MİLLİYETÇİLİĞİN SANATLA İMTİHANI
Milliyetçilik, entelektüel bir fikir hareketidir. Milletin değerlerine dayanır, çağın vasıtaları, ölçüleri üzerinde yükselir ve yükseltilir. Yirminci asrın başında tam mânâsıyle şekillenen Türk Milliyetçiliği böyledir. Adı konmadan vâr olan, yaşanan daha önceki milliyetçiliklerimiz de öyledir.
İmparatorluğumuzdan devraldığımız milliyetçiliğimiz, İstiklâl Harbi’ni yaptı, kazandı ve Cumhuriyetimizi kurdu. Kuruluş döneminin hemen bütün kadrosu milliyetçidir. Esasen başka türlü olamayacakları bir dönemdir. Çünkü bütün dünya üzerlerine geldiğinde anladılar ki, kendileri olmaktan ve kendilerine sarılmaktan başka çareleri yoktur. Yeni kitabım Bittiği Yerde Başlar’ın sunuşunda da ana fikir buydu. Kitabın konusu 16 ismin hayat hikâyesi de, en azından Cumhuriyet’in başlangıç yıllarından Atatürk’ün ölümüne kadar, bu yüksek milliyetçilik heyecanının devamını anlatır.
O devrin şartlarını anlamaya çalışırken şöyle yazmışım: “Balkan Harbi, Birinci Cihan Harbi ve İstiklâl Harbi esnasında yaşananlar, birkaç isim hariç hepsini medeniyetin insanî değerleri konusunda şüpheye düşürmüştür. Medeniyetin mümessillerine “tek dişi kalmış canavar” diyerek öfke duyan sadece Âkif değildir. Neticede, tamamına yakını “Biz Türk’üz ve sizin vahşetinize ebediyyen karşı duracağız!” demişlerdir. Emin Bülend Serdaroğlu’nun beyti de bunu söyler:
“Garbın cebîn-i zâlimi affetmedim seni!
Türk’üm ve düşmanım sana kalsam da bir kişi!”
Merhum Yılmaz Öztuna’dan defalarca dinlediğim bir anekdot da benzerleri gibi bunu söyler. Hocası, büyük müzikolog, Türk Mûsikîsi Kimindir yazarı, son Osmanlı Şûrâ-yı Devlet Reisi (Danıştay) Hüseyin Sadeddin Arel’in kütüphanesi, Fransızca eserlerle doludur. İstanbul’un işgalinde o kütüphaneyi Fransızlar yakar. Fransa’ya ve Fransız kültürüne bağlılığı bilinen Arel, o günden sonra derin bir hayal kırıklığı yaşar. Yılmaz Bey demişti ki, “Hocam o kadar Türk’tü ki, ona basbayağı ırkçı denebilirdi. Bu hadise onu bu kadar değiştirmişti.”
Batı hayranı büyüklerini bu kadar değiştiren şartlar, çocuk yaştakileri zaten Türk olarak mayalıyor ve geleceğe o şuurla hazırlıyordu.” (11 ve 12. Sayfa)
Sanatlı yıllardı
Bu duygunun, bu yüksek voltajlı fikrin, bu entelektüel hareketin yine aynı yükseklikte bir sanata yansıması kaçınılmazdı. Memleketin en zinde güçleri, bu duygularını hem kendileri gibi olanlara, hem de geniş halk kitlelerine yüksek verimleriyle sunmak zorundaydılar. Pek çok cephede vuruşurken, bu moral motivasyon kaynağını da ihmal edemezlerdi. İmkânsızlıklar içinde imkân yaratarak sanatta da mucizeli işler gördüler. Türk Edebiyatı’nın belki en canlı dönemlerinden biri Cihan Harbi’yle İstiklâl Harbi’ni de içine alan 1913-1923 arasındaki on yıldır. En çetin yıllarımızdır. Yokluk içinde çıkarılmış dergiler, sanatsız olamayan gazeteler yayınlanmıştır. Harb içinde, çok parlak haberlerin gelmediği, manda eğilimlerinin kuvvetle tartışıldığı sırada, Dergâh’tan tutun da Tasvîr-i Efkâr’a kadar onlarca yayın, millî ruhun kanatlandığı mahfiller haline gelmiştir. Millî Mücadele, bu yüksek moralle yapılabilmiştir, demek abartılı bir değerlendirme sayılmaz.
Ana fikir etrafında bugünün farkını verebilmek için kronolojiye devam etmeliyim.
Cumhuriyet’i kuran kadro da milliyetçidir
Kuruluş yıllarının ana felsefesi de milliyetçiliktir. Büyük bir heyecan ve bu heyecana paralel yüksek bir sanat arayışıyla kendini ifade etmiştir. Şiir yine lokomotif güçtür. Çünkü pozitivizme rağmen, mistik karakterli Türklüğün mistik şiiri, kahramanlık ve kendine güven motiflerinde gürül gürül akmıştır. Roman, hikâye epeyce oturmuştur. Kuvvetli isimler çıkarmaya devam ettiği yıllardır. Tanzimat’la başlayan dramatik sanatlarda, yüz yıllık geçmişin güçlü bir gelenek oluşturmadığı bellidir. Tiyatro yanında diğer batı sahne sanatlarından opera ve daha yeni sanat sinema ihmal edilmemiştir.
Bu dönemde yürütülen kültür politikalarının yerli ve gelenekli büyük kültürü ikinci plana ittiği doğrudur. İstenen, batı teknikleriyle millî kültürü yoğurmak olduğu halde, yer yer aracın amaç haline geldiği görülmüştür. Kısa süre de olsa, Türk Mûsikîsi’nin yasaklanması gibi akıl almaz işlere girişilmiştir. Burada detaylarına giremeyeceğimiz önemli kırılmalarla yaşanan bir meseledir. Yine kaydedelim ki, bu dönemin lokomotifi de milliyetçiliktir. Atatürk’ün vefatına kadar uzatabileceğimiz bir tarih devresidir. Genel tabloya bakarak verdiğimiz bir hükümdür. Yoksa, farklılaşan anlayışlar dolayısıyle, o yıllarda da, sonraki zamanlarda da ana akım haline gelerek devam edecek milliyetçilerin katılmadığı pek çok olay ve olgu vardır. Kuruluş yıllarının şartlarında fikirlerini söylemişler, hemen bütün kesimler gibi kurucu kadroya yardımcı olmuşlardır. Ayrıca, kültür konularında beliren ârızalarda, kuvvetli itiraz eden isimler de milliyetçilerden çıkmıştır. Yadırgandıkları ve yargılandıkları da vardır. Mesela, Nihal Atsız, o yıllarda da aykırı bir isimdir.
Yerini kaybeden milliyetçilik
Milliyetçilik, 1944 olaylarından itibaren ayrı bir yola girmiş görünür. Yeni tip bir aydın neslinin milliyetçilik karşısında öne geçtiği yıllardır. Sonraki yılların sol ve sosyalist hareketlerinin çekirdeğini teşkil eden bir sanat nesli yetişmiştir. Bunlar, batı sanatlarının tam takibçisi, yerli hayata çok da sıcak bakmayan devlet destekli tatlı su aydınlarıdır. Sabahaddin Ali ve Nâzım gibi büyük isimler o zaman için de uç noktadadır ve söylediğimiz devlet desteğindekilerden ayrıdır. Onlar, 1960’dan sonra sol koalisyon halinde birleşeceklerdir. Yerini kaybetmesine, tabutluklara konmasına rağmen Milliyetçilik, yine kuvvetli bir entelektüel harekettir. Yine yüksek sanat ve yüksek ortak kültür etrafında kozasını örmeye devam eder. Kültürel hayatın belli başlı dinamiklerinden biridir. Bütün siyâsî eğilimler içine yayılmış görüntüsü de devam etmektedir. CHP tek partidir ve aslında bir koalisyondur. Her tip insan ve anlayış vardır. Milliyetçilik damarı da kuvvetlidir.
1950’den itibaren dalgalanma başlar. Özellikle araştırılması gereken bir dönemdir. 1953’te Milliyetçiler Derneği’nin kapatılması önemli bir dönüm noktasıdır. Solun mutlak hâkimiyetini pekiştiren şartlar Demokrat Parti döneminde de devam eder. Çünkü, DP’nin kültür politikası yoktur.
1960’larda, yine entelektüel bir milliyetçilik vardır ama kültür sanat alanı artık solun mutlak hâkimiyetindedir. 1950’den itibaren sağ iktidarlarla yönetilmemize rağmen, kültür-sanat meselelerine ilgisizlikleri yüzünden kültürel iktidar soldadır ve hiç değişmemiştir.
Şunu söylemeliyim ki, Milliyetçiler, geniş toplum kesimleri içinde sayıca azlık bir gruptur. Entellektüel, iyi yetişmiş, sağlam karakterli, sayılan kimselerdir. 1970’e kadar da her milliyetçi az çok böyledir. Sanattan anlamayanı, sevmeyeni de yoktur. Seçkin bir topluluk halinde idealist kimlikle toplumu mayalama gayretindedirler.
Benim neslimin sanatsız milliyetçileri
1970’ler büyük bir değişmedir. Milliyetçilik yaygın bir hareket haline gelmiş, sayı arttıkça seviye düşmüştür. Her ferdi yetişkin bir aydın sayılabilecek milliyetçiliğin yerini, benim neslimin taşralıları almıştır. Milliyetçiliğin şehirli karakteri, medenî çizgisi bu çoklukla transformasyona uğramıştır, denilebilir. Bu, temel bir bozulma gibi de düşünülmelidir. Kitleler halinde büyük şehirlere akmışızdır. Kendi gettosunu oluşturan köylü-kasabalı kitleler, değişmeye direnmişler ve neredeyse geldikleri gibi mezun olmuşlardır. Anarşi yıllarında olmak bir mazerettir. Cihan Harbi içinde yüksek kültür ve sanatı canlı tutan ve onunla ayakta kalanların evlâdları, bu mirasa dönüp bakmamışlardır.
Sanata yönelmek isteyenlere de iyi gözle bakılmamıştır. Felaket buradadır. Küçük gayretler, çıktığı yerde boğulup kalmıştır. Milliyetçilik bu manada sağa eklemlenmiş, sanatsız, dar bir hayatı benimser olmuştur. Batının büyük sahne sanatlarına ilgisiz kalınmıştır. Edebiyata, şöyle böyle ilgi var gibidir. O da yavandır. Müzik, türkü-şarkı reddedilmez, ama yapılması da pek itibar gören bir iş değildir. Mesela, kimse şarkıcı ve türkücü olarak anılmak istemez.
Sinemasız, tiyatrosuz, balesiz, operasız bir milliyetçi nesildir. Büyük kitleye, romansızlık, hikâyesizlik, şiirsizlik, müziksizlik, yani sanatsızlık hâkimdir ve bu bir eksiklik gibi de düşünülmez. Bu neslin asıl ârızası böyle bir eksiklik bile hissetmemesindedir. Daha geniş bakarak söylersek, milliyetçiliğin de, genel olarak sağın da felaketi hayatlarına sanatı, yüksek bir kültür alışkanlığını sokamamalarındadır.
12 Eylül sonrasında da sanatsızlık
Milliyetçilik, 12 Eylül’den sonra suyu çekilen bir denize döndü. Şaşılacak şeydir. Gürül gürül akan bir hareket, toplandığı büyük denizden sıcaklarla buharlaşıyor, oradan buradan yerleştirilen pompalarla boşaltılıyordu. Neredeyse, terk edilmişliğin yağmasına benzer bir durum vardı.
Son otuz yılda, milliyetçileri devşirmeyen bir hareket yok gibidir. Dün kavga ettikleri kesimlerle kucaklaşanlar da olmuştur. Tabîî, o sol da dünkü sol değildir. Onlar da savrulmuşlar ve bir kısmı milliyetçi çizgiye yakın düşmüştür. Yolları kesişenler onlardır.
Konuyu, siyâseti esas alarak işlemek taraftârı değilim.
Fikir hareketlerinin zaman zaman partilerle bütünleştiği dönemlerden geçtik, geçiyoruz. Bundan dolayı yer yer o türden dokunmalar gerekiyor. Aslında, fikirleri fikir olarak ele alacak bir soyutlamayı da başarabilmek lâzım. Milliyetçilik için bu daha kolay görünüyor. Çünkü, milliyetçilik, bir fırkanın, bir hizbin (fraksiyon) tekeline giremeyecek kadar geniş, herkesi şu veyâ bu olay veyâ sebeble içine alacak bir duygudur.
Bizim ele aldığımız, bu duygunun yönlendirici bir fikir hâline gelmesidir. Milliyetçiliğin, bir fikir sistemi hâline gelişinden bahsediyoruz. Yeni zamanların vazgeçilmezlerinden olan milliyetçi hareketler yeni değildir ve târihte de başka adlarla ifade edilse de kuvvetle vardır. Çünkü, çağımızın pek çok etnolog, sosyoglarına göre devletin olduğu yerde millet vardır ve târihin şu veyâ bu tarz milliyetçiliklerle vâr olduğu açıktır. Prof. Dr. İskender Öksüz’ün yakında çıkacak Millet ve Milliyetçilik kitabı, bu konuların dünya ölçeğinde analizini yapan bir eser olarak zihnimizi açacaktır.
Târîhe bakılınca, millliyet duygusunun, din duygusu kadar kuvvetli olduğu zamanlar az değildir. Bâzen biri öne çıkar, bâzen de diğeri. Bâzen de ikisi bir arada yürür. Milliyete soğuk bakanlarda da, inkâr edenlerde de bu duygunun ölmediğini, pek çok örnekle biliyoruz. Konuya ilgisi dolayısıyle bu kadarcık temâs edip geçmiş olalım.
Aslında, çok dikkat çekici bir noktaya geldik. Sanat tutkalıyla kitleleri mayalayamaz ve dolayısıyle sevkedemez hale gelen bir hareketten bahsediyoruz. İşin önemli tarafı buradadır. Bu duyguyla insanları içinize, yanınıza alır, ama kültür ve sanatla muhteva kazandıramazsanız, bir arada tutamazsınız. Milliyetçilik, bu kuvvetli, sebeble devamlı insan ihrâc etmiştir. Tuhaf bir durumdur. Aşkın taşkın karakterli bir hareket, aynı mizaçta insanları toplamış ve bu yüksek enerjiyi yerli yerince harcayacak imkânları bulamamıştır. Bu konuda, soyut kalındığı da, ayakların yere basmadığı da, yönetenlerin eksikliği ve zaafı da söylenebilir. Şartların getirdiği dağınıklığın bir türlü giderilememesinin başka sebebleri de bulunabilir. Sanatsızlık en büyük sebebtir.
Kavga Günleri’nde döne döne anlattığım konular arasında bu da vardır.
Yaratıcılık fukarâlığı
Bütün sebebler bir sonucu beslemiştir: Bir zihniyet ve kültür etrâfında, hayâtın yaşanış pratiklerini yaratamamak büyük problemdir. Modern zamanların insanı olmakta sıkıntı vardır. Eriyen gelenekli hayat çizgisiyle bağlar da çok zayıflamıştır. Bu durumda, ârafta kalmış nesillerden bahsettiğimizi söylemek hiç de yanlış değildir. Dolayısıyle, milliyetçiler, diğerlerinden daha da keskin olmak üzere, adı var, ama bugünde açığa çıkan yaratıcılık ve yaşayış özelliklerinin ne olduğu veyâ ne olacağı şüpheli bir yeni zamanlar milletinin şaşkınlarıdırlar.
Savrulmalarında, kendinden kopuşu da hazırladığı belli olan böylesi bir fikir ve yaşama kültürünün eksikliği önemli rol oynamış görünüyor.
Evet, milliyetçilik, verdiği başlangıç duygusuna paralel bir kültür seviyesi kazandırmayı başaramadı. Hareketin kültür sanat mes’elelerindeki akıl almaz zayıflığı, kendisinden beklenen verimi çok düşürdü. Renkli, derinlikli, hangi konuda olursa olsun, bilgilerini yaşayan ve yaşatan, bir türlü inceltilmiş nesiller yetiştiremedi. Bu eksikliğini, hiçbir zaman tam olarak anlamadı, anlayamadı.
En temiz, en fedâkâr genç insanları topladığı hâlde, kaba saba imajından kurtulamayışının temelinde de bu vardı. Memleketin, bu en ivazsız-garazsız, kendini fedâya hazır, mütevâzı, kanâatkâr insanlarını öcü olarak gösterenlerin başarısı kadar, bu temel eksikliğe de aslan payını vermek gerek. Bunu anlamak lâzımdır.
Milliyetçilik, yüz yıldır çok kuvvetli bir kültür hareketi iken, her nesilde bir parça kültürden uzaklaşmasının sebebleri üzerinde mutlaka durmak lâzımdır. Bugünün milliyetçileri, bırakınız Fuzûlî’yi, Nedîm’i, Bâkî’yi, Yahyâ Kemâl’den, Ârif Nihad’dan, Fâruk Nâfiz’den, Necip Fâzıl’dan bir beyit okuyamayacak durumdadırlar.
Devamlı şiir-roman-hikâye okuyanların, tiyatro ve sinema ile seyirci olarak bile olsun ilgilenenlerin, resimden-heykelden, klâsik Türk sanatlarından anlayanların sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır. Herhangi bir konuda, üç dakîka konuşacak ve fikir söyleyeceklerin sayısı da azdan azdır. Memleketin durumu da böyledir, denebilir. Ancak, memleket ortalamasına göre, okumuşlar arasında, milliyetçilerin daha geride oldukları bugünün acı gerçeğidir.
İyi ve iyi olmayan, doğru ve doğru olmayan yanlarıyla bugünün milliyetçiliği, çok ciddî değerlendirmelere muhtaç görünüyor. Memleketin her nesilde aşağı giden seviyesi, genel bir konudur. Milliyetçiliğin irtifâ kaybeden bir uçak gibi iniyor veyâ düşüyor olması apayrı bir konudur.
Türklük üzerinde bu kadar derin operasyonların olduğu dönemde milliyetçilerin seslerinin çıkmaması, derin bir hipnozda olduklarını gösteriyor. Sanki, bu kadar vurdumduymaz olmalarının açıklanabilir bir sebebi yoktur.
Âkif’in mısrâlarını hatırlıyorum. Sanki 1913 yılından bunu söylüyor:
His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.
Rahmetli Erol Güngör, yaşasaydı, seri kitapları arasına, “Türk Milliyetçiliğinin Bugünkü Meseleleri”ni de katacağı muhakkaktı. Çünkü, Türk milliyetçiliğinin meseleleri, İslâm’ın ve tasavvufun bugünkü meselelerinden daha az çetrefil değildir. Öyle bir sosyologca bakışla, karmaşık görünen pek çok şeyi kolayına çözüverip anlatılır ve anlaşılır hâle getiren zihin dünyâsıyla, bu problemlerin hiç olmazsa görünür olması ve sergilenmesi ne kadar büyük bir ihtiyaçtır.
Bunları tartışmalıyız.
A. YAĞMUR TUNALI
---------------------------
[i] Türk Edebiyatı Dergisi'nin 2016/Şubat (508) sayısında yayımlanmıştır.
FACEBOOK YORUMLAR