YİNE SARI BİR GÜL
Emine Işınsu hakkında konuşurken, söz atını dizginleyecek maharette olmadığımı biliyorum. Onun için zamanı tasarruf etmek maksadıyla da, yazdığım notlara müracaat edeceğim. Bu notların bir kısmı, Nuri Ağabeyin bahsettiği, sağın, özellikle milliyetçi kesimin sanat ve edebiyat konularındaki lakaydiliğiyle ilgilidir. Bu kadar yâranı, anlayanı bir arada bulunca paylaşmak istedim. Kafamdaki temel problem şu: Manaya bu kadar önem veren kesimlerin, mananın özü demesek bile, maneviyat içinde değerlendirileceği kesin olan sanat-edebiyat konularına bakışı veya bakmayışı bana cidden büyük bir paradoks gibi geliyor. Size de öyle gelmiyor mu?
Muallim Naci'nin "Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir" beyti üstadın şöhretinden ileridedir. Bu beyti ilk okuduğumda, ikinci mısraından zevk almak bir yana, şiir ve hikmet adına çok değerli bulduğumu da söyleyemem. Ekseriyetle yalnız ikinci mısraının kullanılması, bu konuda yalnız olmadığımı gösterir. Hattatların çok yazdığı bu beytin gerçeğin keskin bir ifadesi olduğunu anlamak için, şiirin göklerinden yeryüzüne inmek gerekmiyor. Sadece biraz yaşamak kâfi geliyor. Her şeyin bir alıcı ile değer kazandığını, bir bakıma değerini alıcıda tecrübe ettiğini, basitten derine kadar hayat bize öğretiyor.
Peki, nedir bu marifet? Marifet, sadece bilgi ile karşılanacak bir kelime değil. Mesela, maharet manası var, hüner manası var. İrfanla aynı kökten geliyor. Üstelik tasavvufta ulu bir mertebeyi işaret eden terimlerden biri.
Evet, marifet iltifata tabidir Manasından anlaşılacağı üzere, marifete iltifat edilen yerde, topyekûn bir kalkınma yaşanacağını düşünmek mümkün. Marifete iltifat edilen yerde, mananın beslediği bir maddeden söz etmek mümkün. Marifete iltifat edilen yerde, dengede yürüyen bir hayattan bahsetmek mümkün. Bu durumda,marifete iltifat edilen yerde, toplum kesimleri arasında barışın temelleri herhalde sağlamdır,diye düşünebiliriz..O halde, marifetin beslediği toplumlar, varlık sebeplerini bilip bildirmekte yolu kolaylamışlardır. Birbirlerini ve hayatı sevmekte üstün bir güce erişirler. Ve nihayet, bu marifetin yüksek voltajını veren, kültür ve sanat adamlarını, bilim adamlarını, çok özel bir sevgi ve saygıyla, müstesnalar arasında sayarlar. Bu düşüncelerle, bu toplantıyı, bizi marifet denen bilgi, sevgi ve sezgi dünyasına taşıyan Emine Işınsu'nun müstesna yerinin anlaşılması için büyük bir adım olarak anlamak ve size bu düşüncenin insanları olarak şükranlarımı sunmak istiyorum. Aynı zamanda, marifete duyacağımız iltifatın yeni bir başlangıcı olmasını diliyorum.
Hanımefendiler, Beyefendiler,
Bu çerçevede, bugün burada bulunmamıza yakışan bir kelime arasak, herhalde "vefa"da karar kılmamız gerekecek. Vefa, unutmamayı söyleyen, hatta unutturmamayı çağrıştıran, hafıza gerektiren bir insanlık değeri.
Biz ki, hafızasız bir millet haline geldiğimizi söylemeyi mahut bir kader gibi yaşıyoruz. Unutuşun alacakaranlığında, el yordamıyla yürüyoruz. O halde daha açık sorular soralım: Bu toplantı neyi veya neleri ifade ediyor?
Gerçekten, vefa çağrışımlarıyla yeni bir oluşu tecrübeyle perçinlemek mi istiyoruz? Hatırlamak suretiyle, anılmayı ve hatırlanmayı bekleyen değerlere ve değerlilere sıcak bir mesaj mı vermek istiyoruz? Bununla beraber, hatırlanmaya ve anılmaya değer şeyler meydana getirilmesini teşvik edecek, dolayısıyla imrenilecek ve alkışlanacak bir iş mi yapıyoruz?
Temennim böyle olmasıdır. Çünkü eğer böyle olmazsa, bir Emine Işınsu'yu çıkarabilmek için, yetiştirebilmek için, bir nesil değil, belki -hak saklasın- nesiller boyu beklememiz gerekecek. Gerçi , bunu biz yapmazsak, adı başka olanlar bu milletin değerlerini hatırlamayı hatırlayacak ve arayıp bulacaklardı..Ancak, bu hatırlamayı ve bulmayı, kader bizim elimizle yaparsa, biz değerlenir, biz şereflenir, takdir ettiğimizce takdir edilir, sefil bir tüketici sınıf olmaktan çıkar, değer üreticiler arasında yerimizi alırız.Yani bizler , milliyetçiler, genel ifadesiyle bir kısım sağcılar. (Sağ içinde üreticilik İslamcı kesimlere kaymış durumda. Onların üreticilikleri de bu milleti muasır çizgiye taşıma vasfından şimdilik uzak görünüyor.)
Dolayısıyla, bu toplantıyla, hızla üreticilikten uzaklaşan düşüncedaşlarımız gerçekten uyanış sinyali vermiş olsunlar. Çağın adamları olarak, çağla gelişip güzelleşen eser ve hayat renkleri üretmeyi düşünüp düşündürsünler. Eminim, Emine Işınsu'nun da en büyük dileği budur.
Şimdi, bu zaruri girişten sonra, benden beklenen konuşmanın ana hatlarına geçebiliriz. Galiba, önümüzde şöyle sualler var: Işınsu kimdir? Ne yazar? Nasıl yazar? Ve nihayet, niçin böyle bir toplantıyla onun yazı hayatının 50. yılını kutluyoruz?
Bu çetin suallere elbette derinlikli çalışmalarla cevap verilmelidir. Biz burada, belki de bu gerekliliğe işaret eden sözler etmekle yetinmeliyiz. Bunun için de, ilim adamlığı soğukkanlılığı ile konuşmamız gerekmiyor. Biz marifetseverler olarak burada önce sevgi için toplandık. Unutmayalım ki evvela söz değil, sevgi vardı. Ve Işınsu, sevgisinden var ettiği eserlerle hepimize kendisini sevdirdi. O, sermayesini yağmaya verdi, sevdiği için verdi. Bildiğine, bilmediğine, meçhul alıcılara, ihtiyaçlılara bir hazine yağmalattı. Zenginler, biz de zekât veriyoruz, diye elbette ferahlanabilirler. Ama bütün varını, yağmaya vermek için, ya derviş, ya da sanatkâr olmak lazımdır. Biz bu sanatkâr yağmasından, Işınsu yağmasından nasiplenenler, zenginleşenler olarak buradayız. Ve emin olunuz, Işınsu'nun gönül yağmasının eşitlediği kimseleriz.
Bu noktada, duygu zemininden uzaklaşmadan, onun yazıcılığıyla ilgili daha açıklayıcı bazı notlar vermek isterim. Işınsu, bir yazardır. Şiirle başlayan, tiyatro eserleri ve romanla devam eden bir yazar. Ancak, onu roman yazmayı gaye edinmiş bir yazar olarak kabul etmeliyiz. Çünkü o, misyonunu böyle ifade ediyor. Peki, arada bir düşünüyor muyuz? bu romanlardaki cilt cilt hayatlar nasıl kurulur? Bu zengin yaşama rengini, kadrosunu, Işınsu nereden bulup çıkarır? Muhayyilesinden mi? Evet. Yaşanmış hayatlardan mı, tarihten mi? Yine evet. Şimdi, bu konuyla ilgili 28 yıl önce yazdığım bir yazıdan bazı satırlar aktarmak istiyorum:
“Yazmayı hayatlarının gayesi edinenler bileceklerdir ki, değil organik bir bünye demek olan eserin bütünü, sadece bir satırı, bir mısraı. Hatta düşüncesi bile insanı derinden sarsar. Sarsılmadan, içten-içe yanık yakılmadan, zorun eşiğinde terlemeden neticeye varamazsınız.
Bu kaidenin müşahhas bir numunesi olarak Emine Işınsu için, her yeni eser, uzun bir çile döneminin başlangıcıdır. Önce mevzu ve mevzu etrafında şahıs kadrosu –özellikle başkahraman- doğar. Bu şahısların hayatına girmek için günleri, ayları ruhi bir hazırlığa verirken, bir yandan da bilgi tarafının tamamlanması gerekecektir. Bunun için, en zor kaynaklara varıncaya kadar inilir, notlar tutulur, insanlarla görüşülür, konuşulur. Sancı için, Zile’den Dursun Önkuzu’nun ailesiyle; Azap Toprakları, Ak Topraklar ve Tutsak için, nerede Batı Trakyalı, Kerküklü bir Türk varsa onunla mutlaka görüşülür. Ve defterler, dosyalar dolusu alınır. Çiçekler Büyür için, resmi vesikalarla beraber, Bulgaristan göçmenleriyle uzun muhasebelerde bulunulur; fakat henüz bu faaliyetlerle romanın iskeleti bile kurulmuş sayılmaz.
Bütün dokümanlar toplandıktan sonra, eserin doğması, gecelerin sükûnuna kalmıştır.
Herkesin bilmem kaçıncı uykusunda bulunduğu saatlerde, eserin ilk müsveddeleri için çırpınan bir Işınsu vardır. Bu gecelerin ne kadar yaman olduğunu anlayabilmek için
Işınsu’nun alnındaki çizgilerin manasını bilebilmek lazımdır. O geceler ki, an-ı vahid kadar kısadır; o geceler ki “Şeb-i Yelda”dan da uzun ve beterdir. Ve bu geceler, sabrın ve tahammülün şaşırtıcı kudretiyle senelerce devam eder.
İlk müsvedde, ikinci, hatta üçüncü müsveddeyi yani olgunlaşmanın bir üst basamağını hazırlar. Işınsu, son müsveddeden sonra, eserine bir de tenkitçi gözle yaklaşır ve nihai hale getirir.
Bir eser, üç sene mi sürmüştür.. bu koca üç seneyi gecelere bölünüz, bu gecelerin her anında eserden onun yüzüne izi nakşolmuş bir bölümü, bir cümleyi, bir diyalogu görmeniz mümkündür. Anlarsınız ki bu üç sene boyunca o, hep rahatsız, hep tedirgin ve alabildiğine gergindir. Bir eser meydana gelir, ama mukabilinde, sıhhatten, huzurdan, hayattan neler neler alıp götürmek pahasına…
…(Bununla beraber, o) yazmanın çilesini hep sevdi; anlamayanları mazur gördü ve peş peşe eserler verdi.
Her eseri bitirişi cidden görülecek bir saadet anıdır. Kuş kadar hafiflemiş görünür, bakışları daha da dünyalı bir hal alır, çayı yudumlarken, Kevser yudumluyormuş gibi olur.
Çiçekler Büyür romanını bitirmek üzereydi.(978 yılından söz ediyoruz) Yüzündeki yorgun ifade o kadar belli hatlara bürünmüştü ki, görünce fevkalade haller yaşadığı anlaşılırdı.
Bir öğle vakti, Kader Sokağı’nda bulunan Töre Yazıhanesi’ndeki odasına girdiğimde, ilk anda, müthiş farklılığı görerek şaşırmış, selam vermeyi bile unutarak “Roman bitmiş” deyivermiştim. Hakikaten roman bitmişti. Ablam, aynı heyecanla “Nasıl anladın?” diye sormuştu. Verdiğim cevap,”Bakar bakmaz gördüm ki bu dünyaya dönmüşsünüz. Şimdi bize bir tül ardından bakmıyorsunuz. Anlıyoruz ki buradasınız…”mealindeydi.
Evet, öyledir: Bir eser yaratmanın sancısı, sanatkârın bütün hayatını idare eder. Civarında bulunanlar, bu sancının titreşimlerinin hayatlarını kuşattığını görürler. Fakat sancının şiddetini asla bilemezler. Bu çile, yalnız sanatkâra mahsus, zor ve çetin, ama sevgili bir oluştur. “
Emine Işınsu, bu sancıyı kaç kere, hangi aralıklarla yaşadı? Gibi bir soru bile beni ürpertir. Çünkü bu sorunun cevabını biliyorum. Işınsu, bu sancıyı, bu sancının idare ettiği yaratma çilesini ömrünce duydu. Malzemesi günden güne budanan Türkçeydi. Bu Türkçeyle, bu kargaşa içinde hayatlar kurdu. Muhatabı kimdi? Aziz okuyucuları, tenkitçiler, yazarlar… Onlar, bazen yeterince ses vermedi. Işınsu, merhum Cemil Meriç gibi “Çölde vaaz etmek mutluluk: Kumlar pereştijle dinler sizi…” demedi. Vazifesini aksatmayan bir inanmış olarak, topluma bergüzarlarını sundu.
Bugün görüyorum ki, onun sesine koşanlar, ona da “sesini” duyurmak istemişler. Bu sese ihtiyacımız vardı: Edebiyat namına, sanat namına, hayat namına ihtiyacımız vardı. Işınsu’ya ihtiyacımız olduğu gibi. Ablacığım, her zaman olduğu gibi, size “ gönlümün sarı güllerini” sunuyorum.
A. Yağmur Tunalı
*Emine Işınsu’nun 50. Sanat Yılının kutlandığı ATO Salonunda, 18 Mayıs 2006 tarihinde yaptığı konuşmanın metnidir.