Türkiye’de Türkçe üvey dildir
A. Yağmur Tunalı, Türkiye’deki Türkçe algısına dair futbol dünyasından örnekler vererek ilgi çekici değerlendirmelerde bulunuyor.
Biz çok milliyetçiyiz.” cümlesini sık sık zevklenerek söyleriz. Galiba, dünya da böyle söylüyor. Bir gerçeği ifade için söylediklAerini zannetmem. Çünkü kendilerini de bizi de bilirler. Dilden gidecek olursak, milliyetçilikte onlara göre sınıfta kalacağımız kesin. Mesela Almanya, okul bahçesinde veya evde bile Almancadan başka bir dilin konuşulmasına tahammül edemiyor. Biz bunu elbette yapmayız, ama dilimize, kültürümüze, kimliğimize ne derece sahip olduğumuz da ortada. Asıl bakılacak yer orasıdır. Dolayısıyla sorulacak sorular vardır. Çok milliyetçi oluşumuz yanlış bir değerlendirmenin sonunda varılmış bir hüküm olabilir mi? Neye dayanarak söylüyoruz?
Okuyucularımı hayal kırıklığına uğratma pahasına konuyu açacağım. Temel soru şudur: Acaba milliyetçi miyiz? Önce bu hususu gözden geçirelim.
Doğu Türkistan’ın çilekeş lideri İsa Yusuf Alptekin Bey’le TRT için uzun bir mülakat yapmıştım. Bir sorum üzerine, “ Yağmur Beyciğim, bütün dünya milliyetçi. Milletinin menfaati başta geliyor, dindaşınınki en sonda. Yalnız Türkiye Türkleri milliyetçi değil.” demişti. Sesine düşen titrek acı beni pek yaralamıştı. İki elini dizine vurarak söylediği bu sözleri hiç unutmadım.
Hemen söyleyeyim, doğru olan İsa Yusuf Bey’in dediğidir. Yıllar yılı, isminin önü kalabalık bir alay insan, televizyonlarda, kürsülerde “Biz çok milliyetçi bir milletiz” dedi ve hala diyor. Onlar konuştukça benim gözümün önünden hemen her gün yaşadığımız ters örnekler gelip geçti. Neticede, en hassas olduğumuzu sandığımız yerden vurulduk: Bu sırt sıvazlamalar yalnız uyutma ve aldatma işlevi gördü.
Son yıllarda kof milliyetçi görüntüler iyice artınca bu ikiyüzlülüğün bizi çürüttüğü ayan beyan ortaya çıktı. Artık herkes anlamıştır zannedersiniz, ama öyle olmadı. Bunun için, yazılarımda o kadar da milliyetçi olmadığımızı sıkça belirtme ihtiyacını duydum. Başka kalemler de yazdı. Gördük ki, kendimizi pek beğenmiyor ve yeterince sevmiyoruz.
Millet öncelikle tarih demek ve biz tarih bilmiyoruz. Geçmişimizle iftihar etmiyoruz, yeni millet olmaya çalışan bir kabile gibi tarihimizi, milliyetimizi ve kimliğimizi durup durup tartışmaya açıyoruz. Güvensizlik aşılıyoruz. Bir arada bulunuşumuzun harcını dağıtıyoruz. Değerlerimize dudak büküyoruz. Ortak nokta bırakmıyoruz. Hatta bunu bilerek yapanlar alkışlanıyor. Milletimizin milliyetçiliğini etmek yaradılış gereği ve gen emri iken bu tabii duruma bile ters hareket eder hale geldik. Bunu yıllardır yaşıyoruz.
Kötümser görünmek istemem ama bir çözülme sürecinin bütün şartlarını yaşıyoruz diyenleri haklı çıkaracak gelişmeler içindeyiz. Şaşılacak husus şu ki yine de dağılmıyoruz. Demek ki o büyük geçmişin mirası kolayca yenilemiyor. Türk’ün çok bilinmeyenli, sürprizli bir millet olduğu gerçeği yine kendini gösteriyor. Yalnız, bunu bilmek ve demekle rahatlanacak bir durumda değiliz. Sürecin acılı olacağı açıktır. Dün de öyle olmuştur. Ne acılar çektik. Yine akıllanmadık, yine benzer hatalara düştük. Demek istediğim şudur: Bu tarih ve gen direnci bizim milliyetçi olmadığımız gerçeğini değiştirmiyor. O sadece yakamızı bırakmıyor ve bizi uzaklara savrulmaktan alıkoyuyor. Uzun görüşülecek bir meseledir, bu kadarla geçiyorum.
Konunun pek çok yönü var ve bunları enine boyuna konuşmalıyız. Şu sıralar Türkçe dikkatimize yoğunlaştığım için oradan devam edeyim. Biz milliyetçi olsak en başta dilimize sevgimiz ve saygımızda görülür. Bunu düşündürmek için epeyce yazdım. Israrla söyledim, söylüyorum: Dilimizi –dolayısıyle kendimizi- sever görünmüyoruz. Örnek binlerle.
Birisi beni en çok düşündürendir. Sadece düşündüren değil, en çok yaralayandır. Çünkü kendimize saygımızın derecesini gösteren apaçık bir durumdur. Gün yirmi dört saat yaşadığımız bir dil sevgisizliği ve –hadi adını söyleyelim- kendinden kaçış değersizliğinin göstergesidir. O şudur: Türkiye’ye yabancı sporcular gelir. Bunların çoğu topçu. Dil bilmezler. O halde ne yaparız? Onlara hemen bir tercüman tutarız. Antrenmanda, müsabakada, çarşıda, sokakta, yemekte, her yerde bu tercümanlarla beraberdirler. Maç sonları verilen mülakatlarda ya ana dillerini, ya da basketbolde olduğu gibi genellikle İngilizceyi tercih ederler. Hiç dil değişmeden, yıllarca İstanbul veya Anadolu kulüplerinde böyle oynarlar.
Dünyanın her yerinde genel geçer ölçü bu ise ve herkes yabancı oyuncusuna, antrenörüne tercüman tutarak çalıştırıyorsa mesele yok. Fakat öyle mi? Sordum soruşturdum, değil. Dünyanın hemen her yerinde oyuncu gittiği memleketin dilini öğrenmek zorunda kalıyor. Bir İngiliz Hoca, İtalya’da ben İngilizce konuşurum diyemiyor. Bir İtalyan da İngiltere’de ben İtalyancadan başka dile gerek duymam diyemiyor. Fransa, Almanya, Hollanda, İsviçre… hepsi kendi dillerini öğrenmelerini istiyorlar. Çok zaman ona bir dil hocası da tutmuyorlar. Kendisi tutuyor ve kısa zamanda o ülkenin dilini öğreniyor. Yani, hemen hemen bizimkinin örneği yok. Küçük ülkelerde bile yok. Yani, onlar bile bu bakımdan bizden milliyetçi.
İthal ettiklerimizle ilgili durum bu. Bir de ihraç ettiklerimize bakalım. Bizim teknik direktörlerimiz ve oyuncularımız da dışarıya gittiler. Onlara tercüman tutulmadı. İlk yaptıkları iş İtalyanca, İspanyolca, İngilizce, Fransızca öğrenmek oldu. Fatih Terim İtalya’da hocalık etti. Hatırlayın, gitmeden İtalyanca çalışmaya başladı. Biz onun nasıl İtalyanca öğrendiğini hayran hayran konuştuk. Oraya anlaşacak kadar bilerek vardı. Neden? Çünkü başka türlü çalışamazdı, çalıştırmazlardı.
Millî Takım kaptanı Nihat Kahveci İspanya’ya gitti. İlk izne gelişinde, “İspanyolca bilmeyene sahada pas vermekte bile gönülsüzler, tez zamanda dilimi geliştirmek zorunda kaldım” dedi. Kanına dokunmuş olacak ki ”Bize gelenleri niçin Türkçe öğrenmeyi mecbur tutmuyoruz?” dedi. Can alıcı noktayı böyle söyledi. Bir tek ondan duyduğumuz bir feryaddı. Yalnız o milliyetçi ve makul bir tavır göstermişti. Daha acı ihtimali de söyleyeyim, belki sadece o bunu fark etmiş ve söyleyebilmişti.
Ne oldu dersiniz? Nihat’ı neredeyse ayıpladık. Yüksek sesle sus denmedi ama “Düşündüğün ve dediğin şeye bak.. bu da iş mi? Türkçeye ne gerek var?”manasına gelecek dudak bükmelerle çocuğun dediklerini mesele etmedik. Çok milliyetçi dediğimiz Türkiye bunu böyle karşıladı. Üzerine gitmedik. “Sahi, neden biz de dilimizi öğretmiyoruz?” demedik. Kulüplerimiz, “Getirdiğimiz her yabancı için Türkçe hocası tutacağız ve bizim sahalarımızda bizim dilimiz konuşulacak”demediler. Hala demiyorlar.
Bu konuda örnek çok. Dışarıya giden bütün sporcularımızla konuşalım. Hepsi burada dediklerimden fazlasını anlatacaklar. Oktay Derelioğlu da benzer şeyler söylemişti. Tugay Kerimoğlu da, Arda Turan da, Emre Belözoğlu da, diğerleri de söyleyecektir.
Sahi, son yıllarda özellikle futbol takımlarımızda Türk oyuncu da azaldı. Oyun içinde hocaların kenardan devamlı “konuşun!” işareti yaptığını görüyoruz. Konuşuyorlar da. Her biri Avrupa’dan Asya’dan, Amerika’dan gelen topçular sahada hangi dilde konuşuyorlar dersiniz? Kimse şikâyet etmediğine göre o da hallolmuştur, fakat eminim Türkçe lehine değildir. Türkiye’de hemen her alanda şahid olduğumuz gibi sahalarda da Türkçe üvey evlat muamelesi görüyor. Bunu kabullenmenin sosyal maliyetini mutlaka konuşmalıyız.
Nasıl bir çare düşünüleceği gayet açıktır. Herkes nasıl yapıyorsa biz de onu yapacağız. Belki süreci kısaltmak için bazı kurallar konabilir. Yazılı kurallar olması gerekmez, alınacak ilke kararlarıyla da yürütülebilir. İletişim dilinin Türkçe olmamasını bir aksaklık kabul edelim, yeter. Spor federasyonlarımız gelecek yabancı hoca ve sporculara Türkçe öğretmeyi kural haline getirirlerse, belki topyekûn bir şuurlandırma başlatılmış olur.
Batılılar gibi milliyetçiliği yaşayan bir toplum olsak, bunun yazılı kural haline gelmesine gerek yoktur. Benim memleketime gelen mutlaka benim dilimi konuşacaktır. Ekmeğimi yiyen benim dilimle ve kültürümle yakından tanışacak, benim kurallarımla yaşayacaktır, düşüncesi kendiliğinden oluşur. Bunu bağıra çağıra yapmanın gereği yoktur. Tabii bir hal gibi, kendiliğinden olacak bir iştir. Bir aksaklığı hallederken sevimsizliklere, kabalıklara yol açmanın manası yoktur.
Bizde bu dikkatin uyandırılması gerekiyor. Mesela çok milliyetçi Beşiktaşımız, sosyal konularda hassasiyetini bildiğimiz Çarşı Grubu on yıla yakın Türkiye’de yaşayan Gordon Milne’in Türkçe konuşamadan ülkeden ayrılmasını hazmedemeyecektir. Benzeri yüzlerce sporcu için de öyle düşünülecektir. Daha ilgincini söyleyeyim, yıllardır Türkiye’de yaşayan ve hatta millî takımlarda oynayan isimler İngilizce veya bir başka batı dilinde mülakat veriyorlar.
Lucescu, yıllarca Türkiye’de yaşadı, çok sevdik. Ukrayna’ya gitti. Yıllarca şu veya bu takımımıza dönmesini bekledik. İki senedir de millî takımımızın başında. Basın toplantılarında, ayaküstü röportajlarda Fransızca konuşuyor. Dilimizi konuşmasını beklemedik. Ona bu gerekliliği hissettiren bir Türkiye’ye gelmedi. Bundan dolayı Türkçe öğrenme ihtiyacı duymadı. Israrla söylenecek ve üzerinde durulacak nokta budur. Hâlbuki ona derhal bir Türkçe hocası tutacak ve kamuoyu önüne bizim dilimizle çıkmasını sağlayacaksınız. Başka türlü düşünemezsiniz. Burası Türkiye’dir.
Bu durumlar doğrusu çok utandırıcıdır. Kimseyi zorlamayalım ama kendimizi bir yoklayalım. Gelenler, bizim değer verdiğimiz hususlara mutlaka dikkat göstereceklerdir.
Bu hâlimiz sebebiyle bazı Afrikalı topçular hariç gelenlerden Türkçe ’ye ilgi duyan görmüyoruz. Bir başka üzücü durum da buradan çıkıyor. Birkaç isim Türkçe öğrenince sanki başımız göğe eriyor. Onlara ayrı bir sayfa açıyoruz, bunu her türlü kullanıyor ve her türlü prim kazanıyorlar. Mesela, Pascal Nouma adlı Afrika asıllı bir Fransız topçu bunu tam bir gelir kapısına dönüştürdü. Reklamdan program sunuculuğuna kadar yaptırmadığımız iş kalmadı. Nasıl teşekkür edeceğimizi bilemedik. Bizi sevdi, dilimizi öğrenme tenezzülünde bulundu havasında davrandık. Bu da iyi bir psikolojiyi göstermiyor.
Bakınız, kendimizi ve dilimizi o kadar önemsemeyişimiz başka nelere yol açıyor?
Birini söyleyeyim: İnsanımız, dil bilmez ama başka dilleri çat pat konuşmak için çırpınır. Hepimiz, bir yabancı görünce birkaç dilden bildiğimiz üç beş kelimeyle onunla irtibat kurmaya çalışırız. İlk bakışta iyi bir davranış gibidir. Yardım etmek isteriz, kabul. Ancak, bu yalnız misafirperverlikle açıklanamaz. Dolandırmadan soralım: Bu davranışta, kendinden kaçış demesek de kendi değerine yabancılaşma temel bir yönlendirici değil mi? Yaşadıklarımıza bakarsak maalesef öyledir. Asıl üzerinde düşüneceğimiz ve tamir edeceğimiz bu psikolojik yarılmadır.
Bu durumun yol açtığı komik ve aslında çok üzücü durumları hepimiz hatırlar, fıkra gibi dinleriz. Eski Türk filmlerinde bu durumla alay eden ne hoş sahneler vardır. Olay, en sık şöyle gelişir: Simasını Türk’e benzetemediğimiz birine yaklaşırız. Bir kaç dilden sormaya başlarız. O muzipçe güler. Sonunda dayanamaz veya keyfi yeter ve “Ne çabalıyorsun kardeş, ben Türk’üm!” deyiverir.
Batı memleketlerinde de bunun tersi örnekler çok yaşanır. Bir yer sorarsanız, kendi dilinde sormadınızsa, size cevap vermez. Bir diğeri sorunuzu anladığı halde sorduğunuz dilde değil kendi dilinde cevap verir. Bu iki hal en çok yaşanandır. Bir üçüncüsü de var ki ne kadar nazik söylenirse söylensin tokat gibidir. Bu yakınlarda hikâyeci-romancı sevgili Füsun Menşure’den dinledim. Almanya’da doğmuş bir yazarımızdır. Düsseldorf’ta bir semtte tam bilemediği bir yeri İngilizce sorar. Muhatabı Alman, “ İngilizceniz çok iyi, Almancayı da bu şekilde öğrenin ve o suretle kolayca adresi bulacaksınız!” der. Elin adamı böyle milliyetçi.
Diyeceğim o ki, dil sevgisinin bu derecesi bize uzak. Hatta biz bunu nobranlık olarak algılar ve nezakete uygun bulmayız. Hadi bunu yapmayalım da biraz milliyetçi olalım.
Kaynak:http://www.karar.com/gorusler/a-yagmur-tunali-yazdi-turkiyede-turkce-uvey-dildir-876659