Sahi ne ki mutluluk? Ne zaman geldim der?
Yatılıya mı gelmiş yoksa kahveye mi? Hep kalması mümkün mü ki? En zor anında da yanında mı? Yoksa kapıyı çarptığında düşen çerçeve hala yerde mi? Birine bağlı mı? Yoksa içinde yeşeren umut dolu bir çiçek gibi mi mesela? Paylaşsak çoğalır mı? Saklasak kaybolur mu?
Sahi hiç incitmesek, incinmemek gayet de mümkün mü? Sanmam. Yaşamanın zaten kendisi kırılgan. Nazlı geliyor hep aklıma kırılmaktan mevzu bahis açınca. Nazlı dediysem bizim şu çiçek Nazlı. Üç gün ilgi görmezse tüm dallarını büküp
Bir gece sokaklar karanlık, vakit ise çok geçti. Belanın geliyorum demediği ama ansızın koynunda bitiverdiği bir gecede, şu bizim sararmış dalından kurtaralım diye dokunduğumuz Nazlı, düşüverdi bir anda. Narin bir tüy gibi usulcacık yere! Endişe ve karanlık el ele tutuşuvermişti bu vakitte. Kırılan saksı, dökülen topraklar, boynunu büken Nazlı…
Yara bandıyla saramadığımız koca bir boşluk… Güneşi bekleyen yaralı bir ruh… Sabah olduğunda ise düşülmüş bir yol sonunda sükun… Nazlı çok daha mutlu şimdilerde. Yeni, büyük ve sarı saksısının içinde… Boyu da uzadı üstelik…
Sahi ben neden mi kelam ettim Nazlı’dan beri gelip? Kabına sığmayan, büyümesi gerekli ama mecburiyeti daha aciz bir ruh gördüm… Yarasını sarayım derken, kendime Nazlı’dan biçtiğim bir masal anlattım.
Hep düşündüm. Mutluluk dedikleri, kimsenin dilinden eksik etmediği o algı nedir ki? Orhan Pamuk diyor ki Masumiyet Müzesi’ne başlarken, “hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.” Sahi “en mutlu” yaşarken değil de hep ölürken bilinmez mi?
Sorularım ve sorgulamalarım. İçimizdeki o boşluklar ya da düştüğümüz o karanlık kuytular… Sahi kaçımız insan olmanın ne demek olduğunu farkında ki?
Sen mutlu ol yeter. Kaç çocuk bugün gerçekten güldü ki? Fırtınanın ortasında kaç beden enkaz oldu? Yaşamanın karanlığını görüp, güneşine kanmak nasıl mümkün ki?
Oysa sahiden de, insan olabilmek ne zor değil mi?
Değil mi…?
Yan masaldaki kız.
FACEBOOK YORUMLAR