Başka dillerden kelime almak diller için kaçınılmazdır. Köşede bucakta, Issız bölgelerde yaşayan topluluklar kimseyle temas etmedikleri için bir şey alacak durumda değillerdir. Dolayısıyla neleri varsa onlarla idare ederler. Başka insanlar ve insan topluluklarıyla temas edenler mutlaka bir şeyler alır ve verirler.
Biz çok hareketli bir milletiz. Hareketli topluluklar ihtiyaç duydukları hemen her şeyi almakta yerleşiklere göre daha esnektirler. Yaşamak, tutunmak, yerleşmek ve idare etmek için uygun bulduklarını alırlar. Çabuk karar vermek mecburiyetindedirler. Biz onlardanız. Birçok millet ve toplulukla karşılaştık. Almakta tereddüd etmeyiz. Kelime almakta da rahatız.
Bazı dillerden fazla kelime aldık. Arapça ve Farsça hiç şüphesiz dilimize çok tesir eden iki dil. İslam kültür dairesine girdiğimiz noktada bu alışverişin ileri seviyelere varması kaçınılmazdı. Bu dillerden binlerce kelime aldık. Kendimize benzeterek aldık. Türkçe seslerle kullandık. Bunu sıkça söyledik. Bu konuda aşırılığa gittiğimiz ve dilimizi zorladığımız dönemler geçirdik. Bunu da kabul ederiz.
Kelime değil kural almak problem
Türkçe’de bulunan kelimeleri bir kenara bırakarak Arapça Farsça kelimeleri kullandığımız da çok oldu. Bu yanlış bazen bir türlü düzeltildi. Her iki dilden kelimeler de yanyana yaşadı. Ya başka bir mana ya da bir küçük mana farkıyla dili zenginleştirici rol oynayan kelimelerimiz arasına katılarak asırlarca işlendi. Ak-kara ve siyah-beyaz kelimeleri böyledir. Siyah için kara’dan, beyaz için ak’tan vazgeçmedik. Hem aynı manada hem de nüansla kullandık. “Kara talih” dedik, “ak talih” demedik. “Alnı ak” dedik, “alnı beyaz” demedik. Böyle ayırdık.
Arapça ve Farsça’nın Türkçe kelime kaybına yol açtığı olmuştur ama asıl büyük sıkıntı bu değildir. Asıl büyük dert o dillerden kural almaktır. Bunların en yaygını tamlamalarda karşımıza çıkar. Ayrılık derdi veya firkat derdi yerine “derd-i firkat” demek problemdir. Bununla da kalmadık, işi o dillerden zincirleme tamlamaları almaya kadar vardırdık. “Ahmed’in derdinin ıstırâbı yakıcıydı” demek için “Derd-i ıstırâb-ı Ahmed yakıcıydı” dedik. Bu Arapça Farsça tamlama takıntısı dilimizi çok etkiledi ve kabul edelim ki yordu.
Aldığımız ikinci gramer kuralı nisbiyet ve izafiyet i’leri ile ifade edilen tamlama, kavram ve anlamlar oldu. Nakdî bizde “parayla ilgili” demekti. “Nakdî mesele” Türkçe kurala göre “para meselesi” şeklinde söylenir. Bedenî ârıza şeklinde yerleşen tabir yerine beden ârızası diyebilirdik. Hala kullandığımız beşerî ilimler yerine beşer ilimleri pekâlâ denebilir. İşi buraya kadar vardırmak doğru değildir ama denebilir.
Dikkat edilirse burada tamlama unsurları nisbiyet veya izafiyet i’lerine rağmen aynı yerde kalıyor. O bakımdan bozuk bir dil veya yanlış bir dil kuralı uygulaması gibi hissetmiyoruz. Ayrıca çok alışılmış kullanışlardır. Onun için de yanlış gibi hissedilmez. Yalnız, bu izafiyet ve nisbiyet i’lerinin yerine yenileşme döneminde teklif edilen al, el ekleriyle bulunmuş (yanlış olarak sel ve sal olarak kullandığımız) karşılıklar büsbütün problemli bir hal aldı. Nakdî mesele yerine “parasal sorun” demeye başladık. Sıhhî mesele yerine “sağlıksal sorun” demeye kadar varan, hemen her konuda bu eklerle tamlamalar yapmaya başladık.
Bu al-el furyasının tetiklediği başka başka yanlış söyleyişler çok daha yaygın hale geldi. Gramer terimleri çok hâkim olduğum bir konu değil, bu tür yazılarda gramer tabirlerinin bolca kullanılmasının lüzumu da yok. Arapça ve Farsça ile batı dillerinin önemli bir bölümü aynı dil grubundan olduğu için kuralları ve mantıkları benzeşiyor. Cümlenin unsurlarının dizilişi özne fiil tümleç şeklindedir. Tamlamalarda da mantık aynı. Mesela bizim hükûmet darbesi şeklinde söylediğimiz tamlama farsça kurala göre darbe-i hükûmet şeklindedir. Fransızcası “coup d’état”dır. Bizde devlet yani tamlanan kelime başa gelir, onlarda sona geliyor. Bugün Türkçe’yi bozan unsurlar arasında bu batı ve Arap Fars tarzı tamlama yeniden ilk sıralara yerleşti. Arapça ve Farsça’dan dolayı bu sıkıntıyı asırlarca yaşadık. Onları temizledik derken batıdan geri geldi. Önemli bir problem halinde devam ediyor.
Bozguncubaşı TRT
Bizim TRT kanallarının adlarına bakınız, utanırsınız. TRT Türk, TRT Haber, TRT Avaz, TRT Belgesel… Bunların anlamlarını düşünün: Türk TRT, Haber TRT, Avaz TRT, Belgesel TRT gibi anlaşılmıyor mu? Öyleyse bunun manası var mı? Mesela TRT, belgesel midir? Bunların eski şekli de Türkçe değildi: Tv1, tv2 vb. İsim koymayı beceremez haldeyiz. Fransız, İngiliz, Alman, İtalyan kanallarının adları gibi. Bu isimler konurken itiraz ettik. “Türkçe’de Tv1 denmez, 1. Kanal veya 1. Tv demek lazım.” dedik. İsmin o şekilde güzel duyulup duyulmadığı ayrı. Güzel bulmuyorsak başka isim buluruz ama Türkçe olur. Kuralı ve Türkçe’nin mantığını hatırlatmak için söylüyorum.
Türkçe böyle gerektirir dedik, dinletemedik. Nitekim sonra çıkan özel kanallar en azından bu kurala bir ölçüde uydu. İsmine alfabe kanununa muhalif şekilde w müsaadesini nasıl aldığını bilmediğimiz kanal, adına Tv Show demedi, Show tv dedi. Tv’yi televizyonu şeklinde açarsak mantık doğrudur, yani Şov Televizyonu. Görüyorsunuz iç içe geçen dil problemlerimiz var.
Örneği yine trt’den vereyim: Bizim asansörlerde her katta bir anons duyulur: Kat1, kat 11 gibi. Bunu ilgili daireye söyledim. “Biz Türkçe’de 1. kat deriz, 11. kat deriz. Bu kelimeleri de ayırmadan söyleriz. Sizin koyduğunuz ses ‘kat’ deyip duruyor, sonra ‘bir’ diyor. Vurgular da yanlış çıkıyor. Kaç türlü hata var.” dedim, “Firmadan öyle geldi.” dediler, aldırmadılar. Israr ettim: “Burası örnek bir kurum, en azından gelen gidene utanmayalım, düzelttirin!” dedimse de çok şey gibi bunu da anlatamadım.
“1 cadde mi Abi?”
Madem tamlamalara dokunduk, oradan devam edelim.
Geçen gün taksiye bindim, şoföre “İlker Caddesi “ dedim. “1 cadde mi Abi?” dedi. Eski adı İlker 1. Cadde idi ve cadde sokak adlarını bozuk yazıp söylediğimiz için doğrusunu değil böyle yanlışını söylüyordu. Çoklarının dilinde birinci cadde bir Cadde oldu. Gelincik sokak, 5 cadde gibi levhaların sayısı Ankara’da ve bütün ülkede binlerle. Halk böyle göre duya yanlışa alıştı.
Mağazalara girdiğinizde etiketlere bakın: Erkek çamaşır, kadın çorap, çocuk beden.. gibi onlarca yanlışı bir çırpıda görürsünüz. Erkek çamaşır derseniz çamaşırın erkek olduğu anlaşılır. Kadın çorap da çorabın kadınlığını bildirir. Tuhaf değil mi? Hâlbuki erkek çamaşırı ve kadın çorabı deseniz sattığınızın hangi cinsin giyeceği nesne olduğunu söylemiş olursunuz. Türkçesi budur. Bunu bilmek için okumak gerekmiyor. Tabii olarak anamızdan öğrendiğimiz dil bizi yanlış konusunda ihtar eder. Demek ki sonradan ve hatta bilerek bozuyoruz.
“Bilerek bozuyoruz” dedim ya bunu örneği çok. Konferanslarımda sıkça kullandığım örneklerden birini vereyim: Herşeyi bozduğumuz bir devrin şâhikası bu örnektedir. Uzmanlarca İstanbul’u perişan edeceği konuşulan Çılgın Proje’mizin adı Kanal İstanbul. İlk duyduğumda sayın Cumhurbaşkanı’nın etrafında dil ve kültür hassasiyeti taşıyan birileri var mı diye sorup soruşturdum. Sonra düşündüm: Zaten anlayan olsa böyle bir çılgınlığa evet demezlerdi. Kaldı ki adına itiraz etsinler. Yine de bana düşeni yerine getirmek için “Bu ad Türkçe değil, biz elin dili ve mantığıyla isim koymamalıyız. Bu kelimeler yer değiştirmeli ve Süveyş kanalı der gibi, Panama Kanalı der gibi İstanbul Kanalı demeliyiz” dedim. “İnşallah bu çılgınlığı yapmayız ya…” demeyi de ihmal etmedim.
Ne oldu dersiniz? Yıkım devam etti.
Milli Devlet Gazetesinden alınmıştır.
Kaynak:http://www.tarihistan.org/yazarlar/a-yagmur-tunali/kemal-karpat-da-gitti/6543/