MEZAR VE PENCERE
İnsanın dünyadaki son durağı olan mezar, kültür hayatımıza o kadar girmiştir ki, sadece dinde değil, türkü, şarkı ve şiirlerimizde de yerini aldığını görüyoruz.
Yerini yurdunu terk etmek zorunda kalmış, memleket hasreti çeken bir Anadolu köylüsünün “Mezarımı kazın bayıra düze / Yönünü çevirin sıladan yüze” demesini gayet iyi anlıyoruz. “Mezarımı derin kazın dar olsun / Üstü sümbül altı lale bağ olsun / Ben ölürsem sevdiceğim sağ olsun” diyenin derdi mezardan çok sevdiğine sitem gibi görünüyor.
Mezar dediğin iki metrelik çukur. Bayırda ya da düzde olması neyi değiştirir? Üstü sümbül ya da diken olsa değişen ne olur? Alt tarafı kara toprak değil mi? Veysel boşuna mı “Benim sadık yârim kara topraktır” demişti?
Dikkatinizi çekmiştir; bazı mezarlar abartılı biçimde gösterişli! Dünyadaki gösterişini öbür tarafa da götürmeyi kafaya koymuş ama bu mümkün mü? Gösterişli mermerin altındaki de kara toprak değil mi? Üstü ne kadar gösterişli olursa olsun, öldükten sonra üstünüze atılan birkaç kürek toprak! Toprakla, taşla, tahtayla tahkim edilerek kapatılan üstünüzdeki engelden dünyaya açılan bir küçük pencere bile yok.
Pencere bile yok dediysek, bunun fizikî anlamda pencere olduğunu hatırlatalım. Bir metafor dünyası olan şiirlerde mezar penceresinden de söz edildiğini görüyoruz.
Şairlerimizin dilinden öteki alemdekilerin durumuna ve pencereye özlem duyup duymadıklarına bakmaya ne dersiniz?
Edebiyatımızın yalın ve duygulu şairi Cahit Sıtkı’ya bir bakalım. Bir şiirinde ölümden sonrasını anlatır. Anlatır ama oldukça karamsardır. “Öldük, ölümden bir şeyler umarak” dedikten sonra “öbür taraf”ta arayan soran olmamasından yakınır ve sözü pencereye getirir;
Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok;
Yok bizi arayan, soran kimsemiz.
Öylesine karanlık ki gecemiz,
Ha olmuş ha olmamış penceremiz;
Akan suda aksimizden eser yok.[1]
Cahit Sıtkı’nın “öbür taraf”taki bu rahatsızlığı Melih Cevdet’te görülmez. O, memnun görünüyor, çünkü “öbür taraf”taki bir arkadaşının gönderdiği mektuba göre haberler fena sayılmaz! “Ölmüş Bir Arkadaştan Mektup” başlıklı şiirinde bu “arkadaş” durumu şöyle özetliyor;
Eskisi gibi yaşıyorum
Gezerek, düşünerek..
Yalnız biletsiz biniyorum vapura, trene
Pazarlıksız alış-veriş ediyorum
Geceleri evimdeyim, rahatım yerinde
(Bir de sıkılınca pencereyi açabilsem)
Ah… başımı kaşımak, çiçek koparmak
El sıkmak istiyorum arada bir.[2]
Görüldüğü gibi yine pencere çıktı karşımıza. Cahit Sıtkı “öbür taraf”ta pencerenin olup olmamasını dert edinmezken, imgelerin şairi Melih Cevdet’in arkadaşı “sıkılınca açabileceği bir pencere”nin yokluğundan yakınıyor. Ama yine de “evimdeyim, rahatım yerinde” diyor!
Şimdi de kıymeti bilinememiş bir şair hemşerimden bahsetmek istiyorum. Mehmet Turan Yarar, Hatay’ın Yayladığı ilçesinden çıkıp Ankara’ya yerleşmiş değerli bir şair ve güfte yazarıydı. Çok sayıda şiiri ünlü bestekârlarımızca bestelendi.. 2021’de kaybettiğimiz hemşerimin de öteki taraftaki yerinden çok memnun olmakla birlikte, penceresizlikten yakındığını görüyoruz.
Gerçek bu ki sessizliği dünyaya değer
Dünya ne güzelmiş yerin altında meğer
Baştan yaratılmak dilemezdim Hak’dan,
Yıldızlara bir pencerem olsaydı eğer.[3]
Şairlerin öteki dünya üzerinden pencereye değinmeleri, esasen imge ve metafor üzerinden felsefe yaptıklarını gösteriyor. Felsefe işin içine girince de filozofları hatırlıyoruz. Özellikle de Mehmet Turan Yarar’ın “Yıldızlara bir pencerem olsaydı” demesi, felsefe dünyasının büyük ismi Immanuel Kant’ın mezar taşında yazdıklarını hatırlattı bana. Kant’ın bir kitabından alınarak mezar taşına yazılan cümleleri şöyle;
İnsan iki şey üzerinde ne kadar sık ve sabit bir şekilde düşünürse zihin o kadar yeni ve daha da artan bir hayranlık ve hürmetle dolar; üzerimdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası.[4]
Kant’ın “üzerimdeki yıldızlı gökyüzü” dediği yere “aklımızı kullanma cesaretini göstererek” açacağımız bir pencere sayesinde ulaşabiliriz ancak.
İnsanın dünyadaki son durağı olan mezar, kültür hayatımıza o kadar girmiştir ki, sadece dinde değil, türkü, şarkı ve şiirlerimizde de yerini aldığını görüyoruz.
Yerini yurdunu terk etmek zorunda kalmış, memleket hasreti çeken bir Anadolu köylüsünün “Mezarımı kazın bayıra düze / Yönünü çevirin sıladan yüze” demesini gayet iyi anlıyoruz. “Mezarımı derin kazın dar olsun / Üstü sümbül altı lale bağ olsun / Ben ölürsem sevdiceğim sağ olsun” diyenin derdi mezardan çok sevdiğine sitem gibi görünüyor.
Mezar dediğin iki metrelik çukur. Bayırda ya da düzde olması neyi değiştirir? Üstü sümbül ya da diken olsa değişen ne olur? Alt tarafı kara toprak değil mi? Veysel boşuna mı “Benim sadık yârim kara topraktır” demişti?
Dikkatinizi çekmiştir; bazı mezarlar abartılı biçimde gösterişli! Dünyadaki gösterişini öbür tarafa da götürmeyi kafaya koymuş ama bu mümkün mü? Gösterişli mermerin altındaki de kara toprak değil mi? Üstü ne kadar gösterişli olursa olsun, öldükten sonra üstünüze atılan birkaç kürek toprak! Toprakla, taşla, tahtayla tahkim edilerek kapatılan üstünüzdeki engelden dünyaya açılan bir küçük pencere bile yok.
Pencere bile yok dediysek, bunun fizikî anlamda pencere olduğunu hatırlatalım. Bir metafor dünyası olan şiirlerde mezar penceresinden de söz edildiğini görüyoruz.
Şairlerimizin dilinden öteki alemdekilerin durumuna ve pencereye özlem duyup duymadıklarına bakmaya ne dersiniz?
Edebiyatımızın yalın ve duygulu şairi Cahit Sıtkı’ya bir bakalım. Bir şiirinde ölümden sonrasını anlatır. Anlatır ama oldukça karamsardır. “Öldük, ölümden bir şeyler umarak” dedikten sonra “öbür taraf”ta arayan soran olmamasından yakınır ve sözü pencereye getirir;
Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok;
Yok bizi arayan, soran kimsemiz.
Öylesine karanlık ki gecemiz,
Ha olmuş ha olmamış penceremiz;
Akan suda aksimizden eser yok.[1]
Cahit Sıtkı’nın “öbür taraf”taki bu rahatsızlığı Melih Cevdet’te görülmez. O, memnun görünüyor, çünkü “öbür taraf”taki bir arkadaşının gönderdiği mektuba göre haberler fena sayılmaz! “Ölmüş Bir Arkadaştan Mektup” başlıklı şiirinde bu “arkadaş” durumu şöyle özetliyor;
Eskisi gibi yaşıyorum
Gezerek, düşünerek..
Yalnız biletsiz biniyorum vapura, trene
Pazarlıksız alış-veriş ediyorum
Geceleri evimdeyim, rahatım yerinde
(Bir de sıkılınca pencereyi açabilsem)
Ah… başımı kaşımak, çiçek koparmak
El sıkmak istiyorum arada bir.[2]
Görüldüğü gibi yine pencere çıktı karşımıza. Cahit Sıtkı “öbür taraf”ta pencerenin olup olmamasını dert edinmezken, imgelerin şairi Melih Cevdet’in arkadaşı “sıkılınca açabileceği bir pencere”nin yokluğundan yakınıyor. Ama yine de “evimdeyim, rahatım yerinde” diyor!
Şimdi de kıymeti bilinememiş bir şair hemşerimden bahsetmek istiyorum. Mehmet Turan Yarar, Hatay’ın Yayladığı ilçesinden çıkıp Ankara’ya yerleşmiş değerli bir şair ve güfte yazarıydı. Çok sayıda şiiri ünlü bestekârlarımızca bestelendi.. 2021’de kaybettiğimiz hemşerimin de öteki taraftaki yerinden çok memnun olmakla birlikte, penceresizlikten yakındığını görüyoruz.
Gerçek bu ki sessizliği dünyaya değer
Dünya ne güzelmiş yerin altında meğer
Baştan yaratılmak dilemezdim Hak’dan,
Yıldızlara bir pencerem olsaydı eğer.[3]
Şairlerin öteki dünya üzerinden pencereye değinmeleri, esasen imge ve metafor üzerinden felsefe yaptıklarını gösteriyor. Felsefe işin içine girince de filozofları hatırlıyoruz. Özellikle de Mehmet Turan Yarar’ın “Yıldızlara bir pencerem olsaydı” demesi, felsefe dünyasının büyük ismi Immanuel Kant’ın mezar taşında yazdıklarını hatırlattı bana. Kant’ın bir kitabından alınarak mezar taşına yazılan cümleleri şöyle;
İnsan iki şey üzerinde ne kadar sık ve sabit bir şekilde düşünürse zihin o kadar yeni ve daha da artan bir hayranlık ve hürmetle dolar; üzerimdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası.[4]
Kant’ın “üzerimdeki yıldızlı gökyüzü” dediği yere “aklımızı kullanma cesaretini göstererek” açacağımız bir pencere sayesinde ulaşabiliriz ancak.
[1] Cahit Sıtkı Tarancı, Seçmeler, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1971, s.29
[2] Melih Cevdet Anday, Sözcükler Bütün Şiirleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 1979, sh. 360
[3] Mehmet Turan Yarar, Daracık Düşler, Çağ Ofset Matbaacılık, Elazığ 1999, sh. 140
[4] Manfred Kuehn, Immanuel Kant, Çeviren: Bülent O. Doğan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2011, s. 314
FACEBOOK YORUMLAR