Turan'da gün ışığı
Evet, Turan Yazgan da gitti. Bu gidişin ağırlığı bir kırgına benzer.
Şurası muhakkak ki, Türk’ün bu büyük evladının ordular sevk eden ferdiyetinden taşan şahsiyetinin yüce kudretinden artık mahrumuz. Biz, onu bilenler, tanıyanlar ve sevenler, bir yanımızın göçtüğünü hissetmek azabına düştük. Bu bir gerçek.
Ancak, kaybının acısını -sevenleri ne kadar çok olursa olsun yine de dar sayılabilecek- bir çevreye mal etmek onun büyük gerçeğini zedeler. Çünkü Turan Hoca, bütün bir milleti ve buradan taşarak -Türk’ün hâkimiyeti İslam’ın yücelmesi demek olacağı için de- bütün bir ümmeti, tesirleri itibarıyla da insanlığı kucaklayan sarsıcı inancın ateşiyle yanan adamdı. Büyük yol gösterici, yol başçı, bayraktar ve alemdarlar sınıfının dünyaya nadir gelen örneklerindendi. Dolayısıyla, gidenin dağladığı sadece bizim ciğerlerimiz olamaz. Evet, Türklüğün ciğerine ateş düşmüştür. Bilinse de bilinmese de böyledir. Bu o kadar böyledir ki, Taşlıcalı Yahya’nın Şehzade Mustafa için söylediği mısraları hatırlatır: Şimdi bütün ağırlığıyla ve mana genişliği içinde “Medet medet ki cihanın yıkıldı bir yanı” diyecek haldeyiz.
Şikâyet diline iltifat etmek olmaz
Sözün, dertleşme ve yazıklanma vadisine doğru gittiğinin farkındayım. Turan Hoca’nın hiç sevmediği bu tür hallerden birine düşmekten süratle kaçınmalıyım. Çünkü burada kolay tatmin vardır, yapıcı iradeyi bağlar. Durumu kabullenmek sonucunu doğurur. Türklüğün son asırlarda içine düştüğü yenilmişlik psikolojisi buradan beslenir. Türk’ün elini kolunu bağlayan atalet de buradan doğar.
Turan Hoca’yı farklı kılan, bu gibi iç çekmelerin mağlûbiyet psikolojisine yol açmasına karşı duruşuydu. Suçu başkasına yüklemeye kesin bir dille karşı çıkardı. “Biz kendimize bakalım. Biz, bize düşeni yapsak, olanlar yaşanmaz veya başka türlü yaşanır. Artık bu hataya düşmeyelim!” demek isterdi. İnanmışsak bahaneye yer yoktu. Şartlar ne olursa olsun, başarmak için yol aramak lazımdı. Yol mutlaka vardı. Ergenekon’dan çıkışın şartları daha mı ehvendi? Mütareke’den Millî Mücadele’ye geçiş daha mı kolaydı? Türk’ün bu ve benzeri en çetin tarih dönemlerinde gösterdiği akla sığmaz çıkışların getirdiği başarılar ortadayken, bedbinlik ve bezginlikte konaklayacak düşünceye yer olamazdı. Tereddüt düşmana hizmet ederdi. Vakit işliyordu ve vaktin (babası) adamı (ebü’l vakt) olmak lazımdı.
Dem bu demdir
Bir tasavvuf terimini Turan Hoca için kullanmamı yadırgayanlar olabilir. Bilenler bilir ki o, ruh kesilmiş olmasına rağmen, şeksiz şüphesiz inanmanın zevki içinde olmak kaydıyla keskin bir akıl ve aktivite taraftarıydı. Tasavvufun değilse bile yaygın yeni uygulamaların bu tercihe pek uymadığını düşünürdü. Bu fikri de tasavvuf neşesi içinde duyar ve yaşardı. Çünkü iliklerine kadar Türk’tü ve Türk, mistik karakterde bir insan tipini esas alan çok hususi yaradılışta bir milletin adıydı.
Bu konu üzerinde çok düşündüğüm ve zaman zaman kendisiyle konuştuğum olurdu. Şimdi o görüşümü yazmak ihtiyacını duyuyorum.
Turan Hoca, bana her zaman eski zamanların ve kuruluş devirlerinin bir dervişi gibi görünmüştür. Bizim tasavvuf anlayışıyla beslenen öncü insan tipimiz, bir tarafıyla Turan Hoca’da cisimleşmiştir. Hudutlarda at koşturan akıncılardan biri yerine koysanız, çok yakışır. Onların bağlı olduğu bir hocaya -hangi yoldan olduğuna bakılmaksızın- benzetseniz de uyar. Akıl, duygu ve aksiyon arasında bağ kurmuş müstesna bir yeni zaman dervişi deseniz de pek âlâ olur.
Bunu işaret eden dikkatlerden birini vermek isterim: Sanırım, 1992 yılıydı. Turan Hoca’nın Bakü’de kurduğu Türk Dünyası Kitabevi’nin karşılığı Azerbaycanlı muhatapları tarafından İstanbul’da açılacaktı. Öyle istemişlerdi. Fatih Külliyesi’nin Fevzi Paşa Caddesi’ne bakan dükkânlarından biri kiralanmıştı. Açılış saatinde, o zaman vakfın Dış İlişkilerini yürüten Sevgili Halil Açıkgöz’le misafirleri karşılıyorduk. Öteden gelmekte olan İlhan Ayverdi Hanımefendi’yi gördük. Karşılamak için ona doğru yürüdük; birkaç metre mesafe varken, daha yakına gelmeyi beklemeden “Bu devirde alperen görmek isteyen Turan Hoca’ya baksın!” dedi. Kuvvetli bir duygu gibiydi; çoktan verilmiş bir hüküm olmasına rağmen sanki tam bir doğuş (tuluat) halinde dilinden dökülüvermişti. Fikri aşan tarafı buydu. Onun için daha yüz yüze kavuşmamışken, yanımıza gelmeden içinden kopmuştu.
Sözü az ve muhakkak ölçülü söyleyişiyle bilinen İlhan Hanım’ın bu hareketi ve bu ifadesiyle zihnimde bir şimşek çaktığını söyleyebilirim. Turan Hoca’ya, sonraki zamanlarda hep bu sözün duyurduğu mana üzerinden baktım.
Büyük idealist
Bir başka büyük ismin tespitini de vererek Hoca hakkındaki en kuvvetli iki karakter özelliğini işaretlemiş olmak isterim.
Merhum Yılmaz Öztuna’nın az bilinen yönlerinden biri de Nihal Atsız’la uzun yılları bulan dostluğudur. Atsız gibi, Türk milliyetçiliğinin büyük isimleri arasında sayılması gereken Yılmaz Bey, Turan Hoca ile de çok yakındı. Hizmetlerine çok büyük değer verir, imkânlar arama peşinde daha az yorulmak suretiyle daha büyük işler görebileceğini düşünür, bunun için de zaman zaman fikirlerini Hoca’ya duyururdu. En çok söylediği husus, devlet adamlarıyla görüşüp onların yardımlarını istemesiydi. Hatta bana söylediğine göre istemesine de gerek yoktu, Turgut
Özal, Süleyman Demirel gibi isimler, Başbakan ve Cumhurbaşkanı oldukları zamanlarda, kendilerini ziyaret etmesi halinde bile gerekeni yapacaklardı. Yeter ki bir temas kurulsundu.
Yılmaz Bey, bu meselenin her açılışında kahırlı bir üzüntüye bürünürdü. Hoca kabul etmiyordu, etmeyecekti de. “Bana, uygunluğu şüpheli bekleyişler üzerinden hesap kitap yaparak bir şey dikte edilmesini istemem; yürüdüğüm yola zerrece leke gelmesine asla müsaade ve müsamaha etmem!” derdi. Bu noktada da kalmaz, “Ben, hiçbir zinciri istemem. Bu benim için ayak bağıdır. Bu zevatın beğenmediğim icraatını söyleme hürriyetim gider. Bu da benim ben olmaktan çıkmam demek. Kabul edemem!” derdi. Yılmaz Bey, Hoca’nın bu tavrını bildiği halde ısrardan vazgeçmez, görüşmeye teşvik ederdi. Anlardım ki, her iki liderin de dostu olduğu için onlarla konuşmuş ve her şeyi usulünce üslubunca ayarlamıştır. “Anlardım” dememin de sebebi var; soramazdım, çünkü Yılmaz Bey, katiyen bu tür devlet görüşmelerini açık etmezdi. Sırası geldikçe bir cümle ile duyurdukları olurdu; ancak içinde olduğu hiçbir devlet işini ne açar, ne de açıklardı. Devletin ne demek olduğunu en iyi bilen bir kimse sıfatıyla buna pek titizlenirdi.
Hâsılı Yılmaz Bey, devlet adamlarının ve bilhassa liderlerin, kendilerine müracaat edilmesinden hoşlanan ve bunu ihtirasla bekleyen tabiatlarına dikkat çektikçe, Turan Hoca kaçıyordu. O yüksek karakterde, yüksek devlet fikri ve saygısı vardı, ama istemenin zillete yol açacağı belli olan kapılara yaklaşmak yoktu. Siyaset, bunu anlayacak noktada değildi. Mutlaka bağlanmayı değilse bile, boyun eğmeyi istiyordu. Hoca’da boyun eğmek yoktu.
Siyasetin kapı eşiği
Elbette devletten zaman zaman yardım görmüştü. Teşekkürü minnet derecesinde ifade ettiğinin, o süzülmüş inceliğinin de şahidiyim. Ancak, bu ardı arkası kesilmeyecek görüşme trafiğine girmek, oradan geleceklere bel bağlamak başkaydı: Kapı eşiğinde beklemek, bir lütufla görüşmek ve verenin alacaklı tavrına katlanmak olamazdı. Bu da esaslı bir ayak bağıydı. Hedefe gidişi engellemese de, sulandırır, sallandırırdı. Hedefe gidişi rehin almaya hazır o devletliler ordusuna atın mahmuzunu teslim etmek demek olan her türlü hal ve davranıştan kaçması bundandı.
Bu prensibin keskinliği uygulamada böyle hissedilmez; çünkü iş yapan insanın yolu her kapıya düşer. Önemli olan o noktada nasıl davrandığıdır. Hoca, liderlerden mümkün mertebe uzak durur, diğerleriyle (bakan, bürokrat ve siyasî parti önde gelenleriyle) görüşürdü, ama bu, temel tercihi değiştirmezdi. Biliyordu ki, ideal adamı için onlarla iş tutmanın mihnetine ve minnetine katlanmak zordu. Demirel ve Özal’a, önceki ve sonrakilere gitmeme sebebi de buydu: İstemeye gelmiş olduğu düşüncesini hatırlattığı için o fikrin müzakeresine bile tahammül edemezdi.
Meluncanların köşk ziyareti
Bunun bir tek istisnası oldu: Kendilerinin Türk olduklarını, Brent Kennedy’nin Akdeniz anemisi hastalığına yakalandıktan sonra yaptıkları araştırmalarla öğrenmişlerdi. Meluncanlar hakkında yazanlardan bir grup ilim adamı ve yazar Türkiye’ye gelmişti. Hoca’nın davetiyle gelen bu heyet Cumhurbaşkanı Demirel’le görüşecekti. İki gün devam eden ısrarlarımıza rağmen Demirel’e gitmekte direndi. Yol yordam bilen insandı. Sırasında diplomat gibi davranacak kadar devletlerarası ilişkilerin pratiğine de hâkimdi. Kaçamayacağı bir durum olduğunu kabul ediyor, fakat kaçmak için sebep ve bahane arıyordu. Sonunda, misafirlerine bu nezaketsizliği edemeyeceğine ikna oldu ve gitmeye karar verdi. Nitekim o görüşmede Cumhurbaşkanı’nın kendisine pek çok iltifatlar ettiğini, her zaman görüşmekten memnun olacağını bilinen üslubuyla ballandıra ballandıra anlattığını, hizmetleri hakkında “Devlet çapında işler yapıyorsunuz.” dediğini söylemiş, ama yine de bu ziyaretin devamını getirmemişti.
Yılmaz Bey’in ısrarları her fırsatta tekrarlandı, ama sonuç değişmedi.
Asıl söylemek istediğimi iyice düşündürebilmek için bu kısmı uzattım. Çünkü Hoca her zaman maddi sıkıntı çekiyordu. Üstlendiği geniş yelpazeli faaliyetler, vakıf bünyesinde kendi kazandığını harcamakla görülecek hizmetler değildi. Yılmaz Bey, bunun için dertlenir ve onun bir uygun zamanını yakalamak isteğiyle her fırsatı değerlendirmek isterdi.
Ara ara düşünmüşümdür: Yılmaz Bey, tarihçi sıfatıyla değişik örneklerini tanıdığı bu yüksek karakterin yanı başındaki parlak numunesinin dik duruşuna hayranlığını bu karşılaşmalarda büyük bir zevkle yaşıyordu. Hoca’yı her görüşten ve görüşmeden sonra, etrafa söylediği cümlelerde bu zevkin ışığı parlardı: “Atsız’dan sonra tek büyük idealist tanıdım. O da bizim Turan’dır.” Sonra “idealist”lerin davranışlarını bir tarif gibi açardı: “Bunlar böyledir: İnandıkları hususlarda esneklik göstermezler. Benlik davaları yoktur. Siz onları koskoca bir ben olarak görseniz de yoktur. Onlar prensip adamlarıdır.”
Hedefe dümdüz gidendi
Turan Hoca, evet tam bir prensip adamıydı. Sırasında beraber yürüdükleriyle de ters düşecek kadar. Prensip, bir dava adamının şaşmaz çizgisidir. Bu manada kendisi de prensip olmuş insanlar vardır ve nadirdir. Hareketleri nettir ve tabiidir. Hedefe doğrudan doğruya bir atılış içindedirler. Dolambaçlı yollara sapmaz ve tenezzül etmezler. Hoca, bu prensip adamlarının şahane örneklerindendi.
Hoca’nın gayesi ve hedefi belliydi: Dava Türk’ü yüceltmek davasıydı. Bunun için Türk’e Türk’ü hatırlatmak, tanıtmak ve tanıştırmak ilk işti. Oradan başladı. Türkiye içinde bir uyanıklığın yolu açılmıştı. Türk Milliyetçiliği hareketi fikren belli bir kıvama gelmese de büyük kalabalıklara ulaşabilmişti. Türklüğe uyanış bu ana çizgiden devam edecekti.
1980 yılında Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nı kurduğunda, yeni bir düşünceden ziyade bir idealistin zihinde kurduğu planın bir safhasına gelinmiş oluyordu. Yoksa o, çocuklarının isminden Türklüğün büyük geleceğine kadar her şeyi önce zihninde yaşamış, olgunlaştırmış ve şimdi bir bir hayata geçiriyordu. Üstelik bunu en olmadık şartlarda düşünmüş ve yine en olmayacak şartlarda gerçekleştiriyordu. Fakir bir Anadolu ailesinin çocuğuydu. Yatılı okuyordu. Yokluğun her derecesini tanımıştı. Aile geçimine yardım etmek için hiçbir işten yüksünmemiş, işportacılıktan tezgâhtarlığa, her biri yaratıcılık işaretleri taşıyan ufak tefek işlere girmiş ve erken erken olgunlaşmıştı. Zaten, epeyce olgun bir ruhla doğduğu belliydi.
Bu ruhun teşebbüs kabiliyetinin son halkasında vakıf vardır.
Asgari vatan sınırları
Vakfın adının ilk defa kullanılmış bir terkip olduğu hep söylendi. Evet, doğrudur, “Türk Dünyası” tabirini ilk olarak bu vakfın adında görürüz. Yalnız sanırım manası üzerinde pek durulmuş değildir. Bu konuda düşündüklerimi buraya kaydetmeyi Hocamın ruh ve düşünce dünyasını -kendi zaviyemden- duyurmak için olmazsa olmaz bir husus olarak görüyorum.
Türk Dünyası’ında ilk bakışta varılan mana, Türklerin yayıldığı ve yaşadığı bir coğrafyadır. Görünen, apaçık mana budur. Muhtemelen, herkesçe anlaşılan da budur. Yalnız, bu coğrafî anlamada da bazı alt başlıklar vardır. Bu yerler, şimdi kimin elinde olursa olsun Türk Yurdudur. Diğer taraftan, Türk’ün ayak bastığı ve çekildiği yerler de bu dünyaya dâhildir. Tek Türk kalmasa da Tuna kıyılarına kadar, Çin seddinden Bering boğazına kadar, Yemen körfezinden Somali açıklarına, kuzeyde Fas’a kadar hayalini süsleyen bir Türk Dünyası coğrafyası vardır. Bu, Turan Hoca karakterinde bir idealistin asgarî vatan sınırlarıdır.
Siyaseten edilecek söz, yine bu ibarede söylenmiştir. “Türk Dünyası”, “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” ile birleşir. Bu, bütünüyle Türk’ün idare ettiği bir dünya tasavvurudur. Bunu duymayan Türk dün yoktu. Adını etmese de, hatta bilmese de her Türk’ün gönlünde bu aslan yatardı. Türk adının pek az telaffuz edildiğini söyleyerek sözüm ona karalamaya çalışılan Osmanlı Asırları’nda da cihan hâkimiyetinin “kızıl elma” fikri bütünüyle canlıydı. Bugün de genlerimizde taşıdığımız bir büyüklük duygusu olarak canlıdır. Ezilmişliğe, ürkekliğe rağmen böyledir. Yaşanmış, denenmiştir: En ücra yerlerde bile bu fikir çerçevesinde sözler ettiğimizde gözlerin başka türlü parladığını milliyetçilik geçmişi olanlar görmüşüzdür.
Turan Hoca, vakfının adını koyarken, bunları düşünmemiş olamazdı. Dolayısıyla “Türk Dünyası” adı, “Türk Cihan Hakimiyeti”nin yeni zamanlarda devamını sağlayacak bir isimlendirmedir.
Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
Hoca’nın vakfı 32 yıllık bir çınardır. “Çınar” dedim, çünkü geriye doğru binlerce yıllık Türk Tarihi’yle bütünleşen bir teşkilattan bahsetmesek de, mana olarak ona bağlanması bakımından öyledir.
Vakfın, bu kısa sayılacak zaman diliminde gördüğü işleri alt alta sıralamak muazzam bir iştir. Tek kişilik ordunun sevk ettiği bazı yardımcı elemanlarla gördüğü hizmetlerdir. Büyük ölçüde vakfın işletmeleri vasıtasıyla kazanılarak harcanan kabarık sayılmayacak bir bütçe ile aklı zorlayacak işler görülmüştür. Yüzlerce kitap, yıllardır hiç aksatılmadan çıkarılan yüzlerce sayıya ulaşan iki dergi bile üniversitelerimizden en büyüklerini gıptadan kıskançlığa doğru türlü hislere vardıracak ölçüdedir. Kaldı ki bu yayınlar, vakfın gördüğü hizmetlerin en büyük kısmı değildir. Dışarda açılan mektepler, üniversitelerde fakülte ve bölümler, kültür merkezleri, 1989’dan beri devam eden toplu kültür gezileri, çocuk şölenleri, kadın ve gençlik faaliyetleri, yıl devamınca baş döndürücü bir hızla gelip giden misafirler, eğitimler, kurslar, geziler, konferanslar… Hakikatte devletin bile yapmadığı, yapamadığı işlerdendir.
Türk sevgisi
Nerede bir Türk yaşıyorsa, oraya muhakkak gitmiş, gidilmesini sağlamış, ilgisini devam ettirmiş, anlamış dinlemiş, gerekenleri yapmak için çırpınmıştır. Bu seyahatlerinde Hoca’yı görmek lazımdır. Şaşılacak iştir. Gittiği yerlerde program bellidir: Protokol görüşmeleri usuldendir. Mutlaka devlet katında ziyaretler, müzakereler olur. Asıl iş, oradaki kardeşlerle kucaklaşmaktır. Hoca’yı bu kucaklaşmalarda tanımak, âdeta yeni bir duyguyu keşfetmektir.
Evet, hakikaten bir sihirli dokunuşla cezbeye benzer bir hale geçer. Muamelesinin, en yakınlarına gösterdiğinden farkı olmadığını söylemek eksiktir; hatta daha ileridir ve ömürlerce ayrı yaşamanın hasreti ve heyecanıyla onlara sarılan beden başka bir ruha bürünür. Gözleri nemlenmekle daha bir ışıklanır. Mestliğinin derecesi kendi zirvesine ulaşır.
Muhataplarına da bu duyuşun sihri geçer. Saha İli’nde (Yakutistan) eski inanışta bir Türk’e de, Kazakistan’daki Müslüman Türk’e de aynı hissi verir.
Bu yazıda hatıradan çok fikir söylemeyi istediğim için bu karşılaşmalardan örnekler vermeyi tercih etmedim. Yalnız, Turan Hoca çizgisinde bir idealist olan Elçibey’le ilgili olanlardan birini vermek ihtiyacını duyuyorum.
Hazar kabarırsa Türklük yükselir
1991 yılının ağustosunda Kazakistan ve Tataristan’dan sonra Azerbaycan’a gelmiştik. Henüz Sovyetler dağılmamıştı. Elçibey, aranmaktan kurtulmuş ve Halk Cephesi’ni kurmuştu. Millî Hareket’in merkezi Halk Cephesi’ydi. 106 kişilik büyük grubumuzdan seçilmiş 20 kişiyle Elçibey’in akşam yemeği davetindeydik. İlerleyen saatlerde, Gumilyev’in “Hazar’ın sularının yükselişi, her zaman Türklüğün de yükselişini getirmiştir.” fikri üzerinde epeyce konuşuldu. Sözle kalınmayacağı, yaşanan duygu yükselişinden anlaşılmıştı. Elçibey ve Turan Hoca gibi iki büyük idealistle onların hissinde coşmaya hazır 40 kadar insanın ne yapacağı artık belliydi.
Gecenin 01:30’unda, ay ışığı tepemizde, hiç bitmeyen rüzgârların şehrinde Hazar Denizi’nin yerleşmenin olmadığı uzakça bir yerindeydik. Deniz, epeyce dalgalıydı. Hazar’ın yükselip yükselmediği sahilden incelendi. Bir görüş hâkim oldu, evet Hazar yükseliyordu. Muazzam bir müjde gibi duyulan bu hükümden sonra olacak yine belliydi: Hoca ve Elçibey, ayakkabılarını çıkarıp pantolonlarını diz üstüne kadar katlayarak denize girdiler. Hepimiz onlara uyduk. Epeyce serindi. İkazlar üzerine heyetin çoğunluğu sahile çıktı; ancak Hoca ile Elçibey bütün ısrarlara rağmen dönmediler. Birbirlerine sokulmuşlardı. Aya bakıyor ve dua ediyorlardı. Bu görüntünün cazibesine kapılarak, açık kasetli teybimle ben de onlara katıldım. Artık üç kişiydik. Sonraki düşünüşüme göre, söze karışmama rağmen beni gördüklerinden de emin değildim. Durmadan, vecd halinde ve sayıklar gibi gözyaşlarıyla dua ediyorlardı: “Ya Rab! Ya Rab! Türklüğü yücelt! Türk’e güç ver Ya Rab! Hazar’ı yükselttiğin gibi Türk’ü yükselt!”
Duaya ara veriyor, şiir okumaya başlıyorlardı.
Turan Hoca’nın hafızasında bu kadar şiir olduğuna o vakte kadar şahit olmamıştım. Elçibey’in de Türkiye şairlerini ne kadar iyi bildiğine şaşırmıştım. Pek çok şairden bazı beyitler söylemiş ve Sakarya Türküsü şiirini tam metin ezbere okumuştu.
Uzun ve bitmemesini istediğimiz, harika bir geceydi. Elçibey ve Turan Hoca’nın Hazar’ın yükselişiyle yükselen heyecanları denizden sonra, kıyıda bir lokantada ıslaklığa aldırmadan daha birkaç saat sürdü.
O akşamdan yazılacak pek çok şey vardı. Prof. Şaban Karataş’la Elçibey arasında geçen Atatürk münakaşası da bir başka ilgi çekici görüşmeydi. Muhtevası kitap hacminde verimli bir akşam yaşamıştık.
Garip ve acıdır, bu güzel seyahatle ilgili iki kaybım var: Maalesef, o entelektüel akşamı da anlatan, gezi intibaları halinde yazdığım bir küçük kitap hacmindeki dosyam, Halil Açıkgöz’ün ihtimamına rağmen dizgide kayboldu. Sanırım, başka yazan da olmadı. Bunlar içinde ses kaydı olarak sadece Hazar’daki o yakarışı hatırlıyorum; Ne yazık ki o gecenin sabahında o kaset de elimden gitti. Oda arkadaşım Doç. Dr. Ahmet Ali Arslan (Garip Kafkaslı adıyla pek sanatkârane desenleri vardır), bir suret çıkarmak için benden aldı ve akşam saatlerinde de kaybettiğini söyledi.
Muhtemeldir ki, bu kayıpların 31 yıldır içimden çıkmayan acısıyla bu hatırayı seçmiş oldum. Sonraki seyahatlerde, hemen her zaman televizyon programları için katıldığım ve bütün zamanımı alacak kadar çok program yaptığım için not almakta ve sonra da yazmakta ihmalkâr davrandım. Televizyonculuğun vazgeçilmez tebliğ değerine karşılık, edebî derinliğe ve serbest yazmaya müsaade etmeyen tarafını bu vesileyle not edersem, kendimi temize çıkarmak istediğimin düşünülmesini istemem. Her halde yazmalıydım. Tembelliğimi, ihmalimi, -hatta derseniz- gafletimi üzüntüyle, mahcubiyetle kabul ederim. Bugün bir kere daha yanarak anlıyorum ki Hoca’yı anlatacak şeref levhalarını vermek için olsun yazmalıydım!
Bir insan değil bir ordu
Turan Hoca’nın bir ömre sığdırdığı işler, gelecek zamanlarda çok konuşulacak, yazılacak, işlenecektir. Buna şüphe yok. Bir insanın çok insan ettiği, hatta bir ordu gibi çalıştığı, ordular sevk edecek bir ruh taşıdığı ve o ruhu kütlelere aşıladığı çok söylenecektir. Yaptığı işleri listeler halinde görmenin bile, gelecek nesillerde hayret ve hayranlıkla bir ileri atılış heyecanı yaratacağı bugünden rahatlıkla ifade edilebilir.
Bir husus çok önemlidir: Bu işlerin yapılabilmesinin şifresi Hoca’nın idealizmidir. Hedefe dik giden, çelmelemelere aldırmayan, dedikodularda, olumsuz düşüncede asla konaklamayan bir ruhun kendi kurgusuyla çalışmasının sonucudur. Buradan çok açık anlaşılır ki Hoca, yapıcı bir karakterdir. Yıkıcı unsurları bünyesinde barındırmaz. Böyle negatif engellerde enerji kaybetmek istemez. İşini kendi imkânlarıyla, ama daha çok çalışarak ve yorularak kendisi görür. Bütün büyük adamlarda, özellikle idealistlerde bu karakter görünür. Peygamberler, veliler, büyük şairler, yazarlar, düşüncede çığır açanlar, hâsılı her sahanın önderleri böyledir. Başkasının yardımıyla değil, kendi iç kuvvetleriyle bu yollara girerler ve başarırlar.
İstanbul Üniversitesi’ndeki törende aziz tabutu başında konuşanlardan Kırım Türklerinin lideri Mustafa Cemiloğlu, bu yapıcılığa başka bir yönden dikkat çekmiş ve demişti ki: “Az önce dinlediğiniz biyografiyi 25 insana dağıtsak yine de her birinin çok parlak bir biyografisi olur.” Hâlbuki çok kısa hazırlanmış ve her şeyi vermeyen bir biyografi okunmuştu.
İdealizminin aksettiği cenaze
Cenazede bunu hissettim. Hoca, göçüşüyle bir tür millî birliğe yol açtı. Fatih Camii avlusu bu koalisyonun mekânıydı. Türkiye’nin üç büyük partisinin mensupları oradaydı. İkisi Genel Başkan seviyesinde temsil edilmişlerdi. Meclis Başkanı oradaydı. Her zaman ve zeminde Türk milliyetçisi Müzisyen İlham Gencer, gençler gibi tabutun başında nöbet tuttu. Orhan Gencebay, Serdar Gökhan ve sanat dünyasının pek çok ismi Hoca’yı yolcu etmeye gelmişti. Silivri’de yatanlardan bazıları da çiçekleri ve mesajlarıyla oradaydılar. Türk Dünyası’nın pek çok yerinden temsilciler oradaydı. Nerede bir Türk varsa ayağına gidip onunla kucaklaşan bu Büyük Türk’ü uğurlamaya gelmişlerdi. Fatih Camii’ni dolduran büyük kalabalık, kendisi için çalışan büyük millet evladına vefasını böyle gösteriyordu. Cenazeyi kıldıran Doç. Dr. Emin Işık Hoca’nın müstesna değerdeki sözleri de bu birlik havasını tamamlıyordu. Ben buna bir millî koalisyon demek istedim.
Yine cenazede düşündüm: Hoca’yı, idealizmi bir yere bağlardı; bu tarafıyla hep birileriyle beraberdi. Diğer taraftan kalabalıklardan kopuşu gerekli kılan ideal yapıcılığı onlardan ayırırdı. Hem büyük kalabalıklarlaydı, hem de sanki başka bir yerdeydi; çünkü başka bir mayadandı. Esrarengiz bir oluştan bahseder gibi olduğumun farkındayım. Öyledir, bize benzer görünürse de onun harcı başka türlü karılmıştı. Büsbütün başka, hem bizim gibi, hem de yukarda bir yerdeydi.
Esasen bilinmeli ki bu kazanılmış bir hal ve sıfattır.
Can pahasına, canlar pahasına kazanılmış şerefli bir ideal tacıdır. Bu gül, çok az kimsenin bahçesinde açılır ve çok daha azında mis gibi kokar. Bu gülün adı, tadı, kokusu hemen görülmez, duyulmaz, yıllar içinde ağır ağır ve sine sine gelir.
Hoca, onlardandı. Onu yaşarken tam olarak göremez, duyamazdık. Hoca’nın mevsimi şimdi başlıyor. Geleceği mayalayanlar arasında onun Türk gibi parlayan ışığını göreceğiz.
Büyük dağlar bahara geç kavuşur
Evet, onun mevsimi şimdi başlıyor. Büyük dağlar bahara geç kavuşur. Bir yıldızın ışığı milyarlarca yıl öteden gelir. Toprağın tohuma can vermesi, akşamdan sabaha dar bir zamana sığmaz. Öyle haller olur ki bu neslin ektiğini sonraki nesil biçer. Mühim olan, toprağı bakımsız, susuz ve tohumsuz bırakmamaktır. Ve nihayet öyle bir sevgiyle insanı, hayatı, toprağı, cemiyeti mayalamaktır. Bunu yapanlar, yüz yılda bir gelen yenileyicilerin hemen yanı başında yer alır ve hatta onlardan olurlar.
Hoca, o kafiledendi. Onu yaşarken tam olarak anlamak mümkün olmazdı. Zihni ve zevki küçük şeylerde karar eden büyük kalabalıkların çelik bir irade ve sabırla ördüğü yapıdan habersiz olması normaldi. Hatta okumuşların, memleketin önde gidenlerinin de onu gerçeğinde yakalamaları düşünülemezdi. Onun her an bir iş peşinde, yapısını örmek için çırpındığını bizler görür, duyar, içinde bulunur, fakat anlayamazdık. Bir veya birkaç noktadaki dikkatini fark edenlerimiz bile talihli sayılırdı. Çünkü birçok cephede yeri ve izi olan Hoca’nın hızına yetişebilecek bir zihin ve gönül kurgusu, ancak onun gibi ender gelen öncülerde bulunurdu.
Göçüşünün beşinci günü hayal meyal sezdiğim buydu: Onu kendi gerçeğinde anlayabilmek için, bize bizim gibi sade bir insan görünen aziz varlığının ebediyete çekilmesi lazımdı.
Aslında, yazılanlara, söylenenlere bakılırsa, Hoca’yı doğru vasıflandırdığımız açık. Türklük ettiğini “Türk Dünyası” dediği büyük camiayı aşkla sevdiğini, hizmetlerine koştuğunu, kendisini bu üstün fikre adadığını söylüyoruz. Bundan dolayı, “Günümüzün Korkut Atası” dendiğini de içimiz tam bir inanışla tasdik ediyor.
Hocam nerede… Biz nerede…
Bütün bunlar doğru. Fakat bana kalırsa, asıl sıkıntı da burada başlıyor. Biz, ezici çoğunluğumuzla, sadece bunları söylüyor ve başka bir şey yapmıyoruz. Bir işe koşulmaktan ziyade, bu doğruları sözle tekrarlamanın verdiği ferahlamayla yetiniyoruz. Kitabı yüzünden okuyor, içine giremiyor, manasından uzağa düşüyoruz. Yeni zamanların argosuyla söylersek, “hayatı ıskalıyoruz”.
Televizyonculuk ettiğim uzun yıllar boyunca, kitaplarda bulunmayan insan ve hayat gerçeğinin asıl yönlerine bir açıdan daha dikkat eder oldum. Şimdi o dikkatin bir yansıması olarak söylüyorum: Bu işin başka bir yönü daha var. Yapılmış, edilmiş, yapılmakta ve edilmekte olan işler üzerinden sanki takdir makamı gibi hükümler vermek cüretini gösteriyoruz. “Biz kimiz, Hoca kim?” demiyoruz. “Biz neredeyiz, Hoca nerelerde doludizgin at koşturuyor?” demiyoruz. Söylenmiş hazır sıfat ve cümleleri peşin peşin sıralıyoruz. En hafifinden kolay tatmine yöneliyoruz. Muhtemelen ucuzluk ediyoruz
Burada anlama gayreti de, anlama ve bilme de yoktur. Bize güzel görünün bu halimizin gerçekte bir ayak bağı olduğunu bilmediğimiz noktada, Hoca’yı anlamış olmadığımızı çok düşündüm. Bu hususu Hoca’yı anarken, bir vazife gibi söylemek ihtiyacını duyuyorum.
Kütleye adanmış ruh
Hoca, iş yapardı. Yapanları da mutlaka görür, teşvik ve takdirlerini söylerdi. Bu, ona hiç şüphesiz çok yakışırdı. Kenarda durup seyreden ve ahkâm kesenlerden, -söylemese de- hazzetmezdi. Onu en fazla sevindiren şey, birinin iyi bir iş yapmasıydı. Nasıl heyecanlanır, nasıl zevklenir, nasıl konuşurdu… Görülesi bir durumdu. Böyle hallerde dilinden akan “aferin”in tadı yeterdi. Orada kalmaz, konuşur, söyler, zevklendikçe zevklenir ve her kelimesinden ruh akardı.
Yazıya başlarken, kendime sorduğum sorulardan biri öne çıkmıştı; şimdi de beni bırakmıyor: “Acaba Turan Hoca, kaç kişinin elinden tutmuş, kaç kişiye şu veya bu konuda yardım etmiş, kaç kişinin hayatını değiştirmiştir?” Bu sorunun cevabını pek tabii hiç kimse tam rakamla veremez. Ancak, yakınında bulunanların,” Binlerce insanın elinden tutmuş, binlercesine yardım etmiştir…” cevabından şaşırmayacaklarından eminim. Beni de onlardan sayabilirsiniz. Ne zaman ziyaretine gitsem, üç beş kişi yardımını istemek için oradadır. Telefonların önemli bir kısmı da yine derdine derman arayan kimselerdendir. Yıllardır, hiç birinden şikâyet ettiğini, “Bırakın da işimize bakalım!” dediğini duymadım. Mutlaka bir şeyler yapar, takip eder, olduysa sevinir, olmamışsa üzülürdü. Yapamayacağı bir şeyse, muhatabını hoşlar, yol gösterir ve ikramlarla uğurlardı
Zihnim, bu mesele üzerinde çok durmuştur.
Hoca, bir siyasetçi ve bürokrat değildi. Geniş imkânlar içinde yüzen, bol paralı bir vakfın başında da değildi. Yaptığı, devlet büyüklerinin takdir ettikleri, benimsedikleri, destekledikleri bir iş de değildi. Bunlardan dolayı itibar edinmiş ve kendine müracaat edenlere yardım edebilir konuma gelmiş de değildi.
Vardığım bir netice vardı; şöyle düşünürdüm: Hoca, kendisi için bir şey isteme zilletine asla düşmeyecek bir fedaî ve serdengeçtiydi. Derdi olan adamdı. Kütlelere adanmıştı. Asıl kuvvet buydu ve ondaydı. Dikkate almamazlık edilemezdi. Kendisi için yaşamayan bir büyük insana adı konmamış bir hayranlık beslenir, kıskanılır, yolu kesilmeye çalışılır, ama dediği mutlaka dikkate alınırdı.
Bu meselenin merak edilecek bir tarafını da yazmış olayım: Hoca, elinden tuttuğu ve bir yere gelmelerine sebep olduğu kimselerden vefa görmüş müydü? Bu soru, aslında Hoca için yanlıştır; çünkü bir bekleyişle onlara el uzatmazdı. Yapar ve geçerdi. Pek çoğunun vefa bahsinde iyi imtihan vermediği de belliydi. Üstünde durmaz, içten içe üzülse bile bunu dillendirmekten hiç hoşlanmaz, taleplere yetişmek için değişmez gayretini gösterirdi.
Öyle bir karakter abidesi
Israrla yazmak istediğim husus, Hoca’nın karakterini veren yaşama örnekleri ve prensipleridir. Onu ancak bu noktadan tanıyabileceğimizi düşünmemin başka ve hayatımız için çok temel sebepleri var: Cemiyete, özellikle çocuk ve gençlerimize örnek insan ve örnek hayatlar göstermekte sıkıntı yaşadığımız bir gerçek. Dünün örnekleri bile, herkese ve her kesime hitap edemez ve bazı bakımlardan tel tel dökülürken, bugünden isimler çıkarmak ve kamuoyunun dikkatine getirmek olmazsa olmaz işlerdendir.
Hoca’nın, bu manada şahane bir örnek olduğunu düşünmek ve söylemek gönlümü okşuyor. “İşte, bu adam bir ahlak abidesiydi!” diyebiliriz. Dosdoğru bir sözdür. Kimseyi aldatmamıştır. Kimseye hile, desise düşünmemiştir. Kimsenin malında canında, ırzında gözü olmamıştır. Şahıs hukukunda böyle davrandığı gibi, devlet ve millet haklarında ayrıca dikkat kesilmiş, yiğit sesini yükseltmiş, yeri göğü inletmekten çekinmemiştir. Evet, el hak doğrudur: Hoca bir ahlak abidesiydi.
“İşte bu adam, hak ve hakikat gözetmekte ömrünün her devresinde titizlenmiştir.” diyebilir ve yine doğru söylemiş oluruz. Dahası vardır: isteseydi sayılı zenginlerden olabilirdi. Bu kadar kıvrak bir ticari zekâsı da, pratiği de, her türlü donanmışlığı da vardı. Fırsat ve imkân bulmakta sıkıntı yaşamadığı halde bu yolu da tercih etmemiştir. Tercihi, zorun zorudur; sevgili gerçek şudur ki, o ruhu ancak bu adanmışlık doyurur: Kendisi için yaşamamıştır. Hayatını yağmaya vermiştir. Kendisinde olandan verdikçe vermiştir. Ve kimseye zarar vermeyi düşünmemiş, he zaman nasıl faydalı olabilirim düşüncesinde ağır yorgunluklara girmiştir. Bunlar da onunla ilgili ferah bir gönülle söylenecek doğrulardandır.
Turan Yazgan, hiç şüphesiz büyük bir idealistti. İdealist adamın en büyük vasfı, kendini bir fikre ve onun gerektirdiği işlere vakfetmesidir. İdealist, peşinen adanmış bir ömür sürme kararında, sözü ezelden kesilmiş, kanı bu uğurda helal edilmiş insandır. Her yiğidin harcı olmayan bir iştir. Öyle sanıldığı gibi çok sayıda idealist de çıkmaz. Önde giden bu şaşmaz karakterler azdan azdır. Sonra, derece derece diğer inanmışlar gelir.
Hoca, muhakkak ki başı çekenlerdendi.
Hoca’nın ideali, Türklüğün tarih içindeki ihtişamını tekrar yaşaması ve dünyaya düzen verir hale gelmesiydi. Bu büyük duygu ve iman idealine nasıl ulaşılacağı konusunda zamanın bütün araç ve gereçlerine ihtiyacı dillendirirdi. Dün en büyük olduğumuzda, sanayide, üretimde ve çok yönlü yönetim araçlarına hâkimiyette bir numaraydık. Kurucu ve yapıcıydık. Kimse bu konularda bizden ilerde değildi. Yarın da öyle olacağız. Olmak zorundayız. Bunun ilk şartı bilmektir. Tarih bilmektir. Edebiyat bilmektir, müzik bilmektir, iktisat bilmektir, işletme bilmektir. Türk gibi temiz Müslüman olmaktır.
Bilmek ve yapmak lazımdır
Bilmek de yetmez: Yapmak lazımdır. Mesela Türk, dün olduğu gibi, ordusunun her türlü levazımını en yüksek seviyede kendisi yapacaktır. Başka çare yoktur. Hiçbir millet, başka millet ve devletlerin insafıyla ayakta kalmaz. Büyük milletler için zaten böyle bir düşünce söz konusu olamaz. Hele Türk için, varlığını koruma güç ve iradesi mutlaka kendisinde olacaktır. Çünkü Türk, dünyaya insanlık nedir öğretenlerdendir. Çünkü Türk, kıskanılan ve ebediyen kıskanılacak bir millettir. Özellikle ayıbı boyunu aşan, arızaları dağlar kadar, sömürgeci, işkenceci, vahşi ve barbar Batı bu kıskançlığı gösterir. Türk’ten yediği dayağın ağrısı da halen geçmemiştir, geçmez.
Hoca, bu düşüncelerle Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nı kurmuştur. Bu müessese, sayıları on binleri bulan vakıflardan biri sırasında değildir. Asıl manasında kendisini vakfetmiş Türk’ün büyük evladı Turan Yazgan’ın bir ileri hamlesidir. Çok yönlü düşünülmüş esaslı bir projedir. Projeler yekûnudur. Ergenekon’dan çıkma teşebbüsüdür. Söğüt’ten yayılma azminin şuurlu bir devamıdır.
Hoca’nın vefatından hemen sonra yazdığım iki yazıda da vakfın adının bendeki tedailerini söyledim. Israrla ve kuvvetle söyledim: Yine tekrarlamak ihtiyacındayım; çünkü son zamanlarda, Türklük üzerinde derin şüpheler oluşturma kampanyaları ısrarla devam ettiriliyor. Akıl almaz cehaletler sergilenmesi bir tarafa, tarihin en şerefli milletlerinden biri, kendi çocukları eliyle paralanmak isteniyor. Türkün, bin yılların içinden bugüne her şeyini verme bahasına taşıdığı hâkimiyet hakları tartışılıyor ve biz seyrediyoruz. Hoca, seyirci kalmazdı. Kurduğu vakıf da bütün hücreleriyle bu sese koşulurdu.
Türk Dünyası adı üzerinde özellikle durmamın böyle aktüel ve sancılı bir sebebi de var.
Sanırım, bu vakte kadar böyle bir değerlendirme düşünüldüyse bile söylenmiş değildir. Bundan dolayı tekrar bu konuya döndüm.
Hoca’yı bu çerçevede anlamak gerektiğini düşünürüm. Ruhunu şad edecek olan da bu uğurda çalışılmasıdır. Zaten, ektiği tohumların yeşermemesi mümkün değildir. O inancın ve bir ömür yüksek duyuşla, nerede bir Türk varsa kucaklamanın kuvvetli rüzgârı dinmez. Hedefe ok gibi dosdoğru giden Hoca’nın açtığı yol kapanmaz. Yol elbette millet hayatının her devresinde açıktı. Hoca, o millet yolunun maruz kaldığı zelzelelerden, çığ düşmelerinden, kör kazmanın darbelerinden oluşan tıkanıklığı aşma azmine yol açtı. Bıkıp usanmadı. Lügatinde karamsarlık yoktu. Ümitsizliği haram bilir, esintisinden de hoşlanmazdı. Başaramama düşüncesi de onun için küfürdü. Türk’ün geleceği muhakkak parlak olacaktı.
Hiç şüphe yok ki Allah’ın överek yarattığı millet, yine
O’nun sevgilisiydi. Dünya karşısına dursa, yine buna inanır ve Türk yaratılmanın üzerine büyük bir sorumluluk ve vazife yüklediğini söylerdi.
Nesilleri izinde sürükleyecek bir örnek
Esasen, Turan Hoca, bu ve benzeri ifadelerin duyurduğu mananın ötesine geçmiş, şaşırtıcı bir ruhtu. Onun cümlelerine benzer bir cümle ile söyleyeyim: O ruhun duygusu nesilleri peşinde sürükleyecek bir örnek olarak gün günden gücünü kuvvetini artıran bir fikri mayalar, mayalayacaktır.
Hoca, Frenkçeden alınma rol-model sözüyle kastedilen manadan öte bir örnek insan olarak yolumuzu aydınlatan öncülerdendir.
Yaşarken onu tam olarak duyamaz, anlayamazdık. Hoca’nın mevsimi şimdi başlıyor. Hayatın kanunu bu: Baharın diriltici hamlesi yüce dağlara geç geliyor.
Bu yazı A. Yağmur TUNALI’nın “Gittiler” adlı çalışmasından alınmıştır.