Av. Abbas BİLGİLİ

Av. Abbas BİLGİLİ

[email protected]

DUT

03 Haziran 2022 - 09:22 - Güncelleme: 03 Haziran 2022 - 11:44

DUT                     


Birkaç gün önce Adana’dan Mersin’e doğru giderken, aracın radyosunda devamlı dinlediğim türkü kanalında hayli oynak bir türkü dikkatimi çekti. Sanatçı “Dut yedim duttu beni” diyordu hoş sesiyle.

Dut yedim duttu beni
Sevdan guruttu beni
Ne hayırsız yâr imiş
Ne tez unuttu beni?

“Dut yedim” diyen ses beni yıllar öncesine, Kaf Dağı’nın ardına, masal diyarına, köyümüze ve çocukluğumuza götürdü.

Çocukluğumuzun unutulmazlarından biri de dut ağacıdır. Yaz başında olgunlaşan meyvesine doyum olmazdı. Beyazı, moru ve karası ile hem renkli hem de lezzetliydi. Biz çocuklar pek severdik sincap gibi tırmanıp dut ağacının üzerinde daldan dala atlamayı. 

Bedri Rahmi, oğlu Mehmet’e bakın ne diyor;

Oğlum Mehmede meyvelerimizi takdim ederim
Dilerim Allahtan
Meyve ağaçları sıralansın ömrün boyunca
Hazzın biri tükenmeden
Öteki yansın dallarda alev alev
Ve rüyalarına salkımların buğusu dolsun
Cürmün çağla taşlamaktan
Yaran böğürtlen dikeninden
Ölümün ağulu dutlardan olsun.[1]

Üzerinde sabahın buğusu olan dutlardan ölümüne yerdik.  Dedemin bahçesinde en çok incir ağacı vardı. Ancak, birkaç tane armut, erik, nar, defne ve dut her bahçede mutlaka bulunurdu. Çok iyi hatırlıyorum, yolun altında bahçedeki duta tırmanmaya gerek yoktu, çünkü yol seviyesinden aşağıda olduğu için, doğrudan yoldan ağacın üstüne atlardık. Beyaz dutun en iyilerindendi. Her çocuk bir dalda gezinir, uçlardaki olgunlaşmış dutları mideye indirirdik.

Mor dut denilince Hacı Hasan ve Hacı Haşim amcaların bahçesinin sonundaki ağacı hatırlıyorum. Dallarını Hacı Arif Amca’nın bahçesine doğru uzatsa da kökü bu taraftaydı. İlginçtir, bu ağaca çıkmak için de kökünü kullanmaktansa, kuzey tarafında yere doğru yatay uzanmış dallarını kullanır, oradan tırmanırdık. Bu dev dut ağacı çok çocuğun karnını doyurmuştur. Daldan dala atlar, kuşlar gibi cıvıldaşır, aç kurt gibi dalardık.

Kara dutu unuttuğumu sanmayın! Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Karadutum, çatal karam, çingenem” diyerek[2] esmer sevgiliyi benzettiği karadut nasıl unutulur? Bugün marketlerde, pazarlarda satılan karadutlar bütün gösterişine rağmen, lezzet bakımından çocukluğumuzdakinin yerini tutmaz.  Çocukluğumuzun karadutu Hacı Arif Amca’nın evinin önündeki ya da Kelahemtli’deki ağaçtı. Grup halinde tırmanır, höpür höpür götürürdük.  Karnımız doyduğunda, halimizi gören savaştan çıktığımızı sanırdı. Ellerimiz, yüzümüz, gözümüz “kan” içinde olurdu. Zaten biz karaduta “kan dut” derdik.

Efsaneye göre bir zamanlar Babylonya’da birbirini çok seven Thisbe ve Pyramos isimli iki aşık vardı. Ailelerinin olumsuz bakışı nedeniyle gizli buluşurlardı. Kent dışındaki bir su başında buluşmak üzere anlaşırlar. Önce Thisbe gelir ve su başındaki dut ağacının gölgesinde beklemeye başlar. O anda ağzı kanlar içindeki bir aslan su içmek için yaklaşır. Aslanı gören Thisbe hemen kaçıp uzaklaşır, ancak eşarbını orada düşürür. Pyramos, gelip de aslanın ağzında sevgilisinin eşarbını görünce aslanın onu yediğini düşünür ve bıçağını çekerek kendini öldürür. Saklandığı yerden oraya gelen Thisbe, sevgilisinin bedenine saplanmış bıçağı görünce, çekip çıkardığı bıçağı kendi bedenine saplar ve iki sevgili su kenarında dut ağacının altına cansız serilirler. O anda bembeyaz olan dut meyveleri iki aşıktan süzülen kan nedeniyle kırmızıya dönüşür. Karadut böyle meydana gelir.[3] Bizim köyde karaduta “kan dut” dememizin gayet isabetli olduğu bu mitolojik öyküden de anlaşılıyor.

Biz çocuklar kan duttan tıka basa yedikten sonra savaştan çıkmış halimize bakıp gülerdik. Kan dut savaşından çıkınca kastala gitmek şarttı. Köyün çeşmesine “kastal” diyorduk. Kastala gidip serin suda yüzümüzü gözümüzü güzelce yıkamadan eve gitmezdik.

Şimdi hatırlıyorum da, bu ağaçlar farklı bahçelerde olmasına karşın, biz çocuklar için hiç yasaklama yoktu. Sahiplerinin “bizim duttan yemeyin” dediğini görmedim, duymadım. Sanki köyün ortak malı gibi rahattık.

Bizim yörede dutun kış için kurutulup kışlık yiyecek yapılması şeklinde bir alışkanlık yoktu. Kısa sürede yenmez ise bütün meyveler ağaç diplerine dökülür, sinekler üşüşür ve çürüyüp giderdi. Bu nedenle kısa sürede yenmesi gerekir. Başka bölgelerde kış için kurutulduğunu biliyoruz. Dut pekmezi yapanlar var ama bizde yoktu. Karaduttan muhteşem reçel yapıldığını ise çok sonraları başka yörelerde gördük.

Bahar gelip de doğa canlandığında, dallara su yürüdüğünde, tomurcuklar kabarmaya başladığında dut dalından düdük yapardık. O yıllardaki köy yaşantısında çocuklar için bugünkü anlamda oyuncaklar yoktu. Bizler de kendi oyuncağımızı kendimiz yapardık. Lunapark yerine kayaların üzerinden kayar, derelerde çimer, telden arabalar yapar, dut dalından yaptığımız düdüğü öttürürdük. Bizim dut dalından yaptığımız düdüğün başka yörelerde söğütten yapıldığını da sonradan öğrendim. Parmak kalınlığındaki taze dut  dalının budaksız kısmından yaklaşık 10 cm kadarlık bölüm alınır ve bir ucu flütün ucu gibi kesilir. Bıçağın sapı ile çok sert olmayacak şekilde üzerine biraz vurulup yumuşatıldıktan sonra kabuk kısmı silindir gibi ağaçsı kısmımdan zedelenmeden çıkartılır. Ağaçsı uçta flütte olduğu gibi bir çentik açılır ve kabukta da üstten bir delik açılır. Daha sonra ağaçsı kısım kabuk silindirin içine yeniden yerleştirilir. Bu basit düdük her baharda dut dalından yapma oyuncağımızdı.
 
Şimdi sizlerle içinde dut geçen bir şiiri paylaşmak istiyorum;  Şairimiz İlhan Geçer’e kulak verelim;

Öptü mavi dudaklarıyla
Serin yanaklarımızı bulut
Cümbüşlü bir gecede
Giyindi ipek mintanını dut.[4]

Bu şiirde “ipek mintan”a vurgu yapılması bir tesadüf değildir. Çünkü ipekle dut arasında çok yakın münasebet var. İpeğin ham maddesi ipek böceğinin salgılayarak ördüğü kozadaki liflerdir, ancak ipek böceğinin yegane yiyeceği de taze dut yaprağıdır. İpek böceği yetiştirenler dut ağacı da yetiştirmek zorundadır. Bizim Tarım Meslek Lisesinde İpekböcekçiliği isimli dersimiz vardı ve bu dersin kapsamında dut ağacı yetiştiriciliği de öğretilirdi. Toplu iğne başı büyüklüğündeki tohumlardan (yumurta) çıkan minnacık larvalar 26-27 günde yaklaşık 7 cm kadar büyürler. Bunlara önceleri kıyılmış sonra kıyılmamış dut yaprağı verilir. 27 günlük ömründen sonra dut yemeyi bırakan kurtçuklar kendi kozasını ve talihsiz kaderini örmeye başlar. Salgıladığı madde ile 8 -9 gün içinde kozayı örer ve kendisi kozanın içinde tutsak kalır. İpek üreticileri kozaları bir an önce kaynar suya batırıp çıkararak içindeki böceği öldürmek zorunadır. İpek böceği kozanın içindeyken öldürülmezse 15’inci günden itibaren böcekler kelebek olup, kozayı delerek çıkarlar. Bu şekilde zarar gören kozların ticari değeri düşer. İşte bu hayvanlar insanların üzerindeki ipek kumaşları üretirler ve ödül olarak da paylarına kızgın suda öldürülmek düşer. Ne kadar  tuhaf ve acımasız bir dünya değil mi? Boynuma taktığım ipek kravat bana dut yaprağını ve ipek böceğinin kaderini anımsatır. Kelebek olup özgürce uçmak yerine karanlık bir koza içinde kaynar suda boğulmak! Bu kötü kaderde dutun suçu olmadığını söyleyerek teselli olabiliriz, çünkü kötülükler bitkilerden değil, insandan gelir. Biz insanlar ipek üzerine türküler söylerken, ipek böceğinin kaderini hiç düşünmeyiz;

Yeşil ipek bükeyim
Derdim kimlere dökeyim
Sen salın gez nazlı yar
Ben kahrını çekeyim

Yeşil ipek sırmadan
Aç kapıyı kırmadan
Usul usul bas da gel
Cümle alem duymadan



Yeşil ipek filizi
Kim bilir kalbimizi
Esti bir hafif rüzgar
Ayırdı ikimizi


Biz insanlar bu türküdeki gibi “ayırdı ikimizi” diyerek yakınırken, o ipeği üreten canlıyı nasıl öldürdüğümüzü unutuyoruz!

Çin ve Japon mitolojisinde de rastladığımız dut ağacının Türk kültüründe evin mutluluğu ve bereketinin sembolü olduğu kabul edilir.

Söylenecek çok şey var, ama burada susmayı tercih ediyoruz. Zaten çok konuşan biri değilim. Herkes konuşurken ben “dut yemiş bülbül gibi”yimdir. Konuşmam, dinlerim. Acaba az konuşmak şeklindeki zaafımı okuyup yazmakla mı telafi ediyorum diye de düşünmeden edemiyorum. İşte dutun bendeki öyküsü de böyle…

 


[1]Bedri Rahmi Eyüboğlu, Dol Karabakır Dol, Bilgi Yayınevi, 1. Basım, 1974, s. 39

[2]Bedri Rahmi Eyüboğlu, age, s. 102

[3] Deniz Gezgin, Bitki Mitosları, Sel Yayıncılık, 5. Baskı, 2018, s.63

[4] İlhan Geçer, Yeşil Çağ, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 1976, s. 8
 

Reklam

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 1 Yorum
  • Ekrem Alparslan Uysal
    1 yıl önce
    Kaleminize yüreğinize sağlık sayın meslektaşım. Tebrik eder başarılarının devamını dilerim. Av. Ekrem Alparslan Uysal.