A. YAĞMUR TUNALI
Neye değer verirseniz onunla ölçülürsünüz. Bizim tasavvuf erbâbı, bunu şâhâne bir formülle söylemiştir: “Talebin ne ise sen osun!” Bana öyle gelir ki insan ve toplulukların psikolojik şifreleri bu sözdedir. Fertten çevreye genişleyerek bütün ilişkilerimiz, tutum ve davranışlarımız da bunun içindedir. Ekonominin arz-talep kanunlarına varıncaya kadar.
“Talebin ne ise sen osun!”, güçlü bir kültürün hükmüdür. Öyle kolayına verilmez. Kökü yüzyıllar ötesine uzanır. Çünkü insanın talebi, içinde yaşadığı çevrenin tarihinden bağımsız değildir. O tarihi yapan da önünde sonunda kültürdür. Esasen tarih de kültürü yapar. Millet, tarih ve kültür... İskender Öksüz’ün devlet-millet-dil üçlemesindeki gibi. Gözden uzak tutulmayacak nokta burasıdır ve kendimizi, olanı biteni anlamakta bize yol göstericidir.
BİTMEYEN DERT
Bu memleket en az iki asırdır bitmeyen krizlerin içindedir. Biz bunun daha çok siyasi tarafları ve sonuçlarıyla ilgiliyiz. Hâlbuki işin esası kültür çalkalanmalarıdır. Nasıl bir insan yetiştirmeyi hedefliyoruz ve bu insan ülkeye ve dünyaya ne getirecek? Temel soru budur ve biz bu soruya alıştığımız yol ve yöntemlerle bir cevap bulamadığımız için çırpınıyoruz.
Tanzimat, bir kültür inkılâbı öngörmüştü. Daha doğrusu bir medeniyet değişikliği için topyekün bir yeniden yapılanmaya gitmiştik. Cumhuriyet bu yapılanmanın tam bir devamı ve tamamlayıcısıdır. Bu uzun dönemin en bâriz özelliği bir kültür politikasına dayanmasıdır. Sıkça gözden geçirilip yenilenmiş ve bazı dönüşler yaşanmıştır. Böyle inişli çıkışlı bir grafik vardır. Belki hüküm cümlelerinden biri şudur: Bir politikasının bulunması doğru fakat -ana eksen aynı kalsa da- sık sık değiştirilmesi ârızasıdır. Tercih edilen kültür unsurlarının doğruluğu veya yanlışlığı çok tartışılmıştır. Politik zikzaklar da buradan doğmuştur. Bunlar ayrıca işlenecek bahislerdir. Öyle veya böyle 1950’ye kadar bir kültür politikamız olmuştur. Yeni devletimiz de kendisini “Cumhuriyet’in temeli kültürdür” diye tarif ederken bu devamlılıktan hareket ediyordu. Biliyordu ki yüksek kültüre dayanmayan bir eğitim-öğretim sonuç vermez, toplum ve devlet sıkıntıya düşer. Biliyordu ki milletler için yaşama hakkının şuuru kültürle gelir. İnsanın ve toplumun kendisi olması ve kendisi kalması kültürledir. Kültür bu kadar hayati bir değerler bütünüdür.
DÖNÜM NOKTASI
Atatürk ve İnönü devirlerinin kültür hamleleri ekonomik tedbirlerle atbaşı gider. Bu çok çarpıcı bir dikkattir. Bundan dolayı, Cumhuriyet’in bu ilk dönem hükûmetleri kültür politikası olan son iktidarlarımızdı. Sonrakiler o politikaların doğrusu yanlışı üzerine dedikodu üretmekten öteye gidemediler.
“Sonrakiler”in adını açıkça koyalım: Kültür politikasının olmadığı dönem 1950 ve sonrasıdır. Sanırım bu netlikte söylenmemiş ve konuşulmamıştır. Üstelik o dönemi kutsamak yaygın bir kabul halindedir ve aksini söyletmeyiz. Halbuki Demokrat Parti’nin iyi yaptığı, çok iyi yaptığı, yapmadığı, kötü yaptığı ve yapamadığı hususlar vardır. Her tarih dönemi için böyledir.
Konuşmadığımız ve konuşamadığımız konu budur. Başımıza gelenlerin bu tutumumuzdan kaynakladığının da farkında değiliz. Halbuki konumuz açısından durum nettir: Maalesef 1950’den beri devletimizi idare eden sağ iktidarların bir kültür politikası olmamıştır. Ara ara bazı canlılıklar görülmesi politikanın varlığını göstermez. Bin Temel Eser serisi, Milliyetçi Cephe dönemlerinde (1975-77) Millî Eğitim Bakanlığı ve Kültür Bakanlığı’nın özellikle müzikte okullaşmayı başlatması gibi hareketler önemlidir fakat istisnadır, devamlılığı da işaret etmez. Kültür, Türkiye’de 1940’lardan itibaren sol entelijansıyanın tekelindedir. 1950’nin sağ iktidarı on yıllık dönemde, Arapça Ezan dinletmek, ibadet serbestliği sağlamak gibi halkı rahatlatacak unsurlarla yetinmiştir. Bunun dışında odaklandığı husus ekonomidir. Refah üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu bir gelenek haline gelmiş ve birinci mesele her zaman ekonomi olarak koyulmuştur. Burada kolayca açıklanamayacak durumlar da vardır: Demokrat Parti’nin dört kurucusundan biri büyük kültür adamı Ord. Profesör Fuad Köprülü’dür. Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhon gibi büyük şair ve yazıcılar da aralarındadır. Buna rağmen kültürden uzak durulmasını anlamak güçtür.
Bir gün Adnan Menderes, Yahya Kemal’in yaşadığı Park Otel’e gelir. Şair haberdar olunca, yakınlarından kısa bir görüşme ayarlamalarını ister. Menderes’e şairin bir maruzatının olacağı duyurulur. İlk reaksiyonu: “Herhalde Üstad paraya sıkıştı...”diye düşünmektir. Aklına şiir, edebiyat veya başka bir kültür, sanat meselesi gelmez. Halbuki Yahya Kemal’in derdi, aşk derecesinde sevdiği ve hayatının gayesi bildiği Türklük ve Türkçedir. Ayaküstü görüşmede, “Başvekil Hazretleri, şu dil meselesine lütfedip el atmanızı istirham edeceğim. Gidiş fenadır...” der ve ayrılır. Nihad Sami Banarlı, bu hadiseden sonra bile hiçbir şeyin değişmediğini, Başvekil’in bu talebin gereğine tevessül etmediğini hayıflanarak yazar.
Dahasını söyleyelim: Türk Dil Kurumu’nu ele geçiren anlayışın, en rahat çalışma dönemlerinden biri o yıllardır. Dilde tasfiyenin on yıllık dönemde daha da hızlandığı yine şaşılacak bir gerçektir. Sami Nabi Özerdim, 60 ihtilalinden hemen sonra 1961 Varlık Yıllığı’nda şöyle diyor: “Devletin ve gericilerin yıkıcı girişimlerine karşıt Türk Dili bu on yıl içinde istenilenden daha ileri bir özleşmeye vardı.” Mutlaka dikkat edilmiştir: Buradaki yüksek başarıyı ifade eden ara söz “istenilenden daha ileri”dir. Devletin bu meselede bir tavrı olsa, bu “başarı”nın gelemeyeceği açıktır. Devletin Millî Eğitim başta bütün müesseselerinde TDK anlayışı hâkimdir. Tam hâkimiyetle çalışmışlardır. Zaten bütün veriler, DP’nin kültür ve sanat alanlarında olduğu gibi, lokomotif konumundaki dille de ilgilenilmediğine işaret etmektedir.
EN BÜYÜK ESKİ ESER KIYIMI
TRT’de Yaşayan Geçmiş belgeselinin metnini yazarken karşılaştığım bir örneği de vermesem olmayacak. Hatırlatacağım büyük tarihi eser kıyımını dehşetle ve bütün detaylarıyla birçok kalemden okuduğumda anlamakta çok zorlanmıştım. Sur İçi İstanbulunun buldozerlerle kalbine giren bir imar hareketinde Ordu, Millet ve Vatan Caddesi ile Sahil Yolu ve Unkapanı Caddesi’nin açılması için yıkılan Osmanlı eserlerinin sayısı yüzlercedir. Sadece Unkapanı-Bozdoğan Kemeri arasındaki 300 metrelik yolu açmak için 53 eser yıkılmıştır. Ordu Caddesi’nde güzelim Simkeşhane, yarısı yıkılmış haliyle yakın zamana kadar o tahribin canlı şahidiydi. Yahya Kemal, Sâmiha Ayverdi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdülhak Şinasi Hisar ve Ekrem Hakkı Ayverdi’nin bu konuda yazdıkları devrin iktidarında hiçbir etki bırakmamıştır.
Bu kalemler, bu imar denen katliamın bir Fransız Mimara yaptırılmasına ve onun yolları özellikle en çok eser kaybına sebebiyet verecek yerlerden geçirmesine dikkat ederler. Dahası, Sâmiha Hanım onun itiraflarına yer verir. Hâsılı, Henri Prost’un Planı küçük değişikliklerle uygulanmıştır. Mutlaka bilinmesi gereken bir şaşkınlık örneğidir. Başka durumlar da vardır. Mesela Beyazıt Hamamı, temelindeki bir Bizans taşına rastlandığı için yıkılmamıştır. Bizans’ın bir şekilsiz taşına gösterilen itibar, yüzlerce Türk eserinden esirgenmiştir. Bir de böyle bir katmerli acı veren tarafı vardır.
Evet, DP’nin kültürle ilgilenmemesi önemli bir meseledir. Kültür ve sanat, sanki dar bir zümrenin kendi aralarında oynadıkları bir oyun gibi değerlendirilmiştir.Bütün dikkati seçim olan ve yalnızca gücü elinde tutmaya odaklanmış bir anlayış yerleşmiştir. Ve bu anlayış, belli fikir hareketlerinin ve siyasi kurum ve kuruluşlarının geleneği haline gelmiştir. Sağ bütün renkleriyle az çok bu geleneğe bağlanır.
Son altmış yedi yıl, belli başlı kültür adamlarının sağ iktidarlara kültür meselelerinde meram anlatma gayretleriyle geçmiştir. Bir dikkatli bakış bunu görür. Yüzlerce kültür-sanat adamının yüklendiği birinci görev bu ikazlardır. Acıdan acı gerçeklerdir. Yazılan mektup ve yazılar toplansa onlarca cilt tutacak külliyat eder.
Bu ağır gerçekle yüzleşmek zorundayız. Ne yaparsak yapalım, kültür temel yoksa yerimizde sayıklarız. Bir noktadan ileri geçemeyiz. İleri hamleler yapamayız. Seviyemizi yükseltemeyiz. Sanayileşmeyi bile tam başaramayız. Kalkınamayız. Orta gelir tuzağı denen yerde bile uzun süre kalamayız. Batıda, teknik alanlarda çalışanlar da dil ve kültürden imtihan edilirler. Yoksa yerli ve millî renk ortaya çıkmaz. Dil hatası yapan profesör ancak Türkiye’de bulunur. Bunun sebebi de büyük ölçüde sağ iktidarların aymazlığıdır. Turgut Özal iktidarında bu hususu konuştuğumuz planlamacı dostlara , “Turgut Bey aylık konuşmalarında kültüre de yer versin ve bir canlanmaya öncülük edilsin!” demiştim. O kadar çok söyledim ki, bir gün “Sen bir iki paragraf yaz, biz konuşmasına ekleteceğiz…“ dediler. Yazdım, taslak metni de gördüm, eklenmişti. O gün geldi, Turgut Bey o bölümü atlayarak konuştu. Sonra büyük atılım hamlelerinin sahibi, büyük kalkınmacı ve büyük zekâ Turgut Bey, piyasa şarkıcılarına devlet sanatçılığı vererek bir kültür katliâmı yaptı.
Ondan önceki Demirel dönemleri de böyledir. Milliyetçi Cephe’nin iki yılı bir istisna gibidir. Anarşi dönemin keskin ve zorlayıcı şartlarında kültür dikkati görülür. O kadardır. Daha sonraki ANAP, DYP ve son 15 yılın AK Parti iktidarında kültüre mesafeli aynı tutum vardır. Bugünü çeşitli yönleriyle ayrıca değerlendirmek lazımdır. Şu kadarını söyleyeyim, kültür bakımından en kötü dönemdeyiz. Evet, sağ iktidarların kültür meselelerine bakışı problemlidir. Bu bahis açılınca kendimi tutamıyorum. Hayatım bu meseleleri anlatmakla geçti. Daha net söyleyelim: Sağ iktidar mensuplarının ilgi alanları arasında kültür yok gibidir. Bunun için sayısız örnek vardır. Yalnızca devlet ödüllerine bakmak bile tam fikir verir. Ahmet Kaya’ya devlet ödülü veren akıldan kültür fikri çıkmaz diyebilmek lazımdır. Bunu açıkça söyleyemezsek uyanacak halimiz ve varacak yerimiz yoktur.
kaynak:http://www.karar.com/gorusler/a-yagmur-tunali-yazdi-sag-iktidarlarin-kulturle-arasi-aciktir-514825