Yüz yıl içinde, tahtından alaşağı ettiğimiz o yanından bu yanından kırpılmış bir dille konuşuyor ve yazıyoruz. Yanmış binâsından, içi yanan yardımseverlerin kurtardıklarıyla idâre eden eski zenginler gibiyiz ve ne yazık ki bunun farkında bile değiliz.
Üstelik bu konuda da yenilmişlik duygusu içinde başka dillerin sevgisine kapılanıyoruz.
Dil bozgunu yeni olsa da bu durum yeni değildir. Okumuşlarımız, yüz yıl önce Fransız ve Fransızca hayranıydılar. Şimdi Fransızcanın yerini dünyâ dili haline gelen İngilizce aldı.
İngilizcenin dünya dili oluşu, incelenmesi, anlaşılması gereken bir örnektir. Dikkat edilecek nokta, bu büyük başarıda, İngiliz sömürge mantığının, emperyal hâkimiyet anlayışının derin aklının rolü de düşünülmelidir.
Târihin ve tâlihin garib bir cilvesidir: Amerika, bağımsızlık uğrunda İngilizlere karşı çetin mücâdeleler verdi. Ancak, İngilizceye en büyük hizmeti dokunan ülke oldu. İngilizler dünyanın birinci gücüyken, dillerini dünyanın dili haline getiremediler, dünyanın birinci gücü olma mevkiini onlardan devralan Amerika, elli yıl içinde İngilizcenin tek hâkim dil olmasını sağladı.
İngilizcenin alıp başını gittiği bir dünyâdayız, bu gerçek. Yüz yıl önce kelime adedinde değilse bile ifade zenginliğinde onunla berâber anılan Türkçenin nerede bulunduğunu düşünecek ve gündeme taşıyacak bir dikkatten bile mahrûmuz. Dikkat buyurun, yirminci yüzyılın başında yani devletimiz çökerken iki büyük dünya dilinden biri Türkçeydi (Geoffrey Lewis, Trajik Başarı). Dilini bozmakla her şeyini bozacağını, çok şeyini kaybedeceğini, zihin ve gönül dünyasının boşlukta yüzeceğini göremeyen nesillerle bugüne geldik.
Türkçenin uğradığı tâlihsizlik mantıkla açıklanması mümkün olmayan bir iştir. Lewis’in tabiriyle okumuşlar eliyle ve devlet zoruyla varılmış “Trajik bir başarı”dır. Çok yönlü bir trajedidir. “Farkında olmamak” bunların en fenâsıdır. Yıkıcılığın devâmını sağlayan da odur.
AYDIN TÜRKÇESİ OLANDIR
Yüz yıl önce, Türkçenin zenginliğine ve işlenmişliğine paralel bir dikkat vardır. Hatâlı yazanın matbûatta barınması mümkün değildir. İnzibat neredeyse tamdır. Her yazılanı didik didik edecek ve sırasında paylayacak büyük Türkçeciler vardır. Türkçe hatası yapacağım diye Süleyman Nazif’ten herkes korkar. Şarklı denen Muallim Nâcî de öyledir, rakîbi garblı (garbçı) Recâîzâde de. Dilde kutuplaşma henüz yok gibidir. Yüzyıllar içinde oturmuş bir şiir lisânı üzerinden yürüyen tartışmalar vardır.
Yalnız bir şey daha vardır ki bugüne gelişin şifrelerini verir. Eski tarz düşünüş de yaşayış da kolay kolay savunulacak halde değildir. Edebiyat da bu sepete girer. Zihinler toptancıdır. Mâdem ki batı karşısında geriye düşmüştür, bu eski anlayışlar tamâmen terk edilse yeridir. Babasından utanan çocuk, reddederse rahatlayacaktır. Daha ileri düşünceler de gelir gider. Meselâ, bu utanılacak baba ölmelidir. Tek kurtuluş budur. Tam bir Ödip Kompleksi. Okumamışlar sağlamdır ve babasını reddetme duygusunda olmasa da direnme gücü bellidir. Dümeni döndüren okumuşlardır. Hayat da dil de,şiir de değişebileceği kadar değişecektir. Bu azgın iştahın hudûdu yoktur.
Vesselam, hayatı ve şiiri batılı örneklere benzetirken, dile de olanlar olacağı açıktır.
AĞDALI DİL BİR BAŞLANGIÇTI
Servet-i Fünûn Türkçesi, klâsik edebiyâta ve şiir diline karşı çıkanların dilidir ve epeyce sun’îdir. Zihniyette bu kadar batılı iken, dile bakış ve kullanışta değilse bile lügatte hiç olmadığı kadar şarklı idiler. Arap-Fars lügatlerinden hiç kullanılmamış kelimeler devşiriyorlar ve yeniyi bu yolla inşâ etmeye çalışıyorlardı.
Bir husus çok önemlidir: Servet-i Fünûncuların dili ve lisâna tasarrufları elbette bir dil dikkatine dayanır. Eskinin muazzam dili bütün canlılığıyla ayaktadır ve en büyük hoca odur. Bu otoritenin terbiye ettiği çok titiz bir edebiyat çevresi bulunduğunu biliyoruz. Dolayısıyla, hem kendileri hem de diğerleri tarafından dikkatle tâkîp edilmişlerdir.
Daha sonra gelen edebiyat nesilleri de öyledir. Matbuat, zâten şâir ve yazarlar demektir. Gazetelerde yazan onlar, dergilerde yazan yine onlardır. Kıyasıya bir tenkîdin vâr olduğunu belki söyleyemeyiz;ama –söylediğim gibi- birbirini her kelimede, her cümlede, her seste kollayarak yanlışlar üzerine gitmek kanun gibidir. Dediğim gibi bu konuda inzibat tamdır.
Nesri öğrenme çağımızdır. Şiirde çalkalanma yıllarıdır. Öyle savruluşlar yaşanır ki, dilde de büyük kaymalar olur. En önemlisi, işâret ettiğimiz “yapma dil” sun’îliğidir.
“Medeniyet Tanrısı” dile de saldırdı
Yapma dilciler saldırgandır. Pervâsızdır. Tevfik Fikret’in başı çektiği, Şinâsî’den el almış nesil de onlardandır. “Yeni”nin ve “medeniyet”in arkasına saklanarak konuşurlar. Medeniyet her kapıyı açan sihirli sözdür. Îtirâz edebilmek o devir için bundan dolayı zordur. “Sen medeniyete karşı mı geliyorsun?” dense iş biter. Kimse dinlemek istemez, anlamak istemez, konuşturmazlar da. (Şimdi de o zamanların bir diğer kutbunun benimsediği yolu takip ederek din üzerinden susturuyoruz ya...)
Nitekim, 2. Sultan Abdülhamid’i de konuşturmamışlardır. O kadar güçlü bir seldir. Tezâda bakın ki, Abdülhamid onların hepsinden daha batıya açıktır. Medeniyet dedikleri Batı örneğine benzeme yollarını en iyi anlayan ve hattâ onlardan çok sâhip çıkan, üstelik uygulayan olduğu halde, bambaşka bir görüntü yaratılmıştır. Bu, tam bir halkla ilişkiler ve –belki de- beşinci kol zaferidir.
Yâni, saldıranlar hep hak sûretindedirler. Medeniyetçi görünürler, medeniyet yolunu temsîl eden pâdişâhın tam karşısında yer alma zıtlığına düşerler.
Son asırların değişmez kânûnu budur. İki yüzyıl boyunca bu oyunu görememiş okumuşlar nesli ise, bu kurgunun akıl almaz zaferidir. Bizim maârifimiz, bu”trajik başarı”nın baş mîmârıdır. Başka millet ve devletlerde, kendine düşman nesiller yetiştiren böyle bir millî eğitim örneğine rastlamak mümkün değildir. Sömürgelerde bile yoktur.
Mahâretle yürütülen bir süreçtir. Düşünmeye fırsatı verilmez. Tam bir bombardıman vardır.
Dil meselesinde de böyle bir aldanış söz konusudur. Dil deviricileri, Arı Türkçe, Öz Türkçe gibi çok da karşı çıkılamayacağını hesâp ettikleri bir slogandan hareket ederler. Halbuki Türklükle münâsebetlerine baksanız, bu konudaki ırkçılığa varan tutumlarının bir aldatmaca olduğunu hemen fark edersiniz. Çünkü Türk’ün hemen her şeyine karşıdırlar.
1938-50 arasındaki İnönü dönemi de sonra gelen dönem de bu kabın su sızdırmasına hizmet etti. 1950-60 arası iktidarının en büyük yanlışlarından biri, dil ve kültür derdinin olmamasıydı. Şayet, dile eğilselerdi, yıkım durur ve hatta önlenirdi. Çünkü 1930’ların sade Türkçesi o nesillerde bütün güzelliğiyle yaşıyordu. O devrin siyasî konuşmalarını dinleyen kimse yüksek bir dil zevkıni hayranlıkla fark eder. Dil ve kültür işini yine sol ve yıkıcı muhâlifler, neredeyse yeni bir dil yapmak için teşkilatlandırmışlardır.
Israrla söylüyorum: Sağ denen geniş siyâsî yelpâze, bu geleneğe bağlanacak ve kültürle neredeyse ilgilenmemeyi düstur edinecektir. Hâlâ öyledir. Sağcılık onun için sığ görünür. Çoğunluktur; gücü sınırlı, têsîri ondan da azdır. Karşısındakiler, kültür üzerinden yetişirler, konuşurlar ve – öyle olmadıkları halde- daha derin görünürler. Köylülükten bahsederken bile şehirlidirler. Dün de öyleydi, bugün de böyledir.
Bu memleket bunları konuşmamıştır, konuşmaz.
Görülen o ki, Türkiye’nin en büyük sıkıntısı okumuş nesillerinin iki yüz yıllık yabancılaşmasıdır. Bu doğru. Yalnız, bu yabancılaşmayı önleyemeyen de biziz. Karşı duruşlar da sığ ve kültürel yetişmişlik temelinden yoksundur. Neticesi, şehirli karakterini köylülüğe doğru yöneltmek olmuştur. Çok yönlü bir kültür gelişmesinin, sanatın, hayâtın her alanına sinmiş bir zevkin insan tipi yetiştirilememiştir. Bunun da birinci sebebi dildir. En azından yüzyıllık dalgalanmalar içinde dildir, günümüzde şaşmaz bir kesinlikle dildir.
Dilimiz, 1928’den beri her taraftan darbeler alan dayanıklı bir boksör gibidir. 1932’den itibaren gelenler, daha önceki zamanlardan farklı, indirici darbelerdir. Sistemli bir şekilde ve devlet destekli olarak yapılan akıl almaz bir iştir.
Türklüğü öne çıkaran Cumhûriyetin kurucuları, dili de dâhil ettikleri bir mühendislikle yeni bir millet yapısı düzenleme peşindeydiler. Ne yazık ki dil deviricilerinin başını çektiler ve - istediklerinin tam zıddı olarak- yıkıcılığa zemin hazırladılar. Sosyal olaylar böyledir: Dozu iyi ayarlanamaz ve olgunlaştırılamazsa, istenenin tam tersi öne çıkar.
1932’de, Türk Dili Tedkıyk Cemiyeti’nin kuruluşuyla dil mühendisliğinin devri tam olarak başlar. Dil Inkılâbı denen akıl almaz hoyratlıkta denemelerle başını alıp giden yıkıcılığın önü açılır. Şu da bir başka gerçektir: Eğer, 1932’deki o çılgın Öz Türkçe, Arı Türkçe denemeleri olmasaydı, alfabe değişikliği bile büyük târihle bağımızı koparamazdı. Çünkü dil alfabeyle sendeler ama yıkılmaz. Kısa-uzun bir aradan sonra toparlanır ve devâm eder. Kaybı az olur.
ARTIK DİL DERDİMİZ YOK GİBİ
Evet,Türkçenin talihsizliği tek yönlü değildir. Öğretenlerden başlar, konuşan ve yazan kesimlere yayılır. En büyük mesele bir dil dikkatinin yerleşmemesi dolayısıyla farkında olmamaktır.
Türk çocukları, başka dilleri doğru kullanma konusunda gösterdikleri titizliği kendi dillerinden esirgerler. Bunu mesele etmeyi bırakın konuşmak bile istemezler. Böyle olmasa, TRT dâhil bütün televizyon kanallarında Türkçenin canına okuyan kullanışlar, söyleyişler olmazdı. Bugün televizyonların en önde aktörleri olan spiker, sunucu ve muhabir kadroları yanlışa kodlanmış ordular gibidirler. Bozucu ve bozguncu bir düşman silâhlısı gibi dil talanındadırlar. Bu gerçeği, en keskin şekilde görmek ve söylemek ilim, kültür ve vatan borcudur.
Yine söylüyorum, mensûbu bulunduğum TRT de bu bozgunculuğun ön safında yer tutmuş haldedir. Haber dinleyecek kanal bulamayacak kadar zavallı bir duruma düştüğümüz yılları yaşıyoruz. Haber muhtevası ayrı, telâffuz meselesi ayrı belâdır. Doğru söylenmiş, mânâya uygun bir vurgulamayla tam seslendirilmiş bir cümle duymak neredeyse imkânsız bir iştir.
Bu hususta yazmaya devam edeceğim. Yanlışın kaide olduğu bir devirdeyiz. Dil, millet hayâtında taşıyıcı direktir. Ondaki bozulma hayâtı sarsar. Gidiş orayadır.
Son yıllarda bütün medyayı kaplayan doğrudan kaçış sanki bir kampanyadır. Bu kampanyanın bilgiden, görgüden, doğrudan, iyiden-güzelden, yâni kendinden kaçış olduğunu, böyle bir psikolojinin sevgisizlik ekeceğini içim yanarak söylemek istiyorum. Bu bir iddiâ değildir: Gören göz, düşünen akıl için her şey meydandadır.
karar gazetesi Görüşler sayfasından alınmıştır. 18.08.2017