ÇALIŞMANIN FELSEFESİ ÜZERİNE BİR DENEME
Eski Ahit’te “Tanrı’nın evreni altı günde yarattığı ve yedinci gün dinlendiği”nin (Tekvin, 1-2) yazıldığını görüyoruz. İslâm dininde de evrenin altı günde yaratıldığı kabul edilir ama “Tanrı’nın dinlendiği” kabul edilmez. Kur’an’da “Gökleri ve yeri altı günde yarattık da en küçük bir yorgunluk çekmedik” diyor Tanrı (Kaf, 38). Her şeye kadir olan Tanrı’nın dinlenmeye ihtiyaç duymayacağında kuşku yok. Eski Ahit’teki “dinlenme”, muhtemelen insanlara bir öneridir. Ancak çalışmanın ya da dinlenmenin felsefesini Tanrı üzerinden değil, insan üzerinden yapmamız gerekiyor.
Kutsal kitaplar insanlara mesaj olduğuna göre, “dinlenmek” ile “yorgunluk çekmemek” kavramlarını Tanrı boyutuyla değil de insan boyutuyla irdelemekte yarar var. Zira bu kavramlar tam da insana göre. Belki bu irdelemede çalışmanın yoğunluğu ya da aşırılığı ile ölçülülüğü ve hatta gerekliliği, gereksizliği üzerine de kafa yorulabilir.
Çalışma ile ilgili değerlendirmelerin, genellikle ve ağırlıklı olarak “çalışmaya övgü” şeklinde olduğunu görüyoruz. Çalışma sürekli olarak teşvik edilmiştir ve bir erdem olarak kabul edilir. Başarılı olmanın yolunun çalışmaktan ve hatta çok çalışmaktan geçtiği söylenir. Bu nedenle de özellikle gençlere yönelik eğitimlerde çalışmanın önemi hep ön plânda tutulur, tavsiyeler çalışma üzerine yoğunlaşır. Atasözleri ve özdeyişlerde de çalışmaya hayli önem verildiği gözlerden kaçmaz. “Çalışan demir pas tutmaz” şeklindeki atasözümüz ve Atatürk’ün “Türk, öğün, çalış, güven” şeklindeki sözü aynı ortak noktada, yani çalışmaya övgü noktasında buluşur. La Fontaine bizlere hayvanlar üzerinden öğüt verirken, ağustos böceğinin yaz boyunca tembellik edip saz çalıp şarkı söylediğini, karıncanın ise yoğun bir çalışma temposuyla çalışıp mutfağını erzakla doldurduğunu, kış geldiğinde ise ağustos böceğinin karıncaya muhtaç olduğunu anlatır. Ağustos böceğinin durumu, bize ünlü Rus yazar İvan Gonçarov’un roman kahramanı Oblomov’u hatırlatır. Oblomov, çalışmayı sevmeyen tembel bir adamdır, çoraplarını dahi giymeye üşenir de hizmetçinin yardımıyla giyer. Gerçi Oblomov’un temebelliği bilinçli bir tembelliktir, yani hem gören, farkında olan ama buna rağmen kıpırdamayanın tembelliğidir. Sonuç olarak diyeceğim o ki, çalışma övülmüş, tembellik kınanmıştır.
Türkiye’nin ünlü hukukçularından Baki Kuru, anılarında yokluk ve yoksulluk içinde geçen eğitim hayatını anlatırken, hem bir işyerinde çalışıp hem de Ankara Hukuk Fakültesi’ni birincilikle bitirişini belirttikten sonra, bu başarının çok zeki oluşundan değil, çok çalışmasından kaynaklandığını ifade eder. Hoca, olağanüstü bir çalışma temposu ile Almanya’da üç yıl içinde hem Almancayı öğreniyor hem de tez eğitimini tamamlayıp tezini yazıyor ve savunuyor. Çalışkanlıkları ve disiplinleri ile ünlü Alman öğrencileri dahi geride bırakarak derece ile hukuk doktoru ünvanını kazanıyor. Bu çalışma azmi ister istemez bir başka hukuk profesörünün gençlere öğütlerden ibaret bir kitabını hatırlatıyor bize. Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in Gençlerle Başbaşa isimli defalarca baskı yapmış küçük hacimli kitabı tam bir çalışmaya övgü risalesidir.
Çalışma bu kadar övülürken, aylaklığın haksızlığa uğradığını hiç düşündünüz mü? İnsanın tembellik etme hakkı yok mu? Varsa, bunun sınırları ne olmalı? İşinizden evinize gittiğinizde şöyle biraz uzanarak, hem kahvenizi yudumlama hem de gazetenize, kitabınıza göz atmak keyifli gelmez mi?
Burada şu sorunun da sorulmasının sırasıdır; çalışmak bu kadar övgüye değer mi? Ya da çalışmanın eleştirisi üzerinde de durmak gerekmez mi?
Bir erdem olarak kabul edilen çalışma olgusunun bazı zamanlarda karşımıza bambaşka kılıkta çıktığı da yadsınamaz. Nazilerin Yahudiler için oluşturduğu toplama kamplarından en meşhur olanı Auschwitz’in kapısında “çalışmak özgürleştirir” yazıyordu. Çalışmak bir erdemse, Nazilerin toplama kampında topladıkları kişilere yaptırdıkları çalışmaları da bir erdem olarak kabul edecek miyiz? Bu soruya “evet” diye cevap verilmeyeceği gibi, çalışmanın bir işkence ve insan onuruna bir saldırı olduğu çok açık. O halde, çalışma olgusunu zaman ve mekana göre değerlendirmek gerekecek. Bu değerlendirme sonucunda çalışma olgusunun görecelilik özelliğine ulaşırız. Çalışmayı bir erdem olarak kabul edersek, çalışmanın insanı kuşatan, esir alan özelliğini nereye koyacağız?
George Orwel’in Hayvan Çiftliği’nde çalışma üzerine dikkat çeken satırlar var. İnsanların baskı ve sömürüsünden bıkan hayvanlar devrim yaparak çiftlik yönetimini ele geçirdiklerinde, karar alırlar; haftanın sadece üç günü çalışacaklar, diğer günlerde çayırlarda otlayıp zıplayıp keyif yapacaklar! Ama olaylar öyle gelişir ki, devrimi yaptıklarına yapacaklarına pişman olurlar! Domuzlar, köpekleri militer güç haline getirerek zavallı diğer hayvanlar üzerinde yepyeni bir sömürü düzeni kurarlar. Bu romanın Stalin dönemini anlattığı söylenir. Belki bugün Kuzey Kore için de aynı şeyler söylenebilir. Esasen diktanın sonucunun böyle olduğunu hatırlatmamız lâzım.
Çalışmak deyince kapitalist dünyanın üzerinde uzun uzun durmak gerek. Köleci toplumdan kapitalist toluma kadar ve kapitalist toplum da dahil olmak üzere, emeğin üzerinde baskı ve sömürünün olmadığını kim söyleyebilir? Marksizme dair ideolojik tartışmalardan bağımsız olarak söylemek gerekirse, emek üzerindeki yoğun sömürü konusunda Marks haklıydı ve bu sömürüyü insanlığın gözünün içine sokma becerisini gösterebilmiştir. Köleliğin aşağılık bir sömürü düzeni olduğunu söylememize bile gerek yok. Köleler her türlü sömürüye maruz kaldı ve bu insanlığın utancıdır. Vahşi kapitalizm denilen insanlık dışı uygulamalar için dönemi anlatan iktisat tarihlerine bakmanızı öneririm ama bence daha iyi anlamak için Emile Zola, Charles Dickens romanlarına bir bakın! Maden ocaklarında, tekstil atölyelerinde kararan hayatlar. Acımasız çalışma koşullarına mahkum kadın ve çocuklar… Dönemin çalışma ilişkilerini gören Paul Lafargue, çalışmayı bir çılgınlık olarak görür ve eleştirilerini Tembellik Hakkı isimli kitapçığında toplar. Ona göre insan günde üç saat çalışmalı, diğer zamanlarında tembellik yapmalı, eğlenmeli. Ücretli işçiliğin modern kölelik olduğunu da söylemeyi ihmal etmiyordu.
İngiliz filozof Bertrand Russell Aylaklığa Övgü isimli eserinde kapitalist toplumlardaki çalışmanın erdem olduğu düşüncesine ciddi eleştiriler getirir ve çalışmanın örgütlü bir biçimde azaltılmasını önerir. Filozofa göre çalışma ahlâkı köle ahlâkıdır ve modern dünyada köleye ihtiyaç yoktur. Ve yine uygarlık için boş zamana ihtiyaç vardır. Çalışma saatinin dört saate indirilmesi halinde hem ihtiyaçlar için üretilenler yeterli olurdu ve hem de işsizlik önlenirdi.
Belirtelim ki, çalışmayı eleştirirken işsizliğin insan psikolojisi üzerindeki etkileri üzerinde de durmak zorunlu hale geliyor. Kıymetli şairimiz Orhan Veli “İçinde bir iş görmenin saadeti” derken, işsizliğin psikolojisine vurgu yapmak istiyor. İşsizliğin insanı yıkıma ve hatta intihara kadar sürüklediğini biliyoruz. Yaşar Kemal Orta Direk’te Toroslardaki köylülerin Çukurova’daki pamuk tarlalarında çalışmak için çıktığı yolculuğu bütün dramıyla anlatır. O kadar meşakkatli yolculuktan sonra iş bulamayıp eli boş dönme ihtimali de var. Bizimkilerin Toroslardan Çukurova’ya olan bu ölümcül yolculuğunun benzerini Amerika’da John Steinbeck’in Gazap Üzümleri’nde görüyoruz. Ekonomik bunalım döneminde iş için ailecek yollara düşen tarım işçilerinin dramı öz olarak Yaşar Kemal’in anlattığından çok da farklı değil. Bağlarda, bahçelerde iş bulabilmek için çoluk çocuk aç, susuz yollara düşen tarım işçilerine, tembellik hakkından bahsetmek lüks gelebilir.
Değişik yönleriyle sadece değindiğimiz çalıştığımız çalışma olgusu, üzerinde durmayı hak ediyor. Bazen erdem, bazen kölelik gibi görülen bu olgu konusunda Tanpınar’ın satırları bir ip ucu verir gibi. Müthiş bir bürokrasi hicvi olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Tanpınar şu cümleler ile soruna odaklanıyor:
“İş insanı temizliyor, güzelleştiriyor, kendisi yapıyor, etrafıyla arasında bir yığın münasebet kuruyordu. Fakat iş aynı zamanda insanı zaptediyordu. Ne kadar abes ve mânasız olursa olsun bir işin mesuliyetini alan ve benimseyen adam, ister istemez onun dairesinden çıkmıyor, onun mahpusu oluyordu. İnsan kaderinin ve tarihin büyük sırrı burada idi.”
Bu konuda daha çok şey söylenebilir. Bu yazımızda dikkat edilirse, çalışma ve tembellik üzerine sorular sormaya çalıştık. Esasen konu bir köşe yazısı ile anlatılacak gibi değil, K. Marks, A. Smith, B. Russell, P. Lafargue, Oğuz Atay, Tanpınar ve daha başkaları üzerinden yeni sorular sorup, cevaplar bulmaya çalışacağız. Tanpınar’ın “insan kaderinin ve tarihin sırrı” dediği olgu üzerinde duracağız.
Abbas Bilgili
FACEBOOK YORUMLAR