Ses üzerinde pek düşünmeyiz. Hâlbuki ferdin de toplulukların da karakteri sesindedir. Yüzyıllar, bin yıllar içinde yoğrulmuş ve bugünlere gelmiştir. En açık şekliyle millî dillerde görünür, duyulur hale gelir. İnsanı ve insan topluluklarını, daha geniş manada milletleri bu sesin şifresi söyler. Şu veya bu milleti tanımak ancak bu sesin rehberliğinde mümkündür. Üstadımız Yahya Kemal, ‘iklimden anlayan bir sanatkâr’ derken, bu sesin rengini, kokusunu hisseden, kabiliyetini anlayan, yarattığı kapasiteyi sezebilen derin bir duyuşu yakalayabilen bir ruhu kastediyordu.
Türk’ün sesi, her yaratıcı millet gibi dilinden duyulur. Sanatların şâhı müzik de dilin imkânlarından doğar. Müzikte yaratılan seslerin karakteri, ayrı bir değerlendirme gerektirir ve mutlaka girişilmesi gereken bir anlama çalışmasıdır. Bunu yapacak olan da dildir. Bizim için bu da yapılmamış bir iş, görülmemiş bir vazife halde durur. Vesselam, Türk’ün ses atlası da çıkarılmış değildir.
Bilmiyoruz
Bugünü kurmanın ancak bu tür anlamalarla olabileceğini düşünmek lazımdır. Bilinecek çok şey var. Üstü açılmamış çok mesele var. Çözülmeyi bekleyen nice problemin kaynağı, incelenmemiş, ana hatları bile tam belirlenememiş koca bir tarih olabilir. ‘Olabilir’ dediğime bakmayınız, öyledir. Türk çocukları her alanda sayıya gelmez konuyu bu tarih perspektifinden hayatımıza getirecekler. Başka yol yoktur. Kimse bize bizim değerlerimizi bulmak ve göstermek için istekli görünmüyorsa, bunda şaşılacak bir şey yoktur. Biz bulacağız. Üzerinde oturduğu hazineyi fark etmeyen müflis edasıyla yaşadığımızı fark etmek zorundayız.
Bizim bu konularda pek fazla düşünmeyişimiz esaslı bir meseledir. Öncelikle yapıp ettiklerimizi anlatmak hususunda bizi isteksiz davranmaya götüren ruh halimizle ilgilidir. Milletimizin böyle bir tarafı vardır. Hep hareket halinde ve seferde oluşumuz, fazlaca durup düşünmeye ve yaptıklarımızı anlatmaya fırsat vermemiştir. Bu doğrudur, fakat açıklayıcı tek doğru değildir. Bunda bir çeşit tenezzülsüzlük de vardır. Milletimizin yapısında tarihen böyle bir tercih yerleşmiş görünür.
Yapmak kadar anlatmak da lazımdı
Ne yazık ki uzun uzun yazmayı, anlatmayı sevmeyiz. Konuşmayı, sözü sohbeti sever, kaydetmeyi ve yazmayı pek gerekli görmeyiz. Başka bir kültürdür ve analizi uzun bir bahistir. Ancak, bugünün dünyasında bizim için her zaman bir ayak bağı gibi yolumuza çıkar. Yeni hayata bağlandığımız iki asır içinde bu yorumlamayı yapabilmeli ve önce kendimize, sonra bütün dünyaya anlatabilmeliydik.
Türk çocukları, bu bilgiden ve sevgiden mahrumdurlar. Siz buna kendini tanımanın esaslı bir enstrümanından mahrumiyet gibi bakabilirsiniz. Yahya Kemal’in Hayal Beste şiiri bütünüyle bunu söyler. ‘Koca dağlar gibi’ işler gören Türkoğlu’nun bu işlerini şiire, nesre, resme, bilinen bütün anlatma ve gösterme vasıtalarına yansıtmamış oluşuna yanar. Ve sonunda bu yanışı derinleştiren o şahane beyti söyler: “Gönlüm isterdi ki mâzîni dirilten san’at, / Sana târîhini her lâhza hayâl ettirsin.”
Anlatmayışımızın, göstermeyişimizin bize getirdiği fatura ağırdır. Nesillerimiz, batı eserleriyle yetişirken, bu ana kaynaktan, anne topraktan beslenememenin yokluğunu bile hissetmezler. Kendine güven duymanın en kalıcı yolunu tanımazlar. “Bizde neden bunlar yok?” derler. Hâlbuki vardır, fazlası vardır. Eksik kalanlar ve hiç eğilmediğimiz, ihtiyaç duymadığımız alanlar mutlaka olmuştur. Yahya Kemal’in tespit ederek acı acı söylediği onlardır. Fakat biz var olanlardan ve başka milletlerde olmayan yüksek sanat ve yaşayış özelliklerinden, yarattığımız güzelliklerden haberdar değiliz. Mesela, şiirimiz bunlardandır. Avrupalıların çok yüksek bularak bize sevdirdiği mimarimiz onlardandır. Bu yazıya konu ettiğimiz ses meselesi bunlardandır.
Dilin sesi
Bizim bilmeyişimiz, bir ses yaratmadığımız manasını vermez. Âlâsını yaratmışızdır. Bin yıl dünyaya neredeyse tek başına hükmeden bir milletin, bu işi kılıç zoruyla, bilek gücüyle yaptığını düşünmek akıl işi değildir. Elbette o güç olmadan olmaz. Fakat kalıcı bir hâkimiyetin yolu bir medenî tavır geliştirmeden geçer. Yönetmek sanatının incelikleri vardır. Türk bunu en iyi bilendir. Yöneten, hayatı ve insanı bilmek ve ona göre değişen hareket tarzları ve hayat şekilleri bulmak, buldurmak, kurmak ve kurdurmak zorundadır. Bunları hayret edilecek ölçüde çeşitlilikle yapabildiğimiz bir tarih geçeğidir. Yeterince bilmediğimiz bir gerçektir. Milletimizin yaratıcılığını tanımıyoruz. Bu, vahim sonuçlar doğuracak bir güven krizi yaratıyor.
Türk’ün hayatlar kurmada bir üsluba dayandığını bilmek lazımdır. Çok özel detayları olan bir üsluptur. Estetiği kendi karakterine uygundur. Özü ve sesi dildedir. Biz harfleri bir türlü çıkarırız. Kelimelerimiz bir türlü o sesle söylenir. Cümlemiz, sözümüz sohbetimiz bu bin yılların sesiyle akar. Bizi biz yapan Türkçe’dir. Türkçe’nin sesi, bizi duyuran en açık bilgidir. Ve bu sesi duyduğumuz ve duyurduğumuz ölçüde Türk’üz. Çünkü bilirsek, bizi yaşatan o dildir. Bizi biz yapan, geçmişin hatırasını taşıyan, bütün varlığımızı yüklenen ve geleceğe taşıyacak olan da odur.
Dil, çok şeydir, bu bilinir; ancak öncelikle millî bir sestir. Koruyacağımız en büyük değer desek yeridir. İftiharımızdır. Ve dünya ölçeğinde büyük bir milletin büyük bir dili ve sesidir. Türkçe, dünya dilleri arasında en estetik birkaç dil arasında sayılıyorsa o sesten dolayıdır. Bilirsek bu ses mukaddestir. Çünkü hep söylediğimiz gibi dil bütün bir millettir.
Yine söylediğimiz gibi, bir dilin iki unsuru millîdir: Mîmârîsi (sentaksı) ve sesi. Türkçe’de, özne -tümleç -yüklem dizilişi değişmez bir karakterdir. Ve bizim kelimelere, cümleye verdiğimiz ses değerleri bütünüyle özgün bir yaratışı gösterir. Her dil için böyledir. Büyük diller için özellikle böyledir.
O ses içinde bir ses yaratanlar sesi bozarsanız, kendinizi bozarsınız.
Bu yazı yazarın izniyle https://www.millidevletgazetesi.net/ses-yaratan-millet/ sitesinden alınmıştır