RAHATSIZ ETMEK
Düşünmek ve düşünceyi eyleme geçirmek insana özgü soylu bir davranıştır. Eyleme geçen düşüncenin her zaman olmasa bile çoğu zaman bazı kesimleri rahatsız etmeyeceğini zannetmek hatalıdır. Özellikle de yeniliklere kapalı, durağan kurulu düzenlerde düşünceye, sorgulamaya, eleştirmeye olumlu bakılmaz ve hatta tahammül gösterilmez.
Gündelik hayatın içinde capcanlı duran, yürüyen ve konuşan Sokrates, Atina sokaklarını adımlayarak karşılaştığı, görüştüğü kişilerle felsefe yapmak üzerine bir uğraş oluşturmuştu. Onunki rahatsız edici bir felsefe idi.[1] Nitekim büyük düşünür yaydığı bu rahatsızlıktan dolayı kendini mahkeme kapılarında buldu. Yargılandı ve öldürüldü.
Verdiğim rahatsızlıktan dolayı özür dilerim demedi. Beni öldürseniz de felsefe yapmaya devam edeceğim dedi. Benim görevim uyarmaktır, bu görevimden vaz geçemem dedi. Rahatsız eden düşüncelerinin bedelini ölümle ödedi.
Düşünmek, düşündüğünü ifade etmek, felsefe yapmak tarih boyunca rahatsız etmiştir. Ancak, unutmamak lâzım ki, felsefe yaparken rahatsız edenlerin kendilerinin de rahatlarının kaçtığı gün gibi ortada! Sokrates rahatsız etmiştir ve sonunda rahat yüzü görmemiş ve hayatı öldürülmekle son bulmuş. Felsefe yapıp soran, sorgulayanların bu rahatsızlığa da hazır olmaları gerekir. Bir başka ifade ile yaptıklarının sonucunda zarar göreceklerinin bilincinde olmaları ve buna rağmen devam etmeyi göze alabilmeleri gerekir. Düşünce tarihinde bu soylu davranışı gösteren örnekler var.
Örneğin İran’lı düşünür Ali Şeriati’nin Sokrates’in davranışı ile örtüşen hayli ünlü bir sözü var. Sizi rahatsız etmeye geldim diyor İran’lı düşünür. Ancak o da bunun bedelini ağır ödeyen biri. Şah rejiminin baskısından dolayı önce cezaevine düştü, sonra ülkesini terk etmek zorunda kaldı ve İngiltere’ye gitti. Şah’ın rahatını kaçıran adamı rahat bırakırlar mı? İngiltere’de İran servisi tarafından öldürüldü.
Düşünen insanın çevreye verdiği rahatsızlıktan daha beterinin kendisinde yarattığı rahatsızlık gözlerden kaçmıyor. Kendi iç dünyasında beyin zonklamaları ve düşünce çilesi sorgulayan insanın ayrılmaz yoldaşıdır. Melih Cevdet Anday’ın “Rahatı Kaçan Ağaç”ı da böyledir. Doğada kendi başına rahatça yaşarken, ozanımız “Ona bir kitap vereceğim / Rahatını kaçırmak için” diyor. Okusun da rahatı kaçsın! Okusun da çevreye rahatsızlık versin! Okusun da uyuyanları uyandırsın! Okusun da kafasında düşünce şimşekleri çaksın! Kafasındaki düşünce beynine saplanan bir kıymık gibi acı versin. O acı beyninden kalbine, kalbinden ruhuna aksın! Görsün, acıyı, sevdayı, sorunu, sorumluluğu. Sorsun, sorgulasın, rahatsızlık versin ve rahatı kaçsın!
İşte şimdi Melih Cevdet’in “Rahatı Kaçan Ağaç” şiirini okumanın vaktidir.
Tanıdığım bir ağaç var
Etlik bağlarına yakın
Saadetin adını bile duymamış
Tanrının işine bakın.
Geceyi gündüzü biliyor
Dört mevsim, rüzgârı, karı
Ay ışığına bayılıyor
Ama kötülemiyor karanlığı.
Ona bir kitap vereceğim
Rahatını kaçırmak için
Bir öğrenegörsün aşkı
Ağacı o vakit seyredin.
Bu şiir, ister istemez Cemal Süreya’nın bir konuşmasını hatırlatıyor. Diyor ki, “1944 yılında Dostoyevski’yi okudum, o gün bu gün huzurum yoktur”. Dostoyevski’nin huzursuz etmemesi mümkün mü? Elbette huzurun kaçar Cemal Süreya! Aydın sorumluluğu bunu gerektirir. Hem huzurun kaçacak, hem rahatsız edeceksin! Beş yüz sene öncesinden seslenen Roterdamlı Erasmus “Bilgisini artıran kederini de artırır” derken[2] işte tam da huzurun kaçmasına vurgu yapıyordu. Bu sebepledir ki, totaliter yönetimler düşünmeyi, soru sormayı teşvik eden kitaba düşmandırlar. Bunun güzel bir anlatımını Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’de görüyoruz.[3] Kitaba zehirli yılan muamelesi yapan otorite yakaladığı her kitabı yakıyor.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, iyinin, güzelin ve doğrunun açıklanması birilerine rahatsızlık verse de hakikati söylemekten geri durmamak gerekir. Hakikatin peşinde koşmak, hayatı sorgulamak, hayatın anlamını aramak kendimize dahi zarar verse, yine de o gayretten kaçınmamak lazım gelir.
FACEBOOK YORUMLAR