Vurgulayacağımız iki husus var: Birincisi, edebiyatsız, kültür de, fikir de olmaz. İkinci husus doğrudan doğruya ahlak meselesidir. Ben buna en basit haliyle yazılanlarda ve söylenenlerde duyacağımız samimiyet diyorum. Okuyucu bilecek ki yazan kişi öyle düşünmekte ve öyle inanmaktadır.
Gelin görün ki her iki hususta da problemimiz var. Sanki fikir deyince aklımıza kavga geliyor. Taraftar olmaktan, bir fikri sevmekten çok, başka bir düşünceye ve mensuplarına, anlamadan-dinlemeden karşı olmayı anlıyoruz. Onun için farklı düşünceler, fikir haysiyeti kazanamadan boğuluyor. Düşünce hayatımız, bazı bakımlardan çiçek açtığında saldırılan, dalları yerle bir edilen ağaçlara benziyor. Meyvesini yiyebildiğimiz pek az ağacımız var. Kılıçlar havalarda uçuşuyor. Birbirimizi görecek, değer yetişmesine müsaade edecek yer ve zaman bırakmıyoruz. Neticede, olanı biteni dosdoğru anlayacak kadar namuslu davranmakta sıkıntılar yaşıyoruz.
Edebiyat merkezdedir
Evet edebiyatsız düşünce olmaz. Çünkü kültür olmaz. Fikirler de edebiyatla verilir, yaşar ve yaşatılır. Dünya düşünce tarihine bakınca görülecek bir gerçek de budur. Bakınız bütün büyükler duyuş ve düşüncelerini edebiyatla insanlığa sunmuşlardır. Bizden gidelim: Tasavvuf hayatın her alanına yayılan köklü fikir kaynağımızdır. Bugüne kadar yaratılan sanat eserleri içinde doğrudan tasavvufla ilgili veya ilintili olmayan pek azdır. Şiirden, kitap sanatlarına, el sanatlarına, zanaatkârlığa, devlet yönetiminden yaşama şekillerine kadar bu derin izler görülür. Bu alanın kendisini ifade için doğrudan doğruya edebiyat(şiire)tan hareket etmesi üzerinde durmak lazımdır. Zamanımıza kadar gelen örnekler içinde şiirsiz tasavvuf yoktur. Yesevî’de, Mevlânâ’da, Yûnus’ta ve bugüne kadar gelen öncülerde her zaman edebiyat merkezdedir.
Dünyanın her yerinde öyledir. Batı’da kadim Yunan ve Roma’dan beri öyledir. Mesela, Sartre’ın var oluşçuluğu, verdiği edebî eserlerle yaşar. Bunalım’ı Duvar’ı okuyanlar var oluşçuluğu öğrenmek için okumaz, roman okur. O fikirlerin yaşatıldığı bir hayat kesitini, zihnin ve ruhun kıvrımlarında gezinen bir Sartre yaratıcılığını hissederek okur. Eğer o romanlar olmasa Sartre’ı bu kadar güçlü bir şekilde duyamayacaktık. Belki bu kadar iyi anlayamayacaktık. Sadece bizim Prof. Dr. Kenan Gürsoy gibi dünyanın felsefecileri fikirleriyle yakınlaşacak ve yazdıkları-konuştukları çok dar bir insan grubuna ulaşacaktı. Diyeceğim o ki edebiyat ve geniş manasında sanat en çetrefil konuları geniş kitlelere yayma gücüyle de merkezdedir.
Bizde fikir hareketlerinin yoğunlaştığı Tanzimat ve sonrasında da her düşünce edebiyat üzerinden duyulur. Yeni Osmanlıcılık deyince Namık Kemal ve Ziya Paşa başta olmak üzere büyük sanatçıları biliriz. İslamcılık ve milliyetçilik deyince yine öyle. Cevdet Paşa gibi, daha sonra gelenlerden Mehmed Âkif gibi dev isimlerin İslamcı sayılması tartışılır ama bu etiket altında sayılan isimler çok. En geniş isim listesi, bugüne bakınca mirasını devralmadığımızı gördüğümüz Milliyetçiliktedir. Mustafa Kemal, kendisine gelinceye kadar olgunlaşan milliyetçilik fikrinin askerî ve siyasi lideridir. Milliyetçilik, onun önderliğinde, dağılan bir imparatorluğun küçük bir parçasını kurtaracak ve millî bir devlet kuracaktır. Osmanlıcı, İslamcı kim varsa, olan biten karşısında hemen hepsi milliyetçiliğe dâhil olmuşlardır. Dolayısıyla 20. yüzyılın başındaki milliyetçilik tam bir millî koalisyondur.
Bizdeki kör kavga
Buradan günümüze bakarak ana fikir akımlarının genel görünüşü hakkında tespit edeceğimiz hususlara bakmak zorundayız. Önümüzü görmek için bu aynaya ihtiyacımız olacak. Milliyetçilerden başlamak isterim: Bugün, Milliyetçiler milliyetçi gibi görünmüyorlar. Çünkü fikri edebiyat ekseninde görecek bir tarih ve insan derinliğinden habersiz görünüyorlar. Milliyetçiliğin bugününde de birinci sınıf insanlar var. Onları fark edecek bir kültür dikkati ve fark ettirecek bir şuurlu yapılanma yok. Daha ağır bir cümle edebilirim: Sözüm ona milliyetçi oluşumlar kültürsüz millet ve milliyetçilik olamayacağını göremez haldeler.
Müsülmancılar için diyeceklerim de çok açık: Bütün iddiaları geride bırakan bir madde bağımlılığıyla mide ile uçkur arasından çıkamamış görünüyorlar. Din dedikleri dindışı kurguyla bu madde kıskacında manasız bir kuruluk yarattılar. Şimdi hayatımızı kurutan da bu din adıyla madde tapıcılığı. İçlerinde gölgede kalan bazı değerler, bu durumdan dehşetle şikâyetçi.
Diğer kesimler için diyeceklerim de iç açıcı olmaktan uzak. Sol kendi darlığında daralıyor. Bir türlü kendi hayatımıza, yani tarihimize, yani milliyetimize, yani kendi maceramıza dönemiyorlar. Çeviri fikirleri bize yamamak peşinde bir ham hayalle bocalıyorlar. Evet kültürden besleniyorlar. Evet her mensuplarını kültüre dâhil ederek yol alıyorlar. Fakat içeriye, bize bakamıyorlar. İçlerinden epeyce önemli isim bizi esas aldığı için kalıcı değerde. Bugüne kadar Aleviliğimiz ağırlıkla sola yakın durduğu için bizden renkler de o hamurda karılıyor.
Bir milletvekilinin talihsiz ifadesiyle gündeme geldiği için ben de o meselenin konumuza bağlı kültür boyutuna dikkat çekeyim: İyi ki Alevi-Bektaşi çizgisi büsbütün hayatımızdan çekilmedi. Bu canlı damar, gittikçe bulanıklaşan geleneğiyle bile bize bizi göstermeye devam ediyor. Görülmesini ve tartışılmasını isterim.
İlk yayın: https://millidusunce.com/kor-kilicin-kestigi/
FACEBOOK YORUMLAR