EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYEHATNAMESİNDE ANTAKYA VE ÇEVRESİ
Evliyâ Çelebi (1611-1681/1685) sadece Osmanlı’nın değil, dünyanın en büyük gezginlerinden kabul ediliyor. On ciltten oluşan Seyahatname sadece tarih değil, coğrafya, iktisat, mimari ve sosyoloji gibi alanlarda da çok önemli bir kültürel kaynaktır. Bugün Türkiye dışında kalmış nice yerlerin dahi tarihine ışık tuttuğu biliniyor. Anadolu’yu adım adım gezen Çelebi, Balkanlar, Kafkasya, Suriye, Hicaz ve Mısır’a kadar uzanmıştır.
Evliyâ Çelebi’nin yolunun Antakya’dan da geçtiğini biliyoruz. Seyahatname’nin üçüncü cildinde yer alan Antakya ve çevresine dair notlarını birkaç sene evvel merakla okumuştum. Bugünkü Hatay topraklarına kuzeyden yani Anadolu’dan geldiğini, Niğde, Ulukışla, Çiftehan, Gülek Boğazı, Adana, Misis ve Yılankalesi’nden geçtikten sonra bugün Ceyhan-Yumurtalık arasında kalan Kurtkulağı düzlüğünde konakladıklarını belirtiyor. 1597/98’de Payas’a gelerek iki gün burada kaldıklarını anlatıyor. Hac yolcularının güvenliği ve ihtiyaçları için Payas’ta Sokullu Mehmet Paşa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan külliyeden övgü ile bahsederken bu övgüden Sokullu da payını alıyor. Şöyle ki, Sokullu’dan bahsederken bazı devlet adamlarına benzetiyor ve “Aristo akıllı” olduğunu da vurguluyor.
Seyahatname’ye göre Payas Kalesi deniz kıyısında dörtgen biçiminde güzel bir kaledir. Halep’in iskelesi olmakla serhat gibidir ve limanı korur. Burada gümrük olduğu için kale koruyucuları gece gündüz nöbettedir. Kale kapısının önünde büyük bir dut ağacı ve hemen yanında büyük bir han vardır. Gayet konforlu olan han, sayısız odaları, develerin barındığı kısımlar ve lokantasıyla eşi olmayan bir yerdir. Gayet güzel bir camii vardır ki mihrap ve minberi gayet sanatlıdır. Avlusu cennet bağı gibidir. Caminin abdest muslukları gece gündüz akar. Limon ve turunç çiçeklerinin kokusu gelenleri hoşnut eder. Çelebi’nin ifadesiyle “Sözün kısası kale, han, imaret, mescid, medres, çarşı, Pazar, hamam, hepsi de taştan yapılma, çivit renginde sıva ile örülmüş bulunmaktadır.” Payas’ın bağ ve bahçeleri gülistan ve sümbülistandır. Şehrin 850 kadar evi, 8.000 kadar nüfusu vardır. Halkı yiğittir, korsan veya dağ eşkıyalarının saldırısı olursa hemen karşı koyalar. Oğuz taifesinden dost kişilerdir. Halk altı ay şehirde, diğer altı ayı ise yaylada geçirir. Yedi adet yaylası olan Payas’ın incir, üzüm ve turuncu övülmeye değer. Yaylada buraya özgü kayısı büyüklüğünde bir üzüm çeşidi vardır.
Payas’ta iki gün kaldıktan sonra kıbleye (güneye) doğru ilerleyerek bazı dere ve köprülerden geçip İskenderun’a ulaştıklarını belirtiyor. Büyük İskender tarafından kurulduğu için İskenderun denilen bu yerin sonraları göçebe Araplar eliyle haraba olduğunu belirtiyor. İskenderun bir gümrük eminliğidir. Senede 200 kadar Frenk ve İslam kalyonları limana gelip demir atarlar. Açık havada İskenderun’dan Kıbrıs’ın karlı dağları görünür diyorlarsa da ben görmedim diyor. İskenderun’da Frenk ve Rumlar oturduğundan, cami, han, hamam, çarşı, pazar gibi yapılar yoktur, ama meyhaneleri çoktur. Bazı yolcular buralarda barındıkları için meyhaneleri sanki birer handır. Burası Halep ve çevresinin iskelesi olduğundan gümrük binası yanında mahzenler (depolar) vardır. Bazı devletlerin konsoloslarının da olduğu belirtiliyor. O zamanlar, İskenderun’un dört tarafının sazlık ve bataklık olduğunu da Çelebi’den öğreniyoruz.
İskenderun’dan çıkıp Gökgedik’i aştıktan sonra Belen (Beylan) kasabasına geldik diyor. Çelebi’ye göre Türkmenler yokuş olan yere belen derlermiş. Bütün evleri birbiri üstüne yığılmış. Bayırda kurulmuş yedi yüz kadar bakımlı toprak damlı evden oluşuyor. Halkı Türktür. Ahalisi üç bin kadardır ve halkın yüzleri al, al pençedir. Zarif bir cami, han ve hamamı, kırk elli kadar dükkânı vardır. Sulu üzümleri ve öteki meyveleri çevrede beğenilir.
Belen’den kalkıp kıbleye doğru ilerlerken karşılarına Bakras Kalesi çıkar. Kale çok eski çağlardan kalma olup, 1516’da Yavuz’un Mısır seferine giderken teslim olmuştur. Kale içinde muhafız askerler için yüz elli kadar ev, han, hamam ve küçük bir çarşısı vardır. Bakras sümbülü ünlüdür ve açtıkları zaman insanın genzini kokuyla bunaltır. Halkı bağ, bahçe ile uğraşır ve dağlardan topladıkları çiçek soğanlarını İstanbul gibi kentlere götürüp satarlar.
Bakras’tan sonra Kara Magrıt’ı geçip on iki saatte Antakya’ya vasıl olduklarını yazan Çelebi, şehrin ismine dair; “Entakiye, Antakya, Aynutakye, Antukya, Antikiye gibi derler, ama asıl kullanılan Entakya ve Antakya’dır” diyor. Pek eski bir şehirdir dedikten sonra eski devirlerde halkının Allah’ın dinini kabul etmedikleri için telef olduğunu ve halkın küfre düşmesi nedeniyle de Allah’ın cezasına uğradığından bahsediyor. Tarihçilerin buraya “ulu şehir” ya da “Kayserler şehri” dediğini de belirtiyor. Rum kayserlerinin hükmettiği dönemde taht şehrinin Roma ve Antakya olduğunu da vurguluyor. Halife Ömer zamanında Müslümanlar tarafından, Yavuz Sultan Selim zamanında da Osmanlıların eline geçtiği izah edildikten sonra şehrin tanıtımına geçiliyor.
Çelebi, insanoğlunun ibret alınacak ilk büyük yapısının Mısır Piramitleri olduğunu belirttikten sonra sözü Antakya’ya getirir ve bazı kentlerle kıyaslama yapar. Kahire, Bağdat, Halep, Tebriz ve İstanbul’un ismini zikrettikten sonra “Ama Antakya’nın kuruluşu İstanbul’dan öncedir” demeyi de ihmal etmez. Kalın duvarlı beş tane yüksek tepe üzerine oturduğunu belirttiği şehrin kale duvarlarının doğu yönünde sanki göğe baş çekmiş dağlardan ibaret olduğunu belirtir. Kalenin yarısı aşağı düzde, batı yakasında ise Asi Irmağı’na varınca alçalmaktadır. Kale surları mil hesabıyla on iki mil, adım hesabıyla ise kırk dört bin adımdır. Surların uzunluğunu İstanbul ile karşılaştırarak İstanbul surlarının da kırk yedi bin adım olduğunu belirtir. “Antakya kalesinin duvarlarının ve kulelerinin yüksekliğini başka hiçbir kale ve burçta görmedim” diye yazmıştır. Kale duvarlarının çok enli olduğuna değindikten sonra kalede kullanılan her taşın fil ayağı cüssesi büyüklüğünde olduğunu ve mimar Ferhat’ın külüngüyle taşlar birbirine öyle bindirilmiş ki, sanki kale duvarı tek taştan oluşmuştur. Kuzeyde Halep kapısı vardır ve buradaki kayalardan abı hayat gibi sular aktığını belirtir. Batıdaki Asi Irmağı kapısı üzerinden büyük bir köprüyle geçilir. Doğusunda beş büyük dağ vardır ve Habip en-Neccar tarafından ancak iki saatte çıkılabildiği için güneşin doğduğunu iki saat geçmeyince şehirdekiler anlamaz.
Çelebi’nin yazdığına göre şehirde sekiz adet büyük saray vardır. Bakımlı evler genellikle Asi Irmağı’nın çevresindedir. Asi, buradan kıbleye (güneye) doğru akarak Akdeniz’e ulaşır. Asi’nin suyu ab-ı hayat (hayat suyu) gibidir.
Evliya Çelebi Antakya tarihinde ve kültüründe büyük yeri olan Habib-i Neccar’dan da bahsetmektedir. Esasen Habib-i Neccar’ın şahsiyeti çok net olmadığı için efsane ve rivayetler biçiminde anlatılmıştır. Çelebi de bu efsane ve rivayetlere değinmiştir. Hz. Yahya ve Hz. İsa zamanında yetiştiğini, havarilerden diye yazıldığını belirtiyor. Habib-i Neccar’ın bir ölüyü diriltmek gibi mucize gösterdiğinin söylendiğini, ancak bu rivayetin doğru olmadığını, kendisinin araştırmasına göre bu mucizeyi gösterenin Hz. İsa olduğunu da belirtiyor. Habib-i Neccar marangozlukla iştigal eden bir kutlu kişidir. Esasen “neccar” (nacar) kelimesi de marangoz ya da dülger anlamına geliyor. Antakya’nın sırtını dayadığı dağda inanmayanların elinde şehit edilir. Kutlu başı koparıldığında şehirde bir mağaraya düşer. Gövdesi kale içinde dağda bir yerde kalır ve orada mezarı vardır. Şehre kadar gelen kafasının bulunduğu yerde ise merdivenle inilen nurlu bir tekkede gömülüdür. Çelebi’nin yazdığına göre o zaman Hıristiyanların ve Müslümanların uğradığı bir ziyaretgâhtır. Belirtelim ki, bu ziyaret yeri bugünkü Habib-i Neccar Camii ve türbesinin bulunduğu yer olup bugün de hem Hıristiyanlar ve hem de Müslümanlarca kutsal kabul edilip ziyaret edilir. Yine belirtelim ki Evliya Çelebi’nin Habib-i Neccar’la ilgili anlatıları bilimsel bilgi değil, o dönemde anlatılan rivayetlerdir.
Çelebi’nin Antakya’yı ziyaret ettiği dönemde şehirde kırk kadar sıbyan mektebi vardır ve bayramlık giyimleri, yıllık bahşişleri vakıflarca karşılanmaktadır. Hem dağda hem de şehirde Habib-i Neccar adına tekkeler olduğunu da belirtiyor. Suyunu Asi Irmağı’ndaki dolaplardan alan hamamlarının havaları güzeldir.
Bekarlar için dokuz han vardır. Çarşısı üç yüz dükkanlıdır. Şehir Arabistan hududunda olmakla, sürmeli, ceylan gözlü, temiz yüzlü, tatlı sözlü, yakışıklı gençleri vardır. İklimi ılımandır. Şehrin doğu kısmındaki dağların eteklerinden nice berrak pınarlar çıkar. Öyle ki turna gözü gibi çıkan bir pınar, Asi Irmağı’na akar. Beyaz deve dişi buğdayı, çakıl ekmeği, limon, turunç ve şekerkamışı gibi meyveleri ün yapmıştır. Bahçeleri hep Asi kıyısında olup, kanallarla kesişen bostanları dolaplarla sulanır.
Evliya Çelebi Antakya’yı bu şekilde gezip gördükten sonra 19 Ekim 1648 günü Ramazan Bayramı namazını çarşı içindeki camide kıldıktan sonra kıbleye (güneye) doğru seyahate devam ettiğini, bakımlı köyleri geçerek, incir ağaçları cihanı tutmuş olan Zambakiye Kasabası, Cisri Şugur, Madak (Mıdık) Kalesi ve yine Asi kenarındaki ve bugün Suriye’nin önemli bir kenti olan Hama’ya ulaştığını belirtiyor.
Evliya Çelebi’nin övgü ile bahsettiği Antakya ne yazık ki bugün hayli sessiz, acılı ve hüzünlüdür. Deprem Habib-i Neccar Camii’ni de diğer kilise ve camileri de yıktı. Kent karanlığa boğulmuş durumda. Yıkıntılar bir çöplüğü, yıkılmayanlar hayaleti andırıyor. Çelebi’nin “ab-ı hayat” dediği Asi’de ise depreme gerek kalmadan biz insanlar eliyle pisliğe batmış durumda. Acı ama ne yazık ki hakikat bu!
.
FACEBOOK YORUMLAR