Bahtiyar Vahabzâde ile Tunalı Hilmi Caddesi’nde yürüyorduk. Çoktandır gözlediği bir konuyu duyurmak ister gibi, “Yağmur can, yanımızdan geçenler hep Türkçe konuşuyorlar” dedi. “Bunda ne fevkalâdelik var” der gibi baktım, devam etti: “Sen de eski Sovyet ülkelerini gördün. Bakü’de ve başka Türk şehirlerinde Türkçeden çok Rusça duymuşsundur. İçin parçalanmıştır. Burada herkesin Türkçe konuşmasının manasını ve vereceği zevki sen ben biliriz. Bu manzara beni çok gururlandırıyor ve sevindiriyor. Bağımsızlığın ne demek olduğunun şaşmaz işareti budur işte…”.
Türkçenin büyük âşığı bunu demekle kalsa iyiydi. Tadımızı kaçıran bir dikkatini de acıyla kıvranan bir ruh parçalanmasına benzer ifadelerle söyledi: ” Yalnız Yağmur, şu tabelalar nedir Allah aşkına? Bunlarda Türkçe isim ara ki bulasın! Dil bilmeyen biri gelse, kendini bir batı ülkesinde zanneder. Yahut bir İngiliz sömürgesinde. Bizim büyük Türkiyemiz sömürge mi? “ Bu hadise yirmi dört yıl önce yaşandı. O kahroluş anlarına şahidlik ettiğim için, sonraki zamanları görmeden gidişinde bir teselli bulacağım geliyor. Koca şair, iyi ki bugünleri görmedi. İyi ki son yıllarımızın inşaat furyasında ne yıkımlar geçirdiğimizi yaşamadı. İyi ki şu “plaza”larda kalmak mecburiyetinden kurtuldu. İyi ki “tower”larda dostlarının“ofis”ini arayanlardan olmadı. İyi ki, hemen her gün televizyon reklamlarına düşen onlarca inşaat reklamında,“lansman” fiyatlarından bahseden filan veya falan Frenk kelimesinden isimalmış “site”ye müşteri arayan sömürgeci oyuncağı firmaların at oynattığına şahid olmadı. Türkçesizliği duyup uykusuz geceler geçirmeye mahkûm olmadı. Yaşasa ve bunları görse, eminim bir daha Türkiye’ye gelmek gerektiğinde on defa düşünecek ve ayağı geri geri gidecekti.
Ekonomimiz -artık iktisad demiyoruz- son on yılda inşaata dayalı. Lokomotif sektör inşaat. Bu bir tercihtir. Doğrusunu yanlışını bilenler ve yönetenler tartışsınlar. Benim dokunacağım husus kültür tarafı ve o bakımdan yaşadığımız ağır yıkım. Evet, ağır bir yıkım. Bu seçim büyük bir dil felaketine zemin hazırladı. Bağıra bağıra gelen bir felaketi kamuoyumuz fark etmedi, fark etmiyor. Çünkü maalesef dilin bütün bir millet demek olduğunun farkında değiliz. Dil deyince sadece günlük konuşmayı, o çerçevedeki anlaşma aracını anlamamak gerektiğini bilmiyoruz. Bütün bir tarih, kültür, hayat dilde yaşar ve dilde ifadesini bulur. Bu şuuru edinmedik.
Bir dikkatli gözün veya daha iyisi dilcilerimizin son on yılda yapılan bütün büyük binaların adlarını sıralayıp ne kadarının Türkçe olduğunu çıkarmasını isterim. Görülecektir ki, durumumuz hiç de iç açıcı değildir. Sanki bir kültür ve dil mandasını yaşadığımızı düşündürecek haldeyiz. Yaptığımız binalara koyduğumuz isimler çok zaman tamamen yabancı dildedir. Horizon Life, OneTover, Next Level gibi. Bunlar, bir dil ve kültür işgali görüntüsüdür. Çok zaman kendi varlıklarıyla hiç değişmeden gelip hayatımıza konmuş, ne manaya geldiğine de pek bakılmayan, ayrık otları gibidirler. Bazen de Türkçe veya Türkçeleşmiş kelimelerle beraber kullanılan yabancı kelimelere rastlanıyor.Bunların nasıl bir anlam bozukluğuna yol açtığı ayrı bir başlıktır. Park Vadi, Boğaz Kule, Refah Site gibi. Rezidans Konseptinde Daireler… daha bilmem neler… Benim böyle yazdığıma bakmayınız, imlâsı da “residance” şeklinde. Öyle anlaşılıyor ki, Zemzem Tover sadece Arap işi bir görmemişlik değildir. Biz de onlarla yarışıyoruz.
Dil meselelerini kelime üzerinden konuşmanın yanlışlığını biliyorum. Diller kelime alır verir. Bizimki gibi büyük diller çokça alır verir. Dediğim o değil.Yukardaki örneklerde bozulan dilin sentaksı(yapısı)dır ve sesidir. Çok bilinen bir misal üzerinden söyleyeyim: Yüzyıl önce Fransızca kanal kelimesini biz de kullanmaya başladık. Mesela Panama Kanalı, Süveyş Kanalı dedik. Kelime aldık ama gramer kuralı almadık. Bu kullanışta Türkçenin yapısını bozmadık. Yaptığımız tamlama Türkçedir. Birkaç yıl önce Karadeniz’den Marmara’ya ikinci bir kanal açmayı düşündük. Adını ne koysak iyi: Kanal İstanbul. İstanbul Kanalı desek Türkçe olacak. Demedik, diyemedik. Dediğim bu tarz dilin mantığını, düşünme şeklini değiştiren, bin yılların yerleşik sağlam dil yapısına kasteden kullanışlar.
Diğer temel bir nokta, geldiğimiz çoraklığı düşündürme bakımından önemlidir. İnsana, eşyaya, mekâna ad koymak diller için temel meseledir. İnşaat çılgınlığında bir başka çılgınlık Türkçe ad koyamama veya ondan kaçma şeklindedir. Milletlerin yaratıcılığı burada da kendini gösterir. Mesela, Rumeli’yi fetheden Türk orduları önce aldıkları yerlere bir ad verirlerdi. Kurdukları şehir, kasaba ve köy adlarına bakınız, Türk’ün dil zevki ve medenî kabiliyeti parıl parıl parlar. Hepsinde bir yüksek kültürün izleri duyulur. Biliniz ki adını koyamadığınız şey sizin değildir. Sizden olsa bile sizin görünmez. Fâtih atalarımız her yerin adını da değiştirmezler. Yalnız sesini değiştirler. Mesela Smirna, İzmir olur. Her aldıkları kelime için de durum bundan farklı değildir. Bugün kelimeleri aynıyla alıyor ve sesini de İngiliz, Fransız gibi söyletmek için dayatıyoruz. Bu illâ şöyle söylenir diyoruz. İyi veya kötü telaffuzuna dikkat ediyoruz. Bu halimizle o kelimenin Türkçeleşmesini de önlüyoruz. Aksine Türkçeyi onlara benzetmek istiyoruz. Dil dikkatimiz tam tersine işliyor. Kendimizinkini kim nasıl anlarsa anlasın, kim nasıl söylerse söylesin, ama aman İngilizce Fransızca onlardan farklı söylenmesin.
Kaldı ki biz yeni yerler fethetmiyoruz. Kendi vatanımız üstünde diktiğimiz binalarla yeni tapular oluşturuyoruz. Ağır bir kelime seçtiğimin farkındayım. 1000 bina diker ve 800’ünü başka bir dilden adlandırırsanız başka bir aidiyet arıyorsunuz demektir. En azından kendiniz olmaktan hoşlanmıyor veya kaçıyorsunuz demektir. Bu, milletler için üzerinde durulması gereken bir temel sapmadır.
TRT’de, benim görevde bulunduğum zamanlarda şimdi yayınlanan inşaat reklamlarının çoğu yayınlanmaz, en azından bir hayli zorluk çıkarılırdı. O zaman da dil dikkatimizin zayıflığını söyler üzülürdük. Şimdi sanki hiçbir engel kalmamış görünüyor. Anlatmak için futbol tabiri kullanmaya mecburum, çünkü başka türlü büyük kitlelere anlatmak mümkün olmayacak. Düşünün ki bir zamanlar takımlarımız daha zayıftı. Kalemizde çok gol görürdük. Şimdi beter haldeyiz. Her gelen top kaleye giriyor. Türkçe bakımından bu kadar gümrüksüz, kontrolsüz, dertsiz durumdayız. Niçin bu kadar yabancı kelimeye düşkünüz? Dilimiz mi yetersiz? Bir binanın adını veremeyecek kadar mahrumiyet içinde miyiz? Dünyanın en büyük dillerinden biri bu hale mi düştü? Bu soruların hiçbiri güzelim dilimiz Türkçe için sorulamaz. Bunca kayba rağmen, hala dünyanın büyük dilleri arasındadır. Her türlü ifadeye, şiire, yazıya, sosyal ve fen ilimlerine yetecek bir hazinedir. Her eksiği, her yeniliği tamamlayacak kudreti vardır. Yalnız, bugün bir şey yoktur: Okumuşlarımız, yönetenlerimiz, bütünüyle kamuoyumuz, Türkçe’nin sevgisinden uzaktır. Dilimizi seviyor olsaydık, bizde sıra sıra yükselen yeni binaların adını başka dillerden arama şehvetine kapılan inşaat firmaları olmazdı. Onlara yol açan, izin veren, alkışlayan yöneticilerimiz bu şuur dışı işe izin vermezler ve hoş görmezlerdi. Türkiye’yi bir sömürge havasında gösteren bu çılgın gidiş, kendinden kaçış halini almazdı.
Bunun sebebi bellidir: Kendimizi sevmiyoruz. Bizden iyi bir şey çıkmaz diyecek hale geldik. Çünkü ana fikrimiz, -tekrar etmekten utansam da söyleyeceğim- “bizden bir şey olmaz” düşüncesi. Çünkü gün yirmi dört saat kendimizi hırpalamakla meşgulüz. Çünkü tarihimize, büyük geçmişimize, dünyayı yönettiğimiz o muhteşem devirlere bile şüpheyle bakar olduk. “Bizi bu hale getirdiler. “Hayır, hayır binlerce kere hayır: Buna biz sebep olduk. Bu durumu kabullendik. Dikkat edin, okumuşlarımız bu aşağılık duygusunu on yıllardır en yüksek perdeden yayarlar. Yönetenlerimiz de onlardan çıkar ve bu sanki bir gerçeklikmiş gibi işlenmeye ve en ağır şekilde yaşanmaya devam eder.
Velhâsıl, bu inşaat furyasında yaşadığımız dil ve kültür kıyımını fark edemeyecek hale geldiysek, kurbağa ısıtılmıştır. Kendini değersiz, diğerlerini değerli kabul etme psikolojisi öyle kolayına gelmez. Birileri trilyon dolarlar harcayarak bu sonucu elde edemezlerdi. Bu aşağılık duygusunu pekiştiren biziz. İnşaat furyası bu değersizliği artırdı. Firmalarımız yabanın yeniçerisi gibi davrandı. Devletimiz de gaflet gösterdi. Keşke, “Arena” kelimesini sevmeyen devlet büyüğümüz, “Nedir bu hal? Artık, binalarımıza, dükkânlarımıza Türkçe isim koyacağız. Burası Türkiye’dir ve tam bağımsız bir memlekettir. Kararımız budur“ deseydi. Bu konuda kanun, tüzük, yönetmelik ne eksiğimiz varsa tamamlamaya girişseydik. Gerçi, buna da gerek yoktu. Daha iyisi, bir dil dikkati, sevgisi uyandırmaktı. Bunun için topyekûn bir tarih sevgisine ihtiyaç olacağı açıktı.
Keşke Sur İçi İstanbul’unun görüntüsünü bozan yüksek binaları makul ölçüye getirin şikâyeti yerine, bir imar fikri, şehir ve çevre şuuru edinebilseydik. O zaman bu inşaat yıkıcılığı azdan aza inerdi. Belki Türkçe dikkatine ve şuuruna yol alırdık. Arada bir duyulan “Şunu yapın, bunu yapmayın” talimatı ne yazık ki bozgun ateşine su dökmüyor. Dökme suyun ve talimatın şuur getirmeyeceğini biliyoruz. Şuur olsa zaten bu duruma gelmezdik. Her fırsatta örnek verdiğimiz batı ülkelerine bakınız. İngilizcenin amansız üstünlüğüne karşı dillerini her türlü korumaya alıyorlar. Özellikle büyük diller. Almanca ve Fransızca için alınan tedbirleri biliyoruz. Dil şuuru en yüksek ve nobranlıkta üstlerine olmayan Fransızlar bile İngilizce karşısında gedik verdiler. Kanun yaparak dillerini koruma ihtiyacı duydular.
Dil sevgisi, dil zevki, millet ve devlet şuuru ile beslense en büyük tedbir odur. Diğer eksikler kanunla, yönetmeliklerle düzenlenir ve dil dikkati devamlı hale getirilir. Millî Eğitim ve Kültür Bakanlıkları bunun için vardır. Kamuoyu diplomasisi bu durumlar için de işletilir. Şaşılmasın ki, kamuoyu en çok kültür işlerinde uyandırılmaya ve diri tutulmaya muhtaçtır. Bunu yapabilenler her alanda kazanmaya başlarlar.
Yazık ki biz oraya uzağız.
Bahtiyar Vahabzade olsaydı, “ Yağmur can, Türkçe’ye itibar göstermiyorsak biz biz değiliz.” derdi. Koca Türk’ün hakkı var: Dilini sevmeyen milletinin hiçbir şeyini sevemez.
Kaynak:http://www.karar.com/gorusler/a-yagmur-tunali-yazdi-tower-isgali-altindaki-turkce-564324