NEDEN 29 EKİM?
Yüzüncü yılını kutladığımız Cumhuriyetle ve bu bağlamda Atatürk’le ilgili peş peşe kitaplar yayınlanıyor. Bir kısmının bilinen şeyleri tekrar eden yayınlar olduğu görülürken, hamasetin ön plana çıktığı da gözlerden kaçmıyor. Şüphesiz içlerinde ciddi araştırmalar, bilimsel kalitesi yüksek eserler de var. Millî Mücadele ve Atatürk’le ilgili yayınlanmış eserleri olan Taha Akyol da Cumhuriyetin yüzüncü yılına ciddi emek verilmiş bir eserle katkıda bulunmuş durumda. Farklılığı okuyunca anlaşılan özgün bir eser olduğunu söyleyebiliriz. “Cumhuriyetin ilanına giden yol” alt başlığını taşıyan kitabın adı: “Neden 29 Ekim?” (Doğan Kitap, 2023). Konunun bugüne yansımasını da ele alan sonuç bölümü dışında onbeş bölümden oluşuyor.
Başta Nutuk olmak üzere, Atatürk’ün konuşmalarının derlendiği yayınlar, araştırmanın en önemli kaynakları olarak kullanılmış. Ayrıca muhalif gruba mensup önemli şahsiyetlerden Kâzım Karabekir, Rauf Orbay gibi isimlerin anıları da gözardı edilmeyerek konuya daha geniş bakma imkanı sağlanmış. Meclis zabıtları ve dönemin gazeteleri de kaynak olarak kullanılmış. Alıntılar sadeleştirildiği için okuyucu için akıcı ve gerçekten kolay okunan cezbedici bir metin olmuş.
Mustafa Kemal’in daha Erzurum Kongresi esnasında Mazhar Müfit’e not ettirdiği geleceğe yönelik tasarısı dışarıya yansımamış, yansıtılmamıştı. Bu düşüncelerin oluşumunda Fransız İhtilali’nin büyük etkisi vardı. Gazi için yol, inkılapçı (devrimci) olmaktı. Cumhuriyete giden yolda arkadaşları ile yöntem farklılığından doğan anlaşmazlık vardı. Kafasındakileri gerçekleştirebilmek için fazla yetkiye ve inkılapçı bir partiye ihtiyacı vardı. Oysa Millî Mücadeleyi birlikte başardığı kalburüstü şahsiyetler bu yönteme karşıydı. Bu muhaliflerin başlıcaları; Rauf (Orbay) Bey, Kâzım Karabekir, Refet (Bele), Adnan (Adıvar) idi. Etkili olan bu isimler İstanbul basının da desteğine sahipti. İstanbul’da dönemin etkili gazetecileri Ahmet Emin (Yalman), Hüseyin Cahit (Yalçın) ve Velid Ebuzziya gibi isimler muhalefetle aynı yöntemi savunarak Mustafa Kemal ile ters düşüyorlardı. Muhalefet, devrimci değil evrimci yolun tercih edilerek, aşırı yetkilerin verilmesini istemiyordu. Gazi’nin kurulacak Partinin reisi olmayarak tarafsız kalmasını da istiyorlardı. Hukukla sınırlama getirmek ve demokrasinin o zamanki adı olan “millî hakimiyet”i savunmak muhalefetin yöntemiydi. Gazi, muhalefetin yöntemiyle bu işin olmayacağını düşünüyordu.
Cumhuriyet öncesinde ülke “meclis hükümeti” ile yönetiliyordu. Cumhurbaşkanı yoktu. Meclis tarafından seçilen Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa devlet başkanıydı. Başvekil (Başbakan) ve vekiller (Bakanlar) meclis tarafından seçiliyordu. 1923 yılı Nisan ayında yapılan seçimlerde mebusları Gazi belirlemişti. Birinci Meclis’teki muhalifleri listeye almamıştı. Ancak İkinci Meclis’i oluştururken önemli isimleri dışlayamamıştı. Dışlayamadığı Rauf Bey, Kâzım Karabekir, Adnan (Adıvar) gibi isimler İkinci Meclis içinde de muhalif bir grup oluşturmuşlardı ve etkiliydiler. Nitekim Meclis İkinci Reisi Ali Fuat Bey’in istifası sonunda hem bu görev için hem de boş olan İçişleri Bakanlığı için 25 Ekim 1923’te Halk Fırkası grubunda seçim yapıldığında Gazi’nin adayları Yusuf Kemal (Tengirşek) Bey ve Ferid (Törümküney) Bey kaybettiler, ezici çoğunlukla muhalefetin adayları Rauf (Orbay) Bey ve Sabit (Sağıroğlu) Bey kazandılar. Bu durum Gazi’yi rahatsız etti ve kurmaylığını göstererek hem bu krizi aşmak ve hem de amacına ulaşabilmek için 4 gün sonrasının, yani 29 Ekim’in hazırlığını yakın arkadaşlarıyla yaptı.
Esasen Parti grubunda seçilen Rauf Bey millî mücadelenin önemli bir ismiydi, Başbakanlıktan daha yeni istifa etmişti ve İsmet Paşa ile de Lozan görüşmeleri nedeniyle arası iyi değildi. En önemlisi de Mustafa Kemal’e fazla yetki verilmesine karşıydı. Parti grubunda seçilen bu kişilerin mecliste de seçilecekleri belliydi. Gazi, bunun önüne geçebilmek için “meclis hükümeti” sisteminden Cumhurbaşkanlığı sistemine geçmeyi ve yetkilerin kendisinde (yani Cumhurbaşkanında) olmasını istiyordu. Bunu başarabilmek için de Başbakan Fethi Bey’i istifa ettirerek suni bir hükümet krizinin doğmasını sağladı. Kendisine yakın arkadaşlarını örgütleyerek hükümet kurulmasının sürüncemede kalmasını sağladı ve acil bir anayasa değişikliği tasarısını hazırladı. Bu tasarıda yönetimin Cumhuriyet olduğu, Cumhurbaşkanını Meclis genel kurulunun, Başbakanı Cumhurbaşkanının, Bakanları da Başbakanın seçeceği yazılıydı. Gazi, 28 Ekim gecesi Çankaya’da sadece 7 kişiden oluşan arkadaşlarına “yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz” dedi ve hazırladığı metni İsmet Paşa ile o gece yeniden gözden geçirdi.
Ertesi gün mecliste Cumhuriyetin ilan edileceğini 7 kişinin dışında kimse bilmiyordu. Muhalif olabilecek kişiler zaten Ankara dışındaydı. 29 Ekim 1923 günü sabah başlayan görüşmeler sonunda saat 20:30’da oybirliğiyle ve 158 oyla anayasa değişikliği, yani Cumhuriyet kabul edildi. Üye tamsayısı 286 idi ve mecliste tasarıyı destekleyen 158 mebus vardı.
Muhalifler Ankara’da Cumhuriyet ilan edildiğini duyduklarında şaşırdılar, ancak onlar cumhuriyete değil, işin aceleye getirilmesine ve Mustafa Kemal’e aşırı yetki verilmesine karşıydılar. Bu yol ayrımının başlangıcıydı, bu durum bir yıl sonra 1924’te muhalif bir partinin doğmasının da sebepleri arasındaydı. Muhalifler, İttihat ve Terakki diktasını ve Enver Paşa’ya verilen aşırı yetkilerin sonucunu gördükleri için Gazi’nin de diktatörlüğe gidebileceği endişesini taşıyorlardı. Millî Mücadeleyi birlikte yapmışlardı, saltanatı birlikte kaldırmışlardı, Gazi’nin hedefleri ile kendilerinin hedefi aynıydı, ancak takip edilecek yöntem aynı değildi. Taha Akyol bu durumu şöyle ifade ediyor:
“Hiç şüphesiz modernleşme tarihimizde Cumhuriyet, önceki Tanzimat ve Meşrutiyet’le ölçülemeyecek kadar büyük, köklü, radikal bir dönüşümdür, keskin bir viraj alıştır, bir devrimdir. Muhalifler ise modern devlete ve cemiyete “evrim”le gitmek istiyorlardı. Çarpışan, Gazi’nin “inkılap” teziyle, muhaliflerin “ıslahat” teziydi. Zira muhalifler cumhuriyet karşıtı değildi.” (sh. 281)
Kitapta da belirtildiği üzere, esasen saltanatın kaldırılmasıyla ülke fiilen cumhuriyete geçmişti. Bu, cumhurbaşkanlığı makamı olmayan, adı konulmamış bir cumhuriyetti (sh. 81). Bu durumda 29 Ekim’de cumhuriyetin adı konulmuş oldu. Kısaca özetlemeye çalıştığımız bu süreç, 336 sayfalık kitapta ayrıntılı olarak anlatılmış.
Anlatılanlardan, üzerinde durulması gerektiğini düşündüğümüz dikkat çekici bazı hususlara da değinmek istiyoruz. Öncelikle şu hususu belirtelim ki, anayasa çalışmaları esnasında Ziya Gökalp’ten gelen bir teklif çok dikkat çekicidir. Gökalp’in henüz anayasa mahkemesi kavramının pek de bilinmediği 1922 yılında anayasa mahkemesi görevi yapacak olan bir “Yüce Mahkeme” önerisinin bir makale olarak yayınlamış olması çok dikkat çekicidir (sh. 155). Büyük sosyoloğumuzun ileri görüşlülüğüne hayran olmamak mümkün değil. Ama o dönemde konunun önemi bilinmediği için bu görüşle kimse ilgilenmemiş.
Kanaatimce üzerinde durulması gereken en önemli hususlardan biri de Gazi’yi tutan basın ile muhalif basının tartışmalarıdır. Ciddi şekilde birbirlerini eleştiren yazılarında yüksek bir bilgi düzeyi ve anlatım kabiliyeti dikkat çekiyor. Zaman zaman tehdit düzeyine ulaşsa da, bugünkü medya ile mukayese edildiğinde hakikaten kaliteli, etkili ve yol gösterici bir gazetecilik örneği görüyoruz. Muhalif basından Ahmet Emin (Yalman), Hüseyin Cahit (Yalçın), Ziyad Ebuzziya; diğer tarafta Yunus Nadi, Celal ve Suphi Nuri, Ağaoğlu Ahmet’in yazdıkları dönemin siyasetini anlamak için hem ilgi çekici hem de bilgilendirici.
Bugün de çok tartışılan kuvvetler ayrılığının o zamanın da en önemli tartışma konusu olduğunu görüyoruz. Bizim siyaset ve anayasa tarihimizi yazacak kişinin mutlaka kuvvetler ayrılığının bizdeki macerası üzerinde de durması gerekir. Düşünce tarihine aşina olan biri kuvvetler ayrılığının teorisini Montesquieu’nun yaptığını, kuvvetler birliğinin ise Jean-Jacques Rousseau tarafından savunulduğunu bilir. Mustafa Kemal devrimleri gerçekleştirebilmek için her zaman kuvvetler birliğinden yana oldu ve kuvvetler ayrılığını eleştirdi. Muhalifler kuvvetler ayrılığını savunarak bütün yetkilerin tek kişide toplanmasının isabetli olmayacağını düşünüyordu. Basında bu konuda önemli tartışmaların olduğu anlaşılıyor. Velid Ebuzziya’nın kuvvetler ayrılığını ve mllî hakimiyeti (demokrasiyi), Ahmet Emin’in Amerikan demokrasisini örnek göstererek partili cumhurbaşkanlığını eleştirmesine karşın Suphi Nuri’nin Mustafa Kemal’e açıkça diktatörlüğü önermesi hayli ilgi çekici (sh. 189-198).
Kitabın son bölümünde cumhuriyetin kısa bir ekonomik ve siyasal tarihi ile birlikte Ak Parti iktidarı ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi üzerinde duruluyor. Cumhuriyet ilan edilirken yapılan kuvvetler ayrılığı tartışmasının bugün de yapıldığı hepimizin malumu. Atatürk kuvvetler ayrılığına karşı çıkmıştı ama Atatürk’ü özümsemiş birinin bugün kuvvetler ayrılığına karşı çıkma ihtimali zayıf. Tarihsel koşullar dikkate alınmadan yapılacak yorumlar gerçekçi olmaz. Atatürk döneminde demokrasiye geçilemedi ama Atatürk’ün temellerini attığı Cumhuriyet demokrasiye evrilme kabiliyetine sahipti. Zira yönü çağdaş uygarlığa dönük bir ülkenin hedefinde demokrasi olduğu belliydi. Nitekim 1946’da İnönü bu evrimin önemli aktörü olarak görev almasını bildi.
Bugün demokrasi çağındayız ve bugün kuvvetler ayrılığına karşı olmak, çağdaşlığa ve demokrasiye karşı olmak anlamına gelir. Yani kuvvetler birliği bugünün anlayışı ve uygulaması olamaz. Oysa bugünkü Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, adı konmamış bir kuvvetler birliğidir ve bu sistemin ülkeye zarar verdiği kitabın son bölümünde izah edilmiş.
Kanaatimce kitaptaki en önemli vurgulardan biri de yazar tarafından muhaliflerin hain olarak damgalanmamasıdır. Bizim siyaset kültürümüzde muhalifleri hainlikle suçlamak çok yaygındır ve bu hastalıklı bir durumdur. Muhalif dediğimiz kişiler Millî Mücadelede önemli roller üslenmiş şahsiyetler olup, saltanatın kaldırılması için ellerinden geleni yapmışlardır. Nitekim sonraki yıllarda İsmet Paşa’nın bu kişilerle ilgili çok ılımlı konuştuğunu görüyoruz.
Sonuç olarak Cumhuriyetin ilan edildiği 29 Ekim 1923 öncesi günlerde yaşananları ayrıntısıyla öğrenmek ve tarihe ibretle bakarak önümüzü görebilmek için Sayın Akyol’un kitabından, okunarak yararlanılması gerekir.
FACEBOOK YORUMLAR