KUMARHANE VE PENCERE
Av. Abbas Bilgili
Kumarhanelerin penceresi olmadığını okuyunca çok şaşırdım. İnternette bu konuda çok sayıda yazı var. Biraz araştırdıktan sonra edebiyatta isim yapmış bazı yazarların kumar üzerine yazdıklarına göz attım.
Kumarla ilgili bazı öykü, roman ve oyun metinlerine baktım. Ayrıntılı bir kumarhane tasviri göremedim. Gogol’un Kumarbazlar ve Puşkin’in Maça Kızı’nda bir şey bulamadım., Dostoyevski’nin Kumarbaz’ında ise kumarhaneler için “pis salonlar” dediğini görüyoruz.[1]
Bizde kumar dendiğinde ilk akla gelen yazarın Necip Fazıl Kısakürek olduğunu söyleyebiliriz. Necip Fazıl gerek anılarında ve gerekse öykülerinde kumar hastalığına hayli yer vermiştir. Babıali isimli basın anıları ile O ve Ben isimli tarikat şeyhi Abulhakim Arvasi’yle tanışmasını ve ilişkisini anlattığı anılarda kumar konusuna değinmiştir. Önce Babıali’den bir alıntı yapalım:
“Kumar: İşte felâketim!.. Kendimden kaçmak ve içimdeki sabit fikirleri uyutmak için bende ilâç haline gelen gebertici zehir... Beni çürüten, şahsiyetimi lif lif yolan, dış hayata ve cücelere karşı müdafaalarımı tek tek düşüren bu zehir, şeytanın içime girmek için ruh kalemde açtığı en korkunç gedikti. Paris'ten getirdiğim ve ilk gençlik, gençlik, olgunluk, hattâ ihtiyarlık çağına kadar kendimi su ve ekmek ihtiyacından fazla kaptırdığım, arada bir büyük davranışlar ve dövünmelerle arka çevirip tekrar ağına tutulduğum bu zehir, (Aşil)in topuğundaki zayıf nokta hayâline taş çıkartacak çapta, üstüne şeytanın eli değer değmez teslim oluverdiğim bir ukde yaşatıyordu ruhumda...”[2]
Benzer şeyleri O ve Ben’de de yazıyor. “Genç Şairi Paris’te müthiş bir illet yakalamıştır: Kumar…” dedikten sonra devamında “Bütün bir mevsim, Paris’te gündüz ışığını görmedim. Paris’te gündüz nasıldır; haberim olmadı. Gün doğarken yatıyor, gecenin başlangıcında da hafakanlarla yatağımdan fırlayıp kulübe koşuyordum” diyor.
Necip Fazıl, Paris’te kumar hastalığına öyle yakalanmış ki, parası olmadığı zamanlarda dahi kulüpten ayrılamıyor ve kumar oynayan birinin arkasına geçerek seyre dalıyor ve kendisini onun yerine koyarak kazanıp kaybetmeye göre seviniyor ya da üzülüyor.
Kendisini eğitim için Paris’e gönderen devlet, şairin yaşantısını öğrenince parayı kesiyor ve Türkiye’ye dönmesi için yol parası veriyor, ama o parayı da alınca hemen soluğu kumarhanede alıyor. Onu da kaybediyor ve Paris sokaklarında “kimsesiz ve on parasız” yürüdüğünü yazıyor.[3]
Necip Fazıl, öykülerinde de kumara geniş yer vermiş görünüyor. Şöyle ki, tek kitapta toplanan 53 öyküsünün 8 adedi kumar konusunu doğrudan ele almış. Öyküler kurgu da olsa, otobiyografik ögeler içerdiği gözden kaçmıyor. Anılarında da açıkça anlattığı kumar hastalığını öykülere de yansıtmış. Bu 53 öyküden Rehinlik Maymun, Yemin, Matmazel Fofo, Kanaryanın Ölümü, Surat, Maça Kızının İntikamı, Hasta Kumarbazın Ölümü, Hasta Kumarbazın Not Defterinden başlıklı olanlar kumarı anlatırken aslında şairi anlatıyor. “Hasta Kumarbaz” dediği kişinin kendisi olduğu dikkatlerden kaçmıyor. Anılarındaki cümleleri öykülerinde de görüyoruz. Örneğin, “Elbiseye ihtiyacım yoktu, çünkü gündüz yaşamıyordum”[4] ya da “Paris’te üç ay gündüz yüzü görmedim desem inanır mısınız?”[5] bir öyküde geçse de, benzerini anılarından da okuyoruz.
Gerek öykülerinde ve gerekse anılarında kumar hastalığını bütün açıklığı ile anlatmakla birlikte, bunu meşrulaştırma demeyelim de biraz hafifletme girişimi de gözlerden kaçmıyor. Örneğin Puşkin ve Dostoyevski’nin de kumar hastası olduklarını ve birinin kumar masalarında servet batırdığını, diğerinin altın saatini kumar yüzünden rehin koyduğunu belirtiyor[6] ki, bu cümlelerle sanki kendisine yandaş aradığı gibi bir intiba uyanmıyor değil. Kumarla Allah’a inanmak arasında bağ kurmaya çalışması da hayli ilginç. Dostoyevski’nin saatini kumar tutkusu nedeniyle rehine bırakmasını anlamayan Avrupalı burjuvalar için “Sığ ruhlu Batı adamı günahta da derinlik nedir, bilmez” diyor.[7] Yazarın burada kullandığı “günahta derinlik” kavramı ile esasen “inanç” kavramına gönderme yaptığı kanaatindeyiz, çünkü Üstad, kumar tutkusunun Allah’a inanmaya benzerliğine de değiniyor ve; “İşte bağlılığın bu şekli kumardan çözülüp Allaha iliştirilecek olsa, gayelerin gayesi gerçekleşmiş olur” diyor ve devamında şu sonuca varıyor:
“Allah beni kendisine bağlanmak için yarattı. Ama, ben, içimde bu bağlanışın sermayesi olarak ne varsa hepsini Allah’tan uzaklaşmaya harcadım! Ben bir emanet hainiyim!”[8]
Öykülerinde bu şekilde kendine dair ciddi ip uçları veren ünlü şair, batıl itikadın inançtan alıkoymasını “şaşkın bir iman hazırlığı” olarak değerlendiriyor ve “Kumarın Allaha inandırma şansının, meselâ tornacı ustalığından daha fazla”[9] olduğunu iddia ediyor. Bu iddia ne kadar isabetli bilemiyoruz ama bu cümlelerde de sanki hastalığına mazeret arama gayesi var gibi.
Öykünün birinde Hasta Kumarbaz’ın defalarca “bir daha kumar oynamayacağım” diye yemin ettiği halde, bu yemini tutmayarak “ruhun büyük haysiyetlerinden biri olan yemini yüksek kaldırım orospusuna çevirdiğini”[10] de belirtmesi ilginç değil mi? Başka ilginç benzetmeler de var. Meselâ kumarhanedekilerin yeni gelene bakışını “kendi ayağıyla gelen pilice karşı, sansar gözleriyle bakmak” ifadesi ile anlatıyor.[11] Kumar hastalığına yakalanmışlar için de “yılanın ağzına düşen kuş gibi” ifadesini kullanıyor.[12]
Üstad’ın Kanaryanın Ölümü isimli öyküsündeki[13] ortam da ilginç: “Ortada korkunç bir sigara dumanı… Orta yerde yeşil örtülü koca bir masa ve etrafında 10-15 insan… Masanın üstüne bol bir ışık düşüyor. Işığı masanın üstünde toplayan tavan abajurunun yanı başında ve abajurdan birkaç parmak yüksekte de bir kuş kafesi…”
İlerleyen saatlerde sigara dumanının ortamı dehşete düşürecek derecede artması ve kafesteki kanaryanın kanat çırpması, kanatların kafesin tellerine değerlen çıkardığı sesler... Kuşun uykuya dalması… “Bu duman ne yahu? Boğulacağız burada!” sesleri… Kalın örtülerini bozmayacak tarzda pencerelerden birinin açılması… Ama sonunda “Tuh, Allah belasını versin! Dumandan, havasızlıktan bizim kanarya ölmüş… Çok acıdım doğrusu!” diyen bir ses…Kuşun ölüsünü alıp masanın üzerine attıklarında, maça kızının kucağına düşmesi… Necip Fazıl bu kuşla ruh arasında bir ilişki kurmaya çalışıyor ve her şeyini kumarda kaybeden çocuğun çıkıp kaldırımlarda yürürken elini kâlbinin üstüne götürdüğünde orada bir kanarya ölüsünden başka bir şey bulamaması…
Yazar ve şairin burada kuşun ölümünü kumarbazın her defasında kaybetmesine de benzettiğini söyleyebiliriz. Ama esasen gelmek istediğim nokta, kumarhanelerin pencereleri. Dostoyevski’nin “pis salonlar” dediği kumarhane ortamı, Necip Fazıl’ın Kanaryanın Ölümü öyküsünde sigara dumanından ve havasızlıktan dolayı berbat bir ortam olarak anlatılıyor. Peki kumarhanelerin penceresi yok muydu? Varsa neden havalandırma yapılmıyordu? Necip Fazıl’ın kuşun ölümüyle ilgili öyküde “kalın perdeli pencerelerden birinin açıldığını” yazıyor. Anlıyoruz ki pencere var ama kapalı tutuluyor ve zorunlu olmadıkça da açılmıyor. Bunun sebebi gayet açık; kumar gibi yıkıcı bir hastalığı herkesin gözü önünde sergilemek istemez kimse. Bu sebeple de kumarhaneler genellikle bodrum katlarındadır. Yukarı katlarda olduğundaysa da pencereleri kalın perdelerle kapalıdır. Kötülük gizlilikle bağlantılıdır. Kötü eylemler genellikle gizili yapılır. Yasa dışılık da işin içine girerse gizlilik kaçınılmaz. Ama yasa dışı olmasa da kumar genellikle gözlerden uzak yerlerde oynanır.
Şunu da unutmamak lâzım, Dostoyevski 150 yıl önceki, Necip Fazıl 70 yıl önceki ortamı yazdı. Anlattıkları kumarhane ortamı o zamanlara ait. Peki bugünkü kumarhaneler nasıl? Kumarhanelerin penceresinin olmadığını yeni duydum ve okudum. İnternet bilgi kaynaklarında kumarhanelerin penceresinin olmadığı yazılı. Kumarhaneyi yakından tanıyan biri olmadığım için ortamı tam olarak bilmiyorum. Sorduğum bazı arkadaşlar da pencere olmadığını söylediler. Bugün dünyanın bir çok yerinde çok lüks kumarhaneler var. Bu lüks ortamların Dostoyevski’nin ya da Necip Fazıl’ın anlattığı gibi berbat ortamlar olmadığı biliniyor. Ama bilinen bir şey daha var; pencereleri yok! Kumar salonuna gelenlere dışarıyı hatırlatmaması için pencereleri yokmuş! Zamanın nasıl geçtiğini farketmemeleri için de duvarlarda saat olmazmış! Havasızlığı önlemek ve içerdekileri zinde tutmak için de salona oksijen pompalanıyormuş!
Penceresizlik böyle bir şey… Güney Afrikalı yazar J. M. Coetzee, Düşman isimli romanında, roman kahramanı; “Ben anılarımı penceresiz bir odada, dizlerimin üzerine koyduğum bir kâğıda ve mum ışığında yazdım. Benim öykümün öylesine donuk olmasının nedeni sizce bu olabilir mi? –yani görüşüm kısıtlanmıştı, yeterince geniş bir açıdan göremiyordum.”[14] diyor.
Penceresizlizlik… Doğa ile ve gün yüzü ile irtibatın kesilmesi anlamına geliyor. Doğal havadan mahrum kalınınca da makine ile oksijen vermek. Yani pencere olmayınca yapay takviye gerekiyor.
Pencereler hep binanın gözlerine benzetilir. Penceresi olmayan mekan da kör demektir. Fiziki körlülüğü bir kenara bırakırsak, körlük de bir toplumsal hastalık değil mi? Pencere üzerinden düşünecek olursak, kumar gibi bir hastalığın körlük gibi bir hastalıkla buluşması böyle oluyor. Penceresiz mekanların körlükle malül müdavimleri… Puşkin, Dostoyevski, Necip Fazıl kör müydü diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Elbette kör değillerdi.. Ama kumarın tutku derecesinde bir hastalık olduğunu biliyorlardı. Yani onların da kör bir yanları vardı…
Kumarhanelerin penceresi olmadığını okuyunca çok şaşırdım. İnternette bu konuda çok sayıda yazı var. Biraz araştırdıktan sonra edebiyatta isim yapmış bazı yazarların kumar üzerine yazdıklarına göz attım.
Kumarla ilgili bazı öykü, roman ve oyun metinlerine baktım. Ayrıntılı bir kumarhane tasviri göremedim. Gogol’un Kumarbazlar ve Puşkin’in Maça Kızı’nda bir şey bulamadım., Dostoyevski’nin Kumarbaz’ında ise kumarhaneler için “pis salonlar” dediğini görüyoruz.[1]
Bizde kumar dendiğinde ilk akla gelen yazarın Necip Fazıl Kısakürek olduğunu söyleyebiliriz. Necip Fazıl gerek anılarında ve gerekse öykülerinde kumar hastalığına hayli yer vermiştir. Babıali isimli basın anıları ile O ve Ben isimli tarikat şeyhi Abulhakim Arvasi’yle tanışmasını ve ilişkisini anlattığı anılarda kumar konusuna değinmiştir. Önce Babıali’den bir alıntı yapalım:
“Kumar: İşte felâketim!.. Kendimden kaçmak ve içimdeki sabit fikirleri uyutmak için bende ilâç haline gelen gebertici zehir... Beni çürüten, şahsiyetimi lif lif yolan, dış hayata ve cücelere karşı müdafaalarımı tek tek düşüren bu zehir, şeytanın içime girmek için ruh kalemde açtığı en korkunç gedikti. Paris'ten getirdiğim ve ilk gençlik, gençlik, olgunluk, hattâ ihtiyarlık çağına kadar kendimi su ve ekmek ihtiyacından fazla kaptırdığım, arada bir büyük davranışlar ve dövünmelerle arka çevirip tekrar ağına tutulduğum bu zehir, (Aşil)in topuğundaki zayıf nokta hayâline taş çıkartacak çapta, üstüne şeytanın eli değer değmez teslim oluverdiğim bir ukde yaşatıyordu ruhumda...”[2]
Benzer şeyleri O ve Ben’de de yazıyor. “Genç Şairi Paris’te müthiş bir illet yakalamıştır: Kumar…” dedikten sonra devamında “Bütün bir mevsim, Paris’te gündüz ışığını görmedim. Paris’te gündüz nasıldır; haberim olmadı. Gün doğarken yatıyor, gecenin başlangıcında da hafakanlarla yatağımdan fırlayıp kulübe koşuyordum” diyor.
Necip Fazıl, Paris’te kumar hastalığına öyle yakalanmış ki, parası olmadığı zamanlarda dahi kulüpten ayrılamıyor ve kumar oynayan birinin arkasına geçerek seyre dalıyor ve kendisini onun yerine koyarak kazanıp kaybetmeye göre seviniyor ya da üzülüyor.
Kendisini eğitim için Paris’e gönderen devlet, şairin yaşantısını öğrenince parayı kesiyor ve Türkiye’ye dönmesi için yol parası veriyor, ama o parayı da alınca hemen soluğu kumarhanede alıyor. Onu da kaybediyor ve Paris sokaklarında “kimsesiz ve on parasız” yürüdüğünü yazıyor.[3]
Necip Fazıl, öykülerinde de kumara geniş yer vermiş görünüyor. Şöyle ki, tek kitapta toplanan 53 öyküsünün 8 adedi kumar konusunu doğrudan ele almış. Öyküler kurgu da olsa, otobiyografik ögeler içerdiği gözden kaçmıyor. Anılarında da açıkça anlattığı kumar hastalığını öykülere de yansıtmış. Bu 53 öyküden Rehinlik Maymun, Yemin, Matmazel Fofo, Kanaryanın Ölümü, Surat, Maça Kızının İntikamı, Hasta Kumarbazın Ölümü, Hasta Kumarbazın Not Defterinden başlıklı olanlar kumarı anlatırken aslında şairi anlatıyor. “Hasta Kumarbaz” dediği kişinin kendisi olduğu dikkatlerden kaçmıyor. Anılarındaki cümleleri öykülerinde de görüyoruz. Örneğin, “Elbiseye ihtiyacım yoktu, çünkü gündüz yaşamıyordum”[4] ya da “Paris’te üç ay gündüz yüzü görmedim desem inanır mısınız?”[5] bir öyküde geçse de, benzerini anılarından da okuyoruz.
Gerek öykülerinde ve gerekse anılarında kumar hastalığını bütün açıklığı ile anlatmakla birlikte, bunu meşrulaştırma demeyelim de biraz hafifletme girişimi de gözlerden kaçmıyor. Örneğin Puşkin ve Dostoyevski’nin de kumar hastası olduklarını ve birinin kumar masalarında servet batırdığını, diğerinin altın saatini kumar yüzünden rehin koyduğunu belirtiyor[6] ki, bu cümlelerle sanki kendisine yandaş aradığı gibi bir intiba uyanmıyor değil. Kumarla Allah’a inanmak arasında bağ kurmaya çalışması da hayli ilginç. Dostoyevski’nin saatini kumar tutkusu nedeniyle rehine bırakmasını anlamayan Avrupalı burjuvalar için “Sığ ruhlu Batı adamı günahta da derinlik nedir, bilmez” diyor.[7] Yazarın burada kullandığı “günahta derinlik” kavramı ile esasen “inanç” kavramına gönderme yaptığı kanaatindeyiz, çünkü Üstad, kumar tutkusunun Allah’a inanmaya benzerliğine de değiniyor ve; “İşte bağlılığın bu şekli kumardan çözülüp Allaha iliştirilecek olsa, gayelerin gayesi gerçekleşmiş olur” diyor ve devamında şu sonuca varıyor:
“Allah beni kendisine bağlanmak için yarattı. Ama, ben, içimde bu bağlanışın sermayesi olarak ne varsa hepsini Allah’tan uzaklaşmaya harcadım! Ben bir emanet hainiyim!”[8]
Öykülerinde bu şekilde kendine dair ciddi ip uçları veren ünlü şair, batıl itikadın inançtan alıkoymasını “şaşkın bir iman hazırlığı” olarak değerlendiriyor ve “Kumarın Allaha inandırma şansının, meselâ tornacı ustalığından daha fazla”[9] olduğunu iddia ediyor. Bu iddia ne kadar isabetli bilemiyoruz ama bu cümlelerde de sanki hastalığına mazeret arama gayesi var gibi.
Öykünün birinde Hasta Kumarbaz’ın defalarca “bir daha kumar oynamayacağım” diye yemin ettiği halde, bu yemini tutmayarak “ruhun büyük haysiyetlerinden biri olan yemini yüksek kaldırım orospusuna çevirdiğini”[10] de belirtmesi ilginç değil mi? Başka ilginç benzetmeler de var. Meselâ kumarhanedekilerin yeni gelene bakışını “kendi ayağıyla gelen pilice karşı, sansar gözleriyle bakmak” ifadesi ile anlatıyor.[11] Kumar hastalığına yakalanmışlar için de “yılanın ağzına düşen kuş gibi” ifadesini kullanıyor.[12]
Üstad’ın Kanaryanın Ölümü isimli öyküsündeki[13] ortam da ilginç: “Ortada korkunç bir sigara dumanı… Orta yerde yeşil örtülü koca bir masa ve etrafında 10-15 insan… Masanın üstüne bol bir ışık düşüyor. Işığı masanın üstünde toplayan tavan abajurunun yanı başında ve abajurdan birkaç parmak yüksekte de bir kuş kafesi…”
İlerleyen saatlerde sigara dumanının ortamı dehşete düşürecek derecede artması ve kafesteki kanaryanın kanat çırpması, kanatların kafesin tellerine değerlen çıkardığı sesler... Kuşun uykuya dalması… “Bu duman ne yahu? Boğulacağız burada!” sesleri… Kalın örtülerini bozmayacak tarzda pencerelerden birinin açılması… Ama sonunda “Tuh, Allah belasını versin! Dumandan, havasızlıktan bizim kanarya ölmüş… Çok acıdım doğrusu!” diyen bir ses…Kuşun ölüsünü alıp masanın üzerine attıklarında, maça kızının kucağına düşmesi… Necip Fazıl bu kuşla ruh arasında bir ilişki kurmaya çalışıyor ve her şeyini kumarda kaybeden çocuğun çıkıp kaldırımlarda yürürken elini kâlbinin üstüne götürdüğünde orada bir kanarya ölüsünden başka bir şey bulamaması…
Yazar ve şairin burada kuşun ölümünü kumarbazın her defasında kaybetmesine de benzettiğini söyleyebiliriz. Ama esasen gelmek istediğim nokta, kumarhanelerin pencereleri. Dostoyevski’nin “pis salonlar” dediği kumarhane ortamı, Necip Fazıl’ın Kanaryanın Ölümü öyküsünde sigara dumanından ve havasızlıktan dolayı berbat bir ortam olarak anlatılıyor. Peki kumarhanelerin penceresi yok muydu? Varsa neden havalandırma yapılmıyordu? Necip Fazıl’ın kuşun ölümüyle ilgili öyküde “kalın perdeli pencerelerden birinin açıldığını” yazıyor. Anlıyoruz ki pencere var ama kapalı tutuluyor ve zorunlu olmadıkça da açılmıyor. Bunun sebebi gayet açık; kumar gibi yıkıcı bir hastalığı herkesin gözü önünde sergilemek istemez kimse. Bu sebeple de kumarhaneler genellikle bodrum katlarındadır. Yukarı katlarda olduğundaysa da pencereleri kalın perdelerle kapalıdır. Kötülük gizlilikle bağlantılıdır. Kötü eylemler genellikle gizili yapılır. Yasa dışılık da işin içine girerse gizlilik kaçınılmaz. Ama yasa dışı olmasa da kumar genellikle gözlerden uzak yerlerde oynanır.
Şunu da unutmamak lâzım, Dostoyevski 150 yıl önceki, Necip Fazıl 70 yıl önceki ortamı yazdı. Anlattıkları kumarhane ortamı o zamanlara ait. Peki bugünkü kumarhaneler nasıl? Kumarhanelerin penceresinin olmadığını yeni duydum ve okudum. İnternet bilgi kaynaklarında kumarhanelerin penceresinin olmadığı yazılı. Kumarhaneyi yakından tanıyan biri olmadığım için ortamı tam olarak bilmiyorum. Sorduğum bazı arkadaşlar da pencere olmadığını söylediler. Bugün dünyanın bir çok yerinde çok lüks kumarhaneler var. Bu lüks ortamların Dostoyevski’nin ya da Necip Fazıl’ın anlattığı gibi berbat ortamlar olmadığı biliniyor. Ama bilinen bir şey daha var; pencereleri yok! Kumar salonuna gelenlere dışarıyı hatırlatmaması için pencereleri yokmuş! Zamanın nasıl geçtiğini farketmemeleri için de duvarlarda saat olmazmış! Havasızlığı önlemek ve içerdekileri zinde tutmak için de salona oksijen pompalanıyormuş!
Penceresizlik böyle bir şey… Güney Afrikalı yazar J. M. Coetzee, Düşman isimli romanında, roman kahramanı; “Ben anılarımı penceresiz bir odada, dizlerimin üzerine koyduğum bir kâğıda ve mum ışığında yazdım. Benim öykümün öylesine donuk olmasının nedeni sizce bu olabilir mi? –yani görüşüm kısıtlanmıştı, yeterince geniş bir açıdan göremiyordum.”[14] diyor.
Penceresizlizlik… Doğa ile ve gün yüzü ile irtibatın kesilmesi anlamına geliyor. Doğal havadan mahrum kalınınca da makine ile oksijen vermek. Yani pencere olmayınca yapay takviye gerekiyor.
Pencereler hep binanın gözlerine benzetilir. Penceresi olmayan mekan da kör demektir. Fiziki körlülüğü bir kenara bırakırsak, körlük de bir toplumsal hastalık değil mi? Pencere üzerinden düşünecek olursak, kumar gibi bir hastalığın körlük gibi bir hastalıkla buluşması böyle oluyor. Penceresiz mekanların körlükle malül müdavimleri… Puşkin, Dostoyevski, Necip Fazıl kör müydü diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Elbette kör değillerdi.. Ama kumarın tutku derecesinde bir hastalık olduğunu biliyorlardı. Yani onların da kör bir yanları vardı…
[1] Dostoyevski, Kumarbaz, Çeviren: Ergin Altay, İletişim Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 2020, s. 49
[2] Necip Fazıl Kısakürek, Babıali, Büyük Doğu Yayınları, 25. Baskı, İstanbul 2022, s. 73
[3] Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben, Büyük Doğu Yayınları, 49. Baskı, İstanbul , s. 29-33
[4] Necip Fazıl Kısakürek, Hikayelerim, Büyükdoğu Yayınları, 30. Baskı, İstanbul 2022, s. 59
[5] Necip Fazıl Kısakürek, Hikayelerim, s. 60
[6] Necip Fazıl Kısakürek, Hikayelerim, s. 58
[7] Necip Fazıl Kısakürek, Hikayelerim, s. 155
[8][8] Necip Fazıl Kısakürek, Hikayelerim, s. 151, 152
[9] Necip Fazıl Kısakürek, Hikayelerim, s. 63,64
[10] Necip Fazıl Kısakürek, Hikayelerim, s. 66
[11] Necip Fazıl Kısakürek, Hikayelerim, s. 81
[12] Necip Fazıl Kısakürek, Hikayelerim, s. 139, 153
[13] Necip Fazıl Kısakürek, Hikayelerim, s. 75-87
[14] J. M. Coetzee, Düşman, Çeviren: Nihâl Geyran Koldaş, Adam Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 1990, s. 99
FACEBOOK YORUMLAR