HAYATIN ANLAMI
Hani bir arabesk şarkı var, dertli arkadaş soruyor; “Neden saçların beyazlanmış arkadaş?” diye.
İşte o şarkının bir yerinde o dertli arkadaş sormaya devam ediyor ve diyor ki;
“Yıllardır soruyorum bu soruyu kendime,
Allahım bu dünyaya ben niye geldim?”
Bu soru felsefenin kadim sorusudur. Bu dünyaya niye geldik? Dünyaya gelmemizin ve daha doğrusu hayatın anlamı nedir?
Arabesk şarkıdaki arkadaşın aşk acısı çektiği malûm. Hayatın sillesini yemiş ve acı içinde kıvranırken “bu dünyaya niye geldim” diyerek karamsarlık, biraz da hiçlik içinde görünüyor.
Birkaç gün önce bir gazete haberinde de benzer bir tespite rastladım. Kendisine dönmeyen eski sevgiliyi öldüren adam intihar etmiş ve bıraktığı notta “Yapacağımı yaptım, Artık yaşamamın anlamı kalmadı” demiş! Eski sevgiliyi ve kendisini öldüren bu adamın da derdi “hayatın anlamı” galiba! “Yaşamamın anlamı kalmadı” diyerek intihar ediyor!
Hayatın anlamını karamsar bir meyhane şarkısında ya da dönmeyen sevgilinin yokluğunda sorgulayan adamın mutluluktan çok uzağa savrulduğu anlaşılıyor. Mutlu olsaydı bu soruları sormayacaktı gibi görünüyor. Bu durumda hayatın anlamı “mutlu bir hayattır” diyebilir miyiz?
Hayatın anlamının mutluluktan ibaret olduğunu zannetmiyorum. Bu konuya kafa yoran ve bir de kitap yazan felsefeci Todd May hayatın anlamının mutluluktan daha fazlası olduğu görüşünde. Hayata anlam katan sadece mutluluk değil. Cesaret, dürüstlük, adil olmak, yararlı uğraş, vs gibi daha bir çok olumlu değerle birlikte düşünmek gerekir hayatın anlamını.
Albert Camus, hayatın akışında insanın gündelik telaşesini mitolojik Sisifos Söylencesi üzerinden anlatmaya çalışır. Esasen çok daha önce Sokrates “Kendini bil” diyerek varolmaya, varoluşçulardan önce işaret etmişti. Kendini bilmek mühim bir aşamadır. Çünkü insan noksandır ve kişinin noksanını bilmesi de bir başlangıçtır.
Belirtelim ki, hayatın anlamı, esasen varoluşçuların felsefe alanına taşıdığı konu. J. P. Sartre, Heidegger’den ödünç aldığı “boşluğa fırlatılmışlık” kavramı üzerine bina etmeye çalışır insanın varolmasını. İnsan bir ağaç, bir masa, bir kum yığını, bir alet değildir. İnsan bilinçli bir varlıktır. Boşluğa fırlatılmıştır ve bir başınadır. Kendi değerlerini kendisi oluşturacaktır. Ali Şeriati, çok sevdiği Sartre’ın “bir başınalık” durumunu, insanın kendini kendine emanet etmesi olarak ifade eder.
Boşluğa fırlatılan ve bir başına kalan insan kendini nasıl inşa edecektir? Hayatın anlamını nasıl yakalayacaktır? Her sabah kalkıp, aynı pencereden bakıp, aynı şeyleri görmekle olur mu bu iş? Her gün bitmek tükenmek bilmeyen bir çaba ile yuvarlak kayayı tepeye çıkarmaya çalışan ve her defasında tepeye yaklaşınca kayayı elinden kaçıran Sisifos, yeniden düzlüğe inip yeniden kayayı tepeye çıkarmaya çalışınca bu iş oluyor mu? Olmuyor, çünkü kaya her defasında yeniden aşağıya yuvarlanıyor ve insan sürekli bu anlamsız çabanın içinde hayatına devam ediyor.
Esasen birbirine benzeyen her geçen günümüz, bir Sisifos yaşantısı değil mi? Hemen her gün benzer şeylerle uğraşıp, renksiz yaşantımıza anlam katmadan devam etmiyor muyuz? İranlı yazar Samed Behrengi’nin Küçük Kara Balık öyküsü de bir varoluş, bir hayata anlam katma çabasıdır diye düşünüyorum. Her gün aynı daracık su birikintisinde yüzerek, orada bulduğu yiyeceklerle yetinerek hayatını tüketen balıklara farklı dünyalara açılmayı öneren Küçük Kara Balık tepki ile karşılaşır. Eski köye yeni adet getirmekle suçlanır. Laf dinlemeyen Küçük Kara Balık küçük su birikintisini terk ederek büyük sulara, okyanuslara açılır. Yeni dünyalar tanır, özgürlüğün tadını çıkarır, yeni şeyler öğrenir ve en önemlisi de hayatına bir anlam kazandırmış olur.
Bir çok kişinin okuduğunu tahmin ettiğim Martı Livingston’un öyküsü de benzer bir arayıştır. Richard Bach’ın, hacmi küçük, anlamı büyük Martı’sından bahsettiğimi anlamışsınızdır. Martılar her gün aynı kıyıda aynı hareketleri yapıp, aynı balıkları yiyerek günlerini geçirmektedir. Martı Lİvingston bu anlamsızlığa tepki gösterir ve uzaklara uçmak istediğini söyler. Ama Küçük Kara Balık’ta olduğu gibi “icat çıkarmakla” suçlanır ve dışlanır. Laf dinlemez ve yeni dünyalara yelken açar. Çok yükseklere çıkar, çok uzaklara gider, zorluklar da çeker. Ama monoton bir hiçliği aşmıştır. Hayatına anlam kazandırmıştır.
Küçük Kara Balık ve Martı Livingston sürüden ayrılmayı bilmiş ve başarmışlar. Oysa bize verilen vaazlar “Sürüden ayrılanı kurt kapar” şeklindeydi. Bu vaazı değiştirmenin zamanı gelmedi mi? Sürüden ayrılmayı bilmek ve başarmakla hayata anlam katabiliriz.
İnsan noksandır ve bu noksanlığı tamamlayarak hayatına anlam katar. Pir Sultan Abdal “Eksiklik kendi özümde” derken bu noksanlığa işaret ediyor. Yunus Emre ise “Aşk gelince cümle eksikler biter” diyor. Yunus’un “aşk” dediği şey, insanın tamamlanma çabasından başka bir şey değil. Şairin dediği gibi “Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz.” Noksanını bilirsen, onu gidermenin yolunu da bulursun. Gündelik hayatın anlamsızlığından noksanımızı giderme çabası ile anlam kazanmaya ne dersiniz? Filozof, “kişi yaptığıdır” diyor. Kur’an’da ise “insan için ancak çalıştığı vardır” (Necm/39) deniyor.
Bütün bunları bir de şiirle anlatalım mı?
Ne ormanda ağaç,
Ne denizde kumum,
Boşluğa fırlatıldım,
Özgürlüğe mahkûmum.
İşte size bir bilmece;
Özüm mü, varlığım mı önce?
Terk edilmişliğin dibinde,
Bırakılmışlığın kimsesizliğinde,
Boşlukta asılı kaldım.
Tutunacak dal aradım,
Azgın dalgalarda sal aradım
Üşüdüm köz aradım,
Kendime öz aradım.
Kendimi kendime emanet ettim
Kendi kozamı ördüm,
Kabuğumu kırıp gerçeği gördüm.
Özgürlüğe kanat açtım
Ve kaçtım.
Sonuç: Herkese anlamlı bir hayat diliyoruz.
FACEBOOK YORUMLAR