Av. Abbas BİLGİLİ

Av. Abbas BİLGİLİ

[email protected]

HARMAN

07 Ocak 2022 - 15:33 - Güncelleme: 09 Ocak 2022 - 13:32

HARMAN

Abbas BİLGİLİ

Birkaç gün önce gazetede gördüğüm “samana rağbet çiftçinin yüzünü güldürdü” başlıklı bir haber beni yine çocukluğuma götürdü. Daha doğrusu bana köydeki harmanı hatırlattı. Bugün yaygın olarak kullanılmakla birlikte, yeni neslin harman kelimenin anlamını tam olarak bilmediğini de bir sohbet anında fark ettim. Nedir harman diye sordum. Bir şeyler duymuş ama tam olarak ne anlama geldiğini bilmediği belli oluyor. Çevresinde dolaştı durdu ama bir türlü harmanın içine giremedi. Oysa harmanın içine girmek, bir zamanlar büyük ehemmiyete sahipti. O harmanda neler yapılmazdı ki!

Harman sözcüğü harmandan taşarak, türkülere, şarkılara, deyimlere, atasözlerine ve daha başka yerlere nüfuz ederek, çok ötelere ulaşmıştı. Ekonomisinde, sosyal yaşantısında ve kültüründe edindiği sağlam yer ile köyün merkezine oturmuştu.
Diyeceğim o ki, harman, sadece harmandan ibaret değildi.

Biz çocuk aklımızla harmanlarda koştururken, büyüklerimiz hesaplarını, planlarını “gün ola harman ola” diyerek yaparlardı. Harman zamanı ve harman sonu sadece ambarların buğdayla, depoların samanla doldurulması demek değildi. Çoğu zaman düğün dernek işleri de harmana göre planlanırdı. Hani bir Manisa türküsündeki gibi;

Dama çıkma baş açık
Arpalar gara gılçık
Eğer bana gelceksen
Harman sonu yola çık.

Ya da bir Maden türküsünde söylendiği gibi;

Aman aman amaney
Halım yamaney
Seni gelin götürem
Arpa buğday zamaney.


Çocukluğumun ilk yıllarında hayal meyal hatırlıyorum harman günlerini. Biçerdöverin ve benzer makinaların henüz hayatımıza girmediği zamanlardı. Biçilen ekinlerden buğdayın elde edildiği yerdi harman.   Yaklaşık bir dönümlük sahanın zemini önce sulanıp loğ ile sıkılaştırılır ve kurumaya bırakılırdı. Bu saha harman olarak kullanılırdı. Kısacası harman bir meydandan ibaretti. Köylerde bazı ailelerin müstakil, bazılarının ortak kullandığı harmanlar vardı. Bizim de önce Kabirlik’te, daha sonra Uzunçem’de harmanımız oldu.

Bahar rüzgârında dalgalı yeşil bir denizi andıran ekin tarlaları, yaz sıcağında olgunlaşan başakları ile altın sarısına büründüğünde harman zamanı yaklaşıyor demekti.

Başakların dolgunlaştığı ancak henüz sararmadığı ve tanelerin de sertleşmediği dönemde firik yapardık. Yeşil başakların yanmamasına dikkat edilerek ateşte biraz bekletilmesi ile firik elde edilirdi. Yarı yanmış bu başakları avucumuzda ovalayıp samanını üfleyerek tanelerini yerdik. Firik çok lezzetli olurdu. Bugün Hatay ve Gaziantep yörelerinde firik buğdaydan bulgur yapılmaktadır ve normal bulgura göre daha pahalıdır. Firik bulgurun pilavı da oldukça lezzetlidir. Bizim çocukluğumuzda firik bulgur yoktu, bugün marketlerde dahi reyon raflarında yerini almış.

Başaklar olgunlaşıp boynunu büktüğünde biçim zamanı gelmiş demektir. Erkekler sıcağın altında orakla biçtikleri ekinleri deste olacak miktar kadar yere bırakırlar, arkadan gelen kadınlar da yerdeki ekinleri alarak, birkaç tane ekin sapı ile ip gibi bağlayarak deste haline getirirlerdi. Bu destelere bizim köyde “şemel” veya “kafkal” denirdi. Kafkallar önce tarlanın muhtelif yerlerinde kümelenir ve daha sonra at veya eşeğe yüklenerek harmana taşınırdı. Biz çocuklara düşen görev de ekin yüklü at veya eşeği harmana götürüp geri tarlaya getirmekti. Harmana yükü yıkar ve geri dönüşte hayvanın üzerine binerek yarış yapardık. Zaten yorgun olan hayvan bir de bizim kahrımızı çekerdi.

Harmana getirilen  buğday, arpa ve şıfan (yulaf) desteleri büyük kümeler halinde harmanın kenar kısımlarına yerleştirilirdi. Çeşitlerin karışmamasına dikkat edilir, ayrı ayrı kümeler yapılırdı. Meselâ o zamanalar en çok ekilen karakılçığın diğer çeşit olan alibayır ile karışmamasına dikkat edilirdi. Karakılçık daha esmer iken, alibayır beyazdı. Bu çeşitleri bugün bulmak zor, zira fazla verim almak için bu orijinal buğdaylar terk edildi ve verimi yüksek lezzeti az çeşitler tarlaları işgal etti.

Biçilen ekinlerin harmana taşınması tamamlanınca, işin bir başka meşakkatli yönü başlardı. Büyükler için meşakkatli olan bu iş biz çocuklar için oldukça zevkliydi. Dövenden bahsettiğimi tahmin edenler olmuştur. Çocukluğumun ilk yıllarında bizim oralara henüz biçer döver gelmediği gibi, patoz denilen makine da gelmemişti. At ile çekilen döven vasıtasıyla ekinler öğütülürdü.  Biz döveni ata koşardık, ancak başka yörelerde at yerine eşek veya öküz kullanıldığını da biliyoruz. Mesela yazar ve şair Abbas Sayar’ın muhteşem romanı Yılkı Atı’ndaki köylü,  at bulamamaktan, öküzlere kul köle olmaktan yakınıyor ve “Eşşek koştuk dövene” diyor.[1]

Dövenin nasıl bir şey olduğundan kısaca bahsetmek istiyorum. Yaklaşık iki metre boyunda bir metre enindeki kalın bir ahşabın alt kısmına üç veya dört santimetre boyunda küçük çakmak taşları monte edilirdi. Çakmak taşı çok sert ve keskin bir taştır. İki parçasını birbirine sert şekilde sürttüğümüzde ateş çıkarırdı. İşte bu keskin taş parçaları tahtanın altına açılan yuvalara sağlam şekilde ve çok sayıda monte edilince, alt kısım kesici bıçaklarla kaplanmış gibi olurdu. Bu tahta parçasını, harmanın ortasına dağıtılarak serilmiş ekinler üzerinde bir at veya eşek vasıtasıyla kızak gibi dolaştırmak gerekirdi. Hayvanı yönlendiren kişi de ağırlık yapsın diye bu tahtanın üstünde ayakta veya oturur vaziyette dururdu. Bir elinde hayvanın ipi, diğer elinde ise hayvanı harekete geçirmek için bir çubuk olurdu. Biz çocuklar da hareket halindeki bu tahtanın üstüne oturmayı çok severdik, çünkü atın çekmesi ile ekinlerin üzerinden geçen tahta, harmanın içinde bizi de dolaştırır ve bu arada yaptığımız ağırlığın da yardımı ile alttaki çakmak taşları zemindeki ekinleri öğüterek saman haline getirirdi. Çocuklar için oyun gibi görünen bu iş aslında büyükler için sıcağın altında saatlerce sürdüğünden bıkkınlık vericiydi. Zaman durur, güneş kudurudu. Bu bıkkınlığa bir Emirdağ türküsü iyi gider;

Harmana sererler sarı samanı
Hiç gitmiyor şu dağların dumanı
Gel otur yanıma canım sevdiğim
Ayrılık mı olur harman zamanı.


Ekinlerin saman haline gelmesi bir gün veya iki gün sürebilirdi. Samanlar harmanın bir köşesine kümelenir ve aynı işlem diğer ekinler için devam ederdi. Günlerce süren bu işlemden sonra, ekin kümelerinin yaba denilen ahşaptan yapılmış bir aletle rüzgârda savrulması işlemi başlardı. Kocaman saman yığınları günlerce rüzgâra karşı savruldukça, buğday taneleri yakına, saman taneleri ise uzağa düştüğü için ayrışma yapılmış olurdu. Yine de tam bir ayrışma olmadığı için kalburdan geçirilerek eleme işlemi yapılırdı. Siz hiç Belkıs Akkale’nin dilinden muhteşem bir Sivas türküsü olan uzun havayı dinlediniz mi?

Eledim buğdayı seçtim daneyi
Bu gönül de sevdi o bir daneyi
Eğer gurbet ele gider gelmezsem
Bana saydırırlar yedi seneyi.

Kalburdan geçerek elenen buğday, evlerdeki, tahtadan yapılmış tahıl ambarlarına, saman ise hayvan yemi olarak kullanılmak üzere ahırın yanındaki samanlığa taşınırdı. Akşamın yorgunluğu ve hüznü ile köye dönüş başlardı. Harman dönüşünü, şiirlerinde buram buram Anadolu kokan Ömer Bederettin Uşaklı ne güzel anlatır;

Gün sönerken üstünde başaktan bir denizin,
Dönüyor evlerine düvenden gelen kızlar;
Bütün seni bekliyor gökte saklı yıldızlar,
Sevin, koçyiğit sevin, göründü köyceğizin!..

Bir zaman sonra döven, yerini patoza bıraktı. Patoz, traktörün miline bağlı uzun kayışla çalışan bir makine idi ve sapların dövülmesi işlemini yapıyordu. Patozdaki işlem için köylüler birbirlerine yardımcı olurlardı, çünkü sürekli olarak patozun içine ekinleri atmak ve alttan çıkan samanları bir kenara yığmak bir veya iki kişinin yapacağı iş değildi. Bu sebeple toplu şekilde yardımlaşma yapılırdı.

Uzun süren bu bıktırıcı işlemler hayatın önemli bir kısmının harmanda geçmesine sebep olurdu. Hatta geceyi harmanda geçirip orada uyuduğumuz da olmuştu. Harmanda uyumak çocuklar için değişiklik olması nedeniyle zevkliydi. Bizim uzun çemdeki harmanın yanındaki har (defne) ağacının gölgesinde çok uyumuşluğum var. Gecenin karanlığında sırt üstü toprağa uzandığımızda, gökyüzündeki yıldızlar bize göz kırparak yoldaşlık ederdi. Sadece yıldızlar mı? Olağanüstü gizemiyle harman gecelerini süsleyen ateş böceklerini unutamam.

Günün yorgunluğunda yenen mütevazi yemekler sanırım dünyanın en lezzetli yemekleriydi. İmkânlar kısıtlı, yiyecekler ise herkesin kendi bahçesinde yetiştirdiği sebze ve meyveden ibaretti.

O günlerde yediğimiz domatesin doğal kokusunu ve lezzetini hayat boyu unutamam. Ekinlerin biçilmesi zamanında olgunlaştığı için “biçim eriği” dediğimiz sarı eriğin bal tadındaki lezzetini hatırlıyorum da, bugün pazar ve marketlerde gördüğümüz meyvelerin yüzüne bile bakasım gelmiyor. Değirmi şirin dediğimiz armudun baygın ve hoş kokusu çocukluğumuzda kaldı, zira o kokuya bir daha hiç rastlamadım. En sık yenilen yemek, bugün kentlerde meyhane pilavı denilen “domatesli aş” idi. Ayranla birlikte harmanda ne de güzel yerdik.

Harmanın işlevi sadece buğdayın, arpanın övütüldüğü yer olmaktan ibaret değildi. Harman aynı zamanda köy için bir meydandı, bir sosyal alandı. Bir meydanda yapılması gerekenler orada yapılırdı. Bu gün kır düğünü denilen törenler o zamanlar harmanda yapılırdı. Bizim köylerde düğünlerde mutlaka güreş müsabakaları da düzenlenirdi. Düğün sahibi komşu köyleri de davet eder ve güreş için mütevazi bir ödül de konulurdu. Önce davul zurna eşliğinde halaylar çekilir ve arada uzun hava türünden türküler söylenirdi. Halayın arasında davul susar ve elini kulağına atan bir gencin yanık sesi karşı dağlarda yankılanırdı.

Gitme garip gitme yollar çamurdur
Garip senin yüreğin taştır demirdir
Yedi yıl dediğin hayli ömürdür
Kurbanın olayım garip aman kal burda


Türkü bitince halay kaldığı yerden devam ederdi. Harmanın hemen yanı başında yakılan büyük bir ateş hem aydınlatma hem de hava soğumuşsa ısınma işlevini görürdü. “Mersah” denen bu ateşten çıkan alevler gökyüzüne doğru yükselirken, halay çeken gençler gibi eğilir bükülür, halaya eşlik ederdi.  Hazırlıklar tamamlanınca halay, yerini güreşe bırakırdı. Hiç bir ağırlık kategorisi gözetilmeden kıran kırana güreş yapılırdı. Kurada kim kimle eşleşmişse onunla güreşirdi. Pire gibi zıplayan Şeytan Ahmet, dev cüsseli biriyle güreşmek zorunda kalabilirdi. Yiğitler meydana indikçe harman yeri sallanırdı. İşte bizim oralar tüm Anadolu gibi “yiğidin harman olduğu yer”di. Geceye sığmayan güreş, sabaha ve ertesi güne de sarkardı.

Şimdi az da olsa yolum köye düştüğünde, o harmanları arıyor gözlerim. Kimini sürmüşler tarla yapmışlar, kimisini ot bürümüş. Bir zamanların hareketli meydanları, içinde barındırdığı anılarla birlikte şimdi mahzun mahzun boynu bükük bakıyor bize. 

 


[1] Abbas Sayar, Yılkı Atı, E Yayınları, 4. Baskı 1975, s. 110

Reklam

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum