ALIÇ
Doğa üzerine yazdıklarıyla bilinen bilim adamı ve yazar Hikmet Birand’ın ünlü kitabı Alıç Ağacı ile Sohbetler, erken tanıştığım dostlardan biri. 1960’lı yıllarda yayınlanan bu eseri, 70’li yılların ilk yarısında bulunduğum Ziraat Lisesinin kitaplığında tanımış olmalıyım. Sıradan bir doğa bilimi kitabı değildir. Felsefi içeriğiyle sadece doğayı sevdirmekle kalmayıp, düşündüren bir özelliği de var.
Köy çocuğu olmam ve alıç ağacını da yakından tanımam, sanırım kitabı sevmemde önemli bir etken oldu. Daha ilk cümlesinde tanıdık bir dostla karşılaştığımı fark etmiştim; çünkü o cümle “Dikmen’in ardındaki Çal Dağı’nın doruğunda yaşlı bir alıç ağacı vardır” diyordu.[1] Bu cümledeki Çal Dağı bana hiç de yabancı gelmedi. Evet, Ankara’nın Dikmen’indeki Çal Dağı’ndan bahsediyordu ama, Hatay’ın Yayladağı ilçesinde Dusturu (Gözlekçiler) isimli bizim köyde de Çal Dağ diye bir mevki vardı. Ve o mevkide de alıç ağaçları doğayı süslüyordu.
Sadece Çal Dağı mı? Ağdaş, Gürlek, Yazı, Ericek, Gebecik, Yakadibi, Kızılgedik, Mişmişli Pınar şu anda hatırlayabildiğim yerler. Köyden çıkıp hayvan otlattığımız bu yerlerde Akdeniz Bölgesinin tipik bitki örtüsü olan makiliklerde alıç, yemişen, karamuk, menengiç, tespi(h) ağacı, “zindeğen” dediğimiz pırnal meşesi, “taş armudu” dediğimiz yabani armut, “mazı” dediğimiz meşe, “diken üzümü” dediğimiz böğürtlen ve “domuz eriği” dediğimiz yabani erik bol miktarda bulunurdu. Ama özellikle de alıç ağacını unutmam mümkün değil.
Alıç, Anadolu’nun her tarafında görebileceğiniz bir dosttur. Genellikle yabani olarak yetişir. Yaprakları griye yakın yeşillikte ve dalları dikenlidir. Yabani alıç meyvesi ekşi ile tatlı arasında hoş bir lezzete sahiptir. Sinirleri yatıştırdığı ve kâlp atışını yavaşlatıp, sakinleştirici etkisi olduğu söylenir. Bir İtalyan yazar bakın alıç hakkında ne yazıyor; “Alıç ağacı çiçeği kâlp çakrası için mükemmeldir. Akdiken diye de bilinen bitkinin yemişleri kaynar suda bekletilebilir ya da suda eritilen birkaç damla tentürü dürtüleri izlemeye yardım eder.”[2]
Sonbaharda kent merkezlerinde özellikle seyyar satıcı tezgâhlarında görülen alıçlar yabani alıca göre daha iri ve daha tatsızdır.
Alıç ağacını görünce hüzünlenir, çocukluğumu hatırlarım. Hikmet Birand da, kitabının son sayfalarında yaşlı alıç ağacından hüzünle bahseder. Çünkü son gittiğinde, Dikmen sırtlarını gecekondular işgal etmeye başlamıştır ve sohbet ettiği yaşlı alıcın yerinde yeller esmektedir. Yaşlı ağacın kendisine “bir gün gelmişsin bakmışsın ki ben yoğum, beni senden başka kim hatırlar!” dediğini yazıyor.[3]
Alıç Ağacı ile Sohbetler’i okuyan ben, köyümdeki alıç ağaçlarını nasıl olur da hatırlamam! Doğrusu, hatırlamamak nankörlük olur.
Gölgesinde oturup dinlendiğimiz, dallarında gezinen kuşların şarkılarını dinlediğimiz, tadına doyum olmayan küçük sarı meyvelerinden yediğimiz alıcı unutmak ne mümkün!
Unutamam, çünkü belleğimde derin izleri var. Topladığımız sararmış olgun ve küçük meyvelerini doyasıya yerdik. Hatta evimize de götürürdük. Sevimsiz naylon poşetler henüz icat edilmemişti, kamıştan ya da murt çubuğundan örülmüş sepetlerde veya “çıkın” dediğimiz sofra bezine sarıp sarmalayarak eve götürür, “cimem” dediğimiz buğday sapından işlenerek yapılmış tabaklardan avuç avuç alırdık.
Yayladağı’lı şair Ali Yüce’nin dizelerinde de alıç ağacını görüyoruz;
Benim köyümde analar
Alıç ağacına salıncak kurar
Nenni söyler çocuklarına
Alıç ağaçları uyur da
Çocuklar uyumaz.
Alıcın bulunduğu makiliklerde veya düzlüklerde sadece ağaçsı bitkiler değil, otsu bitkiler de yakın dostumuzdu. Örneğin kenger büyüyünce sevimsiz kuru bir diken olsa da, taze iken yenen oldukça lezzetli bir bitkidir. Ağaçların boşluk bıraktığı yeşil alanlarda salep çiçeği bir başka güzeldir ve kökündeki küçük patatesler toplanıp satılırdı. Köydeki mahalli ismi “haylün” olan yabani kuşkonmazlar gölgeliklerde çalılar arasından fışkırıp boy atarlardı. Haylün, bazen sade bazen yumurta ile birlikte yağda pişirilir ki, hem lezzetli hem de doğal olması nedeniyle sağlıklıdır.
Çevresindeki bütün bu bitkilere rağmen ben alıcı görünce hep yalnızlığı hatırlarım. Çünkü alıç Anadolu bozkırında genellikle yalnız yaşayan bir ağaçtır. Bazen yabani armutla yaptığı komşuluk da onu yalnızlıktan kurtarmaz. Araba yolculuklarında pencereden baktığınızda, uçsuz bucaksız düzlüklerde uzakta yalnız bir ağaç görürseniz, büyük ihtimalle alıçtır o. Hikmet Birand da onun yalnızlığına vurgu yapar; “Şu karşıki tümseğin üstünde yusyuvarlak bir ağaç var. Tek ağaç! Ovanın monoton düzlüğünden kâinatı seyreden bir ağaç. Bu, mutlak bir alıçtır.”[4]
Ceyhun Atuf Kansu, Balım Kız Dalım Oğul isimli Anadolu’dan bahsettiği denemelerinde “bozkırın ıssız kirecinin ortasından geçip bir bayırda bir alıç” dediğini görüyoruz.[5]. Aynı eserin bir başka yerinde de köy yolunun üç dostunun; durmaz akar ince çeşme, gelin böceği ve tepeden bakan yalnız çoban alıç ağacı olduğunu yazar.[6]
.
İklim konusunda seçici değildir. Asya ve Akdeniz bitkisi olarak bilinmesine karşın dünyaya yayılmıştır. Çinli yazar Ai Mi tarafından yazılmış Alıç Ağacının Altında isimli bir roman dahi var. Okuma imkânım olmadı ama filme alınmış ve dikkatle seyrettim. Mao’nun köylü devriminin hayli etkilediği dönemde, devrimin tortularının fon oluşturduğu ortamdaki hüzünlü bir aşk hikayesi. Çin’de bir aşk romanına isim olabilen alıç, Anadolu bozkırında Derviş Yunus’un Hacı Bektaş’a götürdüğü hediyedir.
Alıç, Anadolu’nun tadına doyum olmaz dostudur. Bu nedenle Hikmet Birand’ın alıç ağacı ile sohbetini yadırgamamak lâzım, zira Shakespeare, Macbeth’te “taşların hareket ettiği ve ağaçların konuştuğu vakidir” diyor. Çılgın filozof Nietzsche, “ormanlarda bolca yürüyorum ve muazzam sohbetler yapıyorum kendimle” derken muhtemelen ağaçlarla sohbet etmiştir. Bir doğa sevdalısı olan John Muir, “her ağaç kendi diliyle konuşur, kendi şarkısını söyler, kendi dansını yapardı” diyor.[7]
Ben de alıç ağacı ile sohbeti denedim. Hayli keyif aldım bu sohbetten. Cömert ve misafirperverdi. Gölgesi ile güneşten korudu beni. Lezzetli meyvelerinden cömertçe ikram etti. Yok demedim bu teklife. Üstelik dallarına konmuş kuşların ürettiği müzik ziyafeti eşliğinde… Ufukta dağların dorukları, bir başka tarafta Kayapınar’ın gölgesi belli belirsiz seçiliyordu.
Yalnızlıktan sıkılmıyor musun dedim. Hayır sıkılmıyorum dedi. Yalnız olmadığını, rüzgârın saçlarını okşadığını, yağmurda yıkandığını, güneşte kurulandığını, bulutların gölge olduğunu, kendisinin de insanlara ve hayvanlara gölgesini sunduğunu, kuşların onu hiç yalnız bırakmadığını özellikle vurguladı.
İnsanoğlundan yana biraz dertli olduğunu da söylemeyi ihmal etmedi. Meyvelerinin insanlar tarafından yenmesinden hiç şikayetçi olmadığını, tam aksine bundan memnuniyet duyduğunu, ancak uçlardaki meyveleri düşürebilmek için taş ve sopa ile kafa göz yardıklarını, bunun kendisini üzdüğünü söyledi. Açıkçası utandım, mahcup oldum. Burada hatırlatmam gereken bir husus var, bitkiler kendilerine yapılan kötü muamele, fizikî darbeler karşısında insanlar ve hayvanlar gibi acı duymazlar, ancak dokunmayı algıladıkları da bilimsel bir hakikattir.[8] Dokunmayı algılayan bu samimi dostlarımıza taş ve sopa ile saldırmak insana yakışmıyor. Üstelik ağaca fırlattığımız taşla arkadaşımızın kafasını kırdığımız da çok olmuştur.
Devam ettik sohbete. Yalnızlık bahsi henüz kapanmamıştı. Yalnız olan ben değilim, insanoğludur dedi. Neden ki diye sormama fırsat bırakmadan anlatmaya devam etti. Kentin ışıklı caddelerinde telaşla yürüyen insanoğlu yalnız değil mi diye sordu. Kalabalıklar içinde olunca yalnızlıktan kurtuldu mu zannediyor insan kendini? Bitmeyen telaş, bitmeyen koşturmaca, bitmeyen tedirgin ruh halinin anlamı nedir? Her türlü imkâna sahip olduğu halde karamsarlığa bürünen kent insanı yalnız değil mi? Dünyanın bütün zevklerini tadıp, bir de ölümü tadayım diyerek intihar eden insan yalnız değil mi?
Karşımdaki sanki ağaç değil de bir filozoftu… Ağaçtan filozof olur mu demeyin, bal gibi olur! Mesela Anooshirvan Mirandji isimli yazarın Filozof Meşe isimli bir çocuk kitabı var ki, çocuklar kadar büyüklere de sesleniyor. Filozof Meşe, “güzellik emek ister, güzelliğin devam etmesi ve yaşaması için çaba şart” diyor.[9] Hasan Ali Toptaş’ın Ben Bir Gürgen Dalıyım isimli anlamlı kitabında diğer ağaçlara öğütler veren “ak sakallı bir meşe”den bahsettiğini görüyoruz.[10] Anlayacağınız Filozof Alıç da Filozof Meşe kadar bilge idi ve düşündürücü konuşuyordu. Beni şaşırttı. Ne diyeceğimi bilemedim.
Son sözleri, ben kuşlarla, güneşle, rüzgârla, çiçekle, böcekle ve Tanrı ile başbaşa yaşıyorum. Yalnız değilim dedi. Vedalaştık.. Bir başka sohbette görüşmek üzere ayrıldık…
[1] Hikmet Birand, Alıç Ağacı ile Sohbet, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 2017, s. 3
[2] Donatella Rizzati, Yeniden Doğmak İçin Bir Bitki Çayı Alır mıydınız?, Hep Kitap, İstanbul 2018, sh. 166
[3] Hikmet Birand, Alıç Ağacı ile Sohbetler, 337
[4] Hikmet Birand, Anadolu Manzaraları, TÜBİTAK Yayını, 8. Baskı, Ankara, 2001, s. 12
[5] Ceyhun Atuf Kansu, Balım Kız Dalım Oğul, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1971, s. 35.
[6] Ceyhun Atıf Kansu, Dalım Kız Balım Oğul, 152
[7] William O. Dauglas, Ağaçlar Kaçamaz, Çeviren: Erol Erdoğmuş, Redhouse Yayınevi, İstanbul 1978, s. 68
[8] Daniel Chamovitz, Bitkilerin Bildikleri, Metis Yayınevi, İstanbul 2018, sh. 54 – 72
[9] Anooshirvan Mirandji, Filozof Meşe, Bilgi Yayınevi, 2018, s. 58
[10] Hasan Ali Toptaş, Ben Bir Gürgen Dalıyım,21. Baskı, Everest Yayınları, İstanbul 2018, s. 7
FACEBOOK YORUMLAR