ESRARLI ADADAKİ TANRI’NIN AYAK İZLERİ
Abbas BİLGİLİ
Edebiyatta ve ütopyada ıssız ada üzerine yazılan eserleri biliyoruz. Ütopya yazarları ada metaforu üzerinden ideal devlete ulaşmanın ipuçlarını vermeye çalışır. Adasal romanlarda ise ıssız adaya düşen insanın kendini ve imkânları ölçüsünde uygarlığı inşası anlatılır. Bu inşa sürecinde sadece maddi üretim değil, Tanrı ile kurduğu ya da kurmaya çalıştığı ilişki çerçevesinde metafizik boyut da işin içerisine girer.
Fransız teolog ve edebiyatçı Charles Moeller, 1969’da Türkçe baskısı yapılan Jean-Paul Sartre ile ilgili eserinin sonlarında ateist filozofla ilgili olarak “… belki de kum üzerindeki ayak izleri keşfedilecektir” diyor[1] ve bu “ayak izleri” konusunda da dipnotta çevirmen tarafından bazı açıklamalar yapılıyor. Dip nottan öğrendiğimize göre, teolog (ilahiyatçı) yazar, ateist Sartre’ın kalbinde Tanrı’nın ayak izlerinin olabileceği ihtimaline vurgu yapıyor. “Kum üzerindeki ayak izleri” ifadesi ile de macera romanlarının ünlü yazarı Jules Verne’in Esrarlı Ada isimli romanına gönderme yaptığını anlıyoruz.
Jules Verne’in Esrarlı Ada’sına geçmeden önce Charles Moller tarafından yazılmış Jean-Paul Sartre ve Tabiat Üstünün Bilinmezliği isimli kitaptan biraz bahsetmek isteriz. Varoluşçuluğun ateist koluna mensup filozofta Tanrı’nın ayak izlerinin olabileceği düşüncesine nasıl ulaştığını görelim istiyorum. İnanmak Ya da İnanmamak isimli kitabımda anılan kitaptan da yararlanarak Sartre’a bir bölüm ayırmış ve bu konuya da değinmiştim.[2]
Charles Moller, yazdığı eserlere göre Sartre’ın hayatını üç döneme ayırmaktadır. İlk dönem eserlerinde katı bir ateizm içinde olduğu vurgulanır. Özellikle varoluşçulukla ilgili Varlık ve Hiçlik üzerinde durulur. İkinci dönemde Altona Mahkumları isimli oyunda ateizmin biraz yumuşadığı ve agnostizme (bilinmezliğe) yaklaştığı belirtilir. Üçüncü bölümde ise 1964’te yayınlanan Sözcükler isimli çocukluk anıları üzerinde durarak Tanrı konusunda eskisi kadar katı olmadığı sonucuna ulaşılır. Belirtelim ki, bu ifadelerden Sartre’ın ateizmden inanmaya geçtiği anlaşılmasın, zira Sartre hep ateist idi. Burada anlatılmak istenen son dönem ateizminin ilk dönem kadar katı olmadığıdır. İşte bu katı olmayan ateizm için yazar, Jules Verne’in Esrarlı Adası’nda kumlar üzerindeki “Tanrı’nın ayak izleri” olabileceği ihtimaline ulaşmaya çalışıyor.
Şimdi Jules Verne’in romanına geçebiliriz… Daha önce gençler için kısaltılmış bir baskısını okuduğum romanın, bu defa 715 sayfalık tam metnini okudum.[3] Konusu kısaca şöyle: Amerika İç Savaşı sırasında esir düşen beş kuzeyli, bir balona binerek kaçma fırsatını bulurlar. Fırtınaya maruz kalan balon Okyanusta arızalanır ve kahramanlarımız ıssız bir adanın kıyısında denize düşerler. İçlerinde en beceriklisi mühendis Cyrus Smith’tir. Köle iken azat edilmiş Nab ise bir zencidir ve Smith’e çok bağlıdır. Diğerleri gazete muhabiri Gedeon Spilett, denizci Pencroff ve genç Harbert. Mühendisin bir de Top isimli köpeği var ve bu köpek adadaki yaşamlarında hayli işe yarar. Kimsenin olmadığı adaya uyum sağlamak için ellerinden geleni yaparlar.
Dört yıl adada kalan beş kişi, kendi çaplarında bir uygarlık kurmayı başarırlar. Sebze, meyve bahçeleri oluşturup, evcilleştirdikleri hayvanlara barınaklar kurarlar. Ancak adadaki yaşamları her zaman rahat ve sorunsuz değildir. Aşılması gereken çok engel ve zorluklar vardır. Küçük çaplı gemi inşa edip balık avcılığı ve yakın bir adaya gitmek gibi hareketleri de olur.
Ancak ilginç olan adada kahramanlarımıza sıkıştıklarında yardımcı olan gizemli bir gücün varlığıdır. Ne zamana aşılmaz gibi görünen bir engelle karşılaşsalar bu gizemli gücün yardımı ile engelleri aşarlar. Ne zaman çaresiz gibi görünen bir dertle karşılaşsalar, gizemli güç sayesinde dertlerine çare bulunur. Çoğu zaman bunun Tanrısal bir güç olduğu ve kendilerine yardım ettiği zannına kapılırlar.
Esasen romanda baştan sona çokça kullanılan iki kavramla karşılaşıyoruz; “Tanrı” ve “koloni. Daha romanın ilk sayfasında balonla hareket etmeye başlarken, “Tanrı yardımcımız olsun” diyorlar ve kurguya göre Tanrı gerçekten her zaman yardımlarına koşuyor. Yazar da “Tanrı’nın yardımından başka bir şeye güvenemezlerdi” diyor. Ya gizemli güç vasıtasıyla ya da bir başka biçimde Tanrı’nın yardımını hep yanlarında buluyorlar. Dua okuyup şükrediyorlar. İncil okuyorlar, Yaratıcı’ya güveniyorlar. Dinsel bayram kutlaması yapmayı da ihmal etmiyorlar. Mühendis Smith, bilimle Tanrı’yı buluşturmayı başarıyor ve bazı durumlarda “Tanrı’nın sırrı” kavramına başvuruyor. Yazara göre, “Tanrı’nın onlar için çok şey yaptığında kuşku yoktu, fakat yüce öğretiye sadık müminler ilkin birbirlerine yardım ediyor, ardından Tanrı yardıma geliyordu.” “Hıristiyanlara yakışır mezar”dan dahi bahsediyorlar. “Medeni ve Hıristiyan olmak gerçekten görevleriydi” cümlesi de dinsel atmosferi anlatmaya yeterli.
Smith’in mühendislik bilgisi ile din bilgisini konuşturduğu çok sahne var. Örneğin insanların, ne kadar bilge olurlarsa olsunlar, bizzat Tanrı tarafından kurulmuş kozmografik düzeni asla değiştiremeyeceklerini söylüyor. Bu arada adadaki gizemli güçle Tanrı arasında da bağlantı kurmaya çalıştıkları görülüyor. Beşli’den birinin “adanın kim bilir hangi kısmında saklanan ve etkisi kolonimiz için bilhassa faydalı olan, neredeyse kadiri mutlak bir varlık mevcut” dediğini okuyoruz.[4] Bu cümlede geçen “koloni” sözcüğünü de romanda sıklıkla görüyoruz.
Göçmen bir topluluğun yerleştiği yer anlamına gelen “koloni”nin, aynı zamanda “sömürge” anlamına geldiğini de anımsatmakta yarar var. Uygarlıklarını inşa eden beşlinin ada için sürekli “koloni”, “kolonimiz” dediklerini görüyoruz. Bu sözcüğün çok sık kullanılmasının bir tesadüf mü bilinçli bir tercih mi olduğu sorusu akla geliyor tabi ki… Yazarın bilinçli bir tercihi olduğu aslında metnin tam okunmasından anlaşılıyor, çünkü kahramanlarımızda adayı sadece ekonomik olarak elde etmek değil, kültürel egemenlik ve hatta sömürge niyeti de açığa çıkıyor. Daha işin başında “burayı küçük bir Amerika yapmak”tan bahseden beşli, “Bundan böyle kendimizi kazazede değil, burayı kolonize etmeye gelen kolonizatörler olarak görmek” düşüncesinde olduklarını söylüyorlar.[5] Yazar, kahramanlarımızı “… adanın hayvan, bitki ve madenlerini, yani doğanın üç hükümranlığını kendi çıkarları doğrultusunda dönüştürmeyi bilen, silah ve alet edevatla donanmış, gerçek kolonizatörlerdi!” diye tavsif ediyor.[6]
Kendilerine yardım eden gizemli gücün, adada yaşayan bir başkası olma ihtimali onları rahatsız ediyor, çünkü adayı kendi mülkleri kabul ediyorlar. Kapitalist dünyanın odağındaki “mülkiyet” kavramı işte burada, “başkası” gündeme gelince karşımıza çıkıyor. “Başkası”nın olması “paylaşmayı” gerektirir, oysa kahramanlarımız paylaşmaktan yana değil. Roman kahramanı Pencroff’un mülkiyet ve paylaşım konusundaki düşüncesi şöyle anlatılıyor; “… tasalı göründü. Şahsi mülkü addettiği bu ada artık bütünüyle ona ait değilmiş, ister istemez kendini bağımlı hissettiği başka bir efendiyle paylaşıyormuş gibi geliyordu.”[7]
İçlerinde en beceriklisi olan mühendis Smith, adadan kurtulduktan sonra geri dönmekten bahsederken şöyle diyor;
“… bizi takip etmek isteyecek herkesle beraber geri gelerek orayı kati surette sömürgeleştirmek ve Amerikan Cumhuriyeti adına Pasifik Okyanusu’nun o kısmında faydalı bir istasyon kurmak.”
“Hurra!” diye haykırdı Pencroff. Ülkemize vereceğimiz hediye ufak olmayacak. Sömürgeleştirme neredeyse tamamlandı, adanın her bölümüne isim verildi. Doğal bir liman, su ikmal alanı, yollar, bir telgraf hattı, bir şantiye, bir de fabrika mevcuttu ve geriye Lincoln Adası’nı haritalara kaydetmekten başka bir şey kalmayacaktı!”[8]
Adaya Amerika’nın o dönemdeki Başkanının ismini vermeyi de ihmal etmiyorlar. Issız adanın adı artık Lincoln Adası”dır. Tepe, düzlük, dere gibi yerleri de kültürel/dini sözcüklerle isimlendiriyorlar.
Amerikan iç savaşında kuzeylilerin kölelik karşıtı olduğu malûm. Beşliden biri olan Nab, azat edilmiş bir zenci köle olmasına karşın, Smith’e bağlılığı gönüllü olarak devam ediyor. Ve Nab, Simth’ten “efendim” diye bahsediyor. Nab’ın “vatanı efendisinin bulunduğu yer”miş![9] Ortada bir “efendi” olduğuna göre Nab’a da “hizmet etmek” düşüyor. Aslında Nab, hizmette yalnız değil, evcilleştirdiği bir maymun da ona yardım ediyor. Adı Jüp olan maymun aldığı eğitim sonucunda nerdeyse tüm mutfak ve taşıma işlerini becerebiliyor. Zenci genç Nab ile de çok iyi anlaşıyor. Yazara göre, “Zenci ve maymun kendi aralarında sohbet ettiklerinde birbirlerini anlıyor gibiydiler.”[10] Nab, maymun için “benim talebem” diyor ve “pek yakında eşitim olacak” demeyi de ihmal etmiyor.[11] Eğittiği maymunun kendisiyle eşit olacağını söyleyen Nab, Smith’e “efendi” demekten vazgeçmiyor ve koloni literatüründe “efendi” varsa, “köle”nin de olması gerektiğini, bu kölenin de kendisi olduğunu pek fark etmiyor. Ve maymunla kendisi arasındaki eşitsizliğin, efendisi ile kendisi arasında da mevcut olduğunun farkında değil.
Sonuçta kahramanlarımız adada kendilerine sürekli yardım eden gizemli gücün Kaptan Nemo olduğunu anlarlar. Kaptan Nemo, esasen Jules Verne’in Denizler Altında Yirmibin Fersah isimli başka bir romanının kahramanıdır. Öteki romanın kahramanı yıllardır denizler altında ve adadaki bir deniz mağarasında yaşamaktadır. Bizim beşliye sürekli ve gizlice yardım etmiştir. Kahramanlarımız bunu fark ettiklerinde deniz mağarasında onu bulurlar, ancak Kaptan son saatlerini yaşamaktadır. O anda adada ise Franklin Dağı ismini verdikleri volkan patlamış ve ada yok olmak üzeredir. Kaptan da zaten hastalığından dolayı son nefesini verir ve kahramanlarımıza öldükten sonra da bir iyilik yaparak, kurtulmalarını sağlar. Kaptan’dan miras kalan hazine ile döndükten sonra Esrarlı Ada’nın bir benzerini yerleştikleri yerde kurarak mutluluk içinde yaşamlarına devam ederler.
Çocukluğumuzda severek okuduğumuz Jules Verne’in macera romanlarının Tanrı’yı dillerinden düşürmeyen kahramanlarının kolonizatörler olduğunu önceleri çok da fark etmemiştik. Bu üretken yazarın çok sevilen ve halen de çok okunan macera romanlarında böyle çok masum olmayan bir yön olduğunu görüyoruz. Sevimli ve çekici maceraların içine monte edilen “sömürgeci zihniyet”, başka romanlarında da kendini göstermektedir. Örneğin Seksen Günde Devrialem isimli roman da hayli ilgi çekicidir, ancak Doğu insanının Batı karşısında küçümsendiği çok açık biçimde görünür. Yine ünlü yazarın İnatçı Kareban isimli romanının konusu İstanbul başta olmak üzere Osmanlı topraklarında geçiyor ve burada da Türklere bakış açısı tam bir oryantalist bakış açısıdır. Elbette her toplumun eleştirilecek yönleri vardır ve Türkler de eleştirilebilir. Ancak burada vurgulamak istediğimiz husus oryantalist (şarkiyatçı) bakıştır.
Batı’nın Doğu’ya olan ilgisinin masum bir ilgi olmaktan çok uzak olduğunu en iyi anlatan Edward Said’tir. Filistinli Hıristiyan bir Arap olan Edward Said ABD üniversitelerinde eğitim görmüş ve yine orada akademisyen olarak adını duyurmuştur. Oryantalizm isimli eseri bir çok Batılıyı, özellikle de oryantalisti rahatsız etmiştir. Batının Doğuya olan ilgisinin gerçek nedenlerini irdeleyen bu eserde oryantalizmin röntgeni çekilmiştir diyebiliriz. Bu röntgende Batının masum olmayan niyeti dünya kamuoyuna gösterilmiştir.
Jules Verne’in romanlarında da oryantalist ruhu görmek mümkün. Zaten Jules Verne bunu kamufle ederek yapmış görünmüyor. Sayfalar dolusu kolonileştirmeden bahsederek, gören gözlere sokarak yapıyor yapacağını.
Charles Moeller, her ne kadar Jules Verne’in romanındaki “sahildeki ayak izleri”nde, Sartre’nin kalbinde olması muhtemel Tanrı’nın ayak izlerini görüyor ise de, bu ayak izlerinin Tanrı’nın adıyla birlikte sömürgeciliğin keşif kolu işlevini gördüğünü söylememiz abartılı olmasa gerek.
FACEBOOK YORUMLAR