Av. Abbas BİLGİLİ

Av. Abbas BİLGİLİ

[email protected]

GORE VİDAL'İN HÜKÜMDAR (JULİAN) ROMANINDA ANTAKYA

16 Ağustos 2024 - 08:50

GORE VİDAL’İN HÜKÜMDAR (JULİAN) ROMANINDA ANTAKYA

Açık söylemem gerekirse ABD’li yazar Gore Vidal (1925-2012) hakkında hiç bilgim yoktu, ta ki Hüseyin Ferhad’ın Türkçenin Sol Anahtarı isimli kitabını okuyana dek! Hatay’lı yazar Hüseyin Ferhad’ın adı geçen deneme kitabında dikkatimi çeken yazı “A, Antakya’nın da İlk Harfidir” başlıklı yazısı oldu.[1] Antakya ile ilgili bu güzel denemede, bölgeden bahseden Ben-Hur (Lewis Wallace), Hadrianus’un Anıları (Marguerite Yourcenar) ve Hükümdar (Gore Vidal) isimli romanlarda geçen Antakya betimlemeleri dikkatimi çekti. Ben-Hur’u duymuştum ama diğer ikisini yeni duyuyordum ve hemen bulup okudum.     
Hükümdar, Roma İmparatoru Julian’ı konu edinen bir roman.[2] Sadece 361-363 yılları gibi kısa süren bir imparatorluk dönemi olmuş. Flavius Claudius Iulianus ya da Julianus Apostata (Dönme Julianus) olarak da biliniyor. Filozof-İmparator olarak bilinen Julian döneminde Antakya eğitim ve kültür merkezi özelliğine sahipti. Felsefe ve retorik itibar görüyordu.[3] Çocukluğu, gençliği, eğitimi, imparatorluğu ve ölümü bir anı roman olarak ele alınmış. Dönemi anlatan kaynaklardan yararlanıldığı için bu romana sadece kurgu gözüyle bakmamak lazım. Tarihsel gerçeklere sadık kalınarak anı-belgesel de denilebilir. Nitekim romanı okuduktan sonra Julian’la ilgili bilimsel bir çalışmaya[4] da göz attım ve romanda anlatılanlar ile bilimsel tarih çalışmasındaki anlatılanlar arasındaki fazla bir fark olmadığını gördüm.
Konumuz, pagan inancına sahip Roma İmparatorluğu’nda Hıristiyanlığın da doğup yaygınlaşmaya başladığı dönemde geçiyor. Julian da önce Hıristiyan iken önceki pagan inancına geri dönen bir imparator. Zaten bu sebeple de “Dönme Julian” olarak da anılıyor. Felsefeye meraklı olduğu için filozof olarak değerlendirildiği de olmuş. Dönemin ünlü Antakya’lı düşünürü ve hitabet ustası Libanius’a (314-394) da geniş biçimde yer verilmiş. Libanius da Hıristiyanlığın yaygınlaştığını gören ancak pagan kalmayı tercih eden hatırı sayılır ve saygın bir filozof.  Roman, Julian’ın ağzından anı olarak kaleme alınmış ancak Priscus ve Libanius’un da zaman zaman araya girdiklerini görüyoruz. İmparatorun gençlik yılları kitabın ilk bölümünü oluşturuyor. İkinci bölüm Roma’da önemli bir unvan olan Caesar (Sezar)’lık dönemini, üçüncü bölüm ise İmparatorluk dönemi ünvanı olan Augustus dönemidir. Saray entrikaları, akraba kavgaları, imparator olabilmek için akrabaların öldürülmesi, özellikle Roma’nın İran (Pers) ile savaşları sürekli karşımıza çıkan olay ve olgular. Bu çalışmada amacımız, Julian’ı ve romanı tamamen tanıtmaktan çok, romanda Antakya’ya verilen yer ve önem üzerinde durmaktır.
Daha ilk sayfalarda Libanius’un Antakya’dan yazdığı mektupta Antakya’nın sayfiye yeri olan Dafne’de (Harbiye) ikamet ettiğini öğreniyoruz. Dafne’de sokakların gece de gündüz gibi aydınlatıldığı bilgisi dikkat çekiyor. Halkı anlatırken, bir zamanlar bu kenti çok övdüğünü ancak “zehirli Hıristiyanlık öğretisinin kurbanları” olduğundan yakınıyor (sh. 12, 13). Dafne’deki Apollon Tapınağı da Julian’ın yakınlık duyduğu yer olarak belirtiliyor (sh. 37). Henüz imparator olmadığı yıllarda kardeşi Gallus Antakya’ya Caesar (Sezar, Kayzer) olduğunda bir kıtlık meydana gelir ve Gallus buğday fiyatlarına narh (sınır) koyar. Ticaretten anlayan Antakya Senatosu’nun üyeleri bu kararın ters tepeceğini ve kıtlığı daha da artıracağını söylerler ve fiyatları piyasa koşullarına bırakmasını önerirler, ancak sözlerini dinletemezler (sh. 115). Karar ekonomiyi daha kötü duruma sokar ve Gallus’un da başına işler açar. Otoriter liderlerin ekonomiye bugün de aynı mantıkla müdahale ettiklerini görünce tarihten ders alınmadığını da görmüş oluyoruz.
Julian 361’de İmparator olduktan sonra İstanbul’dan Antakya’ya giderken İzmit’e uğrar ve 24 Ağustos 358’de meydana gelen depremde kentin harabe haline geldiğini görünce onarım için oldukça büyük bir bağış yaptığını da belirtiyor 8(sh. 372). Tarsus’a geldiğinde Hıristiyanlığın yaygınlaştığını ve “Şeytansı Pavlus” dediği havari adına çok sayıda anıt dikildiğini görüyor. Ceyhan Irmağı’nda yıkandığını da anılarında belirtiyor (sh. 377).
Doğu’nun Kraliçesi dediği Antakya’ya gitmenin heyecanı içinde Temmuz sıcağında kente giriyor. Kentte dinsel açıdan hem Hıristiyanlığın yaygınlaşması ve hem de eski pagan inancın ağırlığı hissediliyor. Antakya’da Zeus, Dafne’de Apollon tapınakları ünlüdür ve İmparator bu tapınakları da ziyaret ediyor. Antakya ve Dafne ile ilgili betimlemeleri dikkat çekiyor. Bu betimlemelerden bazı paragraflar alıntı yapmayı hak ediyor. Julian’ın anlattığı Antakya şöyle:
“Kuzey kapısı, Mısır granitinden yapılmış devasa bir anıt. Kapıdan girince görünen manzaranın göz kamaştırıcı bir güzelliği var. Ana yol iki mil uzunluğunda, Tiberius yönetiminden kalma sağlı sollu portikolar bütün yol boyunca uzanıyor. Dünyanın başka hiçbir yerinde bir portikonun altında iki mil yürüyemezsiniz. Yol granit taşlarla döşeli ve öyle planlanmış ki, her noktasında, yirmi mil ötedeki denizden gelen meltem hissediliyor.” (sh. 378)
İşte bir başka paragraf:
“At üstünde ilerlerken bir yandan da merakla çevreyi izliyordum. Solumda, ovadan birdenbire yükselen Silpius Dağı vardı. Kentin büyük bir bölümü, batıda Orontes Irmağı, doğuda ve güneyde Silpius Dağının etekleriyle çevrili. Sabahları gölgelik olan bu dağın yamacında, zengin bahçeler içinde deniz manzaralı güzel villalar sıralanıyor. Seleucid krallarından biri, veba salgınının baş gösterdiği bir yıl kentin hemen üstündeki kayaya muazzam bir insan başı oydurtmuştu. Charonion adını verdikleri bu insan başı kentin üstüne kötü bir ruh gibi çökmüş duruyor. Kentin her kösesinden bu heykeli görmek mümkün. Yerliler ona çok hayranlar.” (sh. 378).
İmparator Julian, Asi Nehri üzerindeki adadan da bahsediyor. Şehrin içinde nehrin iki kola ayrılıp birleşmesi sonucunda oluşan ada zaten saray ve hipodromun da bulunduğu yer. Julian, Diocletianus zamanında yapılan imparatorluk sarayından bahsederken, sarayın içinde hamamlar, küçük dua yerleri, pavyonlar ve en güzeli de çam ağaçlarıyla çevrili bir at koşusu alanı olduğunu belirtiyor. Sarayın hemen yakınındaki hipodromun doğunun en büyüklerinden biri olduğunu da vurguluyor (sh. 379).
Hıristiyanlıktan hoşlanmayan anacak baskı da yapmayan hoşlanmayan Julian, pagan inancının tapınaklarında kurban kesmeyi hiç ihmal etmiyor. Antakya’daki Zeus Tapınağı ve Dafne’deki Apollon Tapınağı en önemli tapınaklar. Zeus’a, Apollon’a ve Kıbele’ye sık sık boğa kesiyor ve bunlar uzun uzun anlatılıyor. Boğa kesilirken yaşanan bazı olumsuzluklardan da geleceğe yönelik kehanetler çıkartılıyor. Kıbele’ye binlerce güvercin kurban ediliyor. Apollon Tapınağı’nı ziyaret etmek için Antakya’dan Dafne’ye halkın içinde yaya olarak gittiğini anlatırken yoldaki manzaradan da şöyle bahsediyor:
“Daphne yolunda yürümek içimin sıkıntısını biraz azaltmıştı. Yol, Orontes Irmağını izliyor. Su bol olduğundan toprak da çok verimli. Yol boyunca dünyanın en güzel bahçeleri uzanıyor. Bahçe sahipleri her yıl aralarında yarışmalar düzenliyorlar. Bu yıl hiç yağış olmamasına rağmen, kuyu sularıyla sulanan bahçeler her zamanki gibi büyüleyici bir güzellikteydi. Bahçelerin içinde bir sürü güzel villa sıralanmıştı. Ayrıca eskiden dünyanın her köşesinden Apollon tapınağını ziyarete gelenleri barındırmak için yapılmış bir çok eski hana da rastladık.”  (sh. 390)
Hıristiyanlığın yaygınlaşmasıyla bu tapınakların ve hanların gözden düşmesinin Julian’ı üzdüğü de anlaşılıyor.  Esasen Julian Antakya’yı ve Daphne’yi öve öve bitiremezken, Antakya halkından hoşlanmadığını da belli ediyor. Yunan, Latin, Arap ve Yahudilerden oluşan halkın eğlenceye düşkünlüğü ve bazı davranışları Julian’ın eleştirinden payını alıyor (sh. 384). Bunda Hıristiyanlığa meyletmelerinin de payı var gibi  görünüyor, zira Julian eski pagan inancını korumaya devam ediyor. Örneğin Antakyalılardan bahsederken, “Nasıralıyı (Hz. İsa) seviyorlar, çünkü o, suçlarını ve günahlarını biraz su serpmekle “bağışlıyor”… bu suyun bir siğili bile iyileştirdiği görülmediği halde!” diyor (sh. 385). Nitekim Apollon Tapınağı’nda gömülü Hıristiyan azizi Galileli Babylas’ın kemiklerinin oradan çıkartılmasını emrediyor ve bunu da yaptırıyor. Ancak Julian’ın bu hareketi Hıristiyanların nefretini körüklüyor ve kaderinin bu davranışı ile çizildiği de ima ediliyor.  Ancak o pagan tapınaklarında boğa ve güvercin kesmeye devam ediyor. Bu arada meşhur Kasios Dağı’na da (Keldağ) çıkıp, oradaki tapınağı ziyaret ediyor. Bugün Yayladağı ile Akdeniz arasında kalan Keldağ’a gidişini şöyle anlatıyor: “Kasios dağındaki Zeus tapınağına  dua etmeye gittim. Bu dağ Antakya yakınlarında, Seleucia’da. Şafaktan önce tapınağa vardım. Kurban töreni için bütün hazırlıklar tamamdı. Daphne’deki düzensizlik burada yoktu. Arınmıştım. Kutsal örtüye büründüm. Dua ettim. Mihrabın önüne beyaz boğayı getirdiler. Tam bıçağı kaldırırken başım döndü ve bayıldım” diyor ve bu durumu da kötüye yorumluyor (sh. 408).     
 Antakya halkıyla ters düşen Julian, kıtlık nedeniyle aldığı kararlardan dolayı da halkın iğnelemelerine muhatap oluyor. Halk arasında kendisiyle alay edildiği, kendi eliyle sık sık tapınaklarda kesmesinden dolayı boğa kasabı, sakallı keçi gibi adlar yakıştırıldığını duyuyor ve kendisi de halkla dalga geçen “Sakal Düşmanı” isimli bir taşlama dahi yazıyor (sh. 410).
İran yöresinden Anadolu’ya ve özellikle de Antakya’ya sürekli seferler düzenleyip rahatsızlık veren Persler üzerine bir sefere çıkıyor ve bu doğu seferinde göğsüne saplanan bir mızrakla henüz 32 yaşındayken ölüyor. Bu mızrağın karşı tarafın değil, bir Roma mızrağı olduğu ve kendi adamları tarafından öldürüldüğü ima ediliyor. Nitekim son bölümde, mızrağı ben attım diyen en yakınındaki kişilerden birisi de bunu Hıristiyanlık için yaptığını ima ediyor. Roman bu şekilde bitiyor.
Daha önce de belirttiğimiz üzere, burada romanı ve Julian’ı tanıtmaktan çok, o dönemde dünyanın sayılı kentlerinden biri olan Antakya’nın nasıl ele alındığını göstermek. Esasen Helenistik ve Roma dönemi antik Antakya’sını anlatan çağdaş yazarların kentin tarihsel dokusunu yakından tanıyormuş gibi yazmalarının sebebi, Alman filolog Karl Otfried Müller’e ait Antiquitates Antiochenae (1839) isimli kitabından yararlanmış olmalarıdır. Bu kitap antik Antakya’yı kuruluş dahil caddeleriyle ayrıntılı anlatan bir mimari şaheser olarak kabul ediliyor. Çağdaş yazarların betimlemeleri büyük ölçüde bu mimari esere dayanmaktadır.
Bu romanda anlatılan Antakya, Roma İmparatorluğu’nun 360 ve takip eden yıllarına aittir. Antakya’nın tarihsel zenginliği tarihteki bir çok depremle canlılığını kaybetti ve hep yeniden dirilmeye çalıştı. 6 Şubat 2023 depremi de deprem döngüsünün –şimdilik- son halkasını oluşturuyor ve bu kent şimdi de yeniden dirilişin sancılarını yaşıyor. 
 

[1] Hüseyin Ferhad, Türkçenin Sol Anahtarı, YKY, 1. Baskı, İstanbul 2023,  s. 115-126
[2] Gore Vidal, Hükümdar, Çeviren: Cahit Uzel, e yayınları, 1. Baskı, İstanbul 1974
[3] Mehmet Tekin, Hatay Tarihi, Antakya 1993, s. 36
[4] Nezahat Baydur, İmparator Julianus, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 1999

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum