İstiklâl Marşı’nın bestesi zaman zaman gündeme gelir, tartışılır. Bugüne kadar konuşulanları, yazılanları bir araya getiren bir çalışma hiç şüphesiz enteresan olurdu. Entelektüel seviyemizle beraber siyasetin günlük tavır alışlarının ucuzluğu da o çalışmada ortaya çıkardı. Köşe yazarları, ilim ve sanat adamları; az bilen, çok bilen; anlayan, anlamayan; seven, sevmeyen yüzlerce ismin bu konuya bir yerden girdikleri görülürdü. Böyle bir çalışmanın bu tartışmaları yapıldıkları zamanlar hakkında bize pek çok bilgi sunacakları kesindir. Bu tartışmaların ortak bir özelliği daha da ilgi çekicidir: Saman alevi gibi gelip geçmişlerdir. Şu veya bu sebeple sonuca ulaşmamış tartışmalardır.
Bir diğer ilgi çekici taraf, bu tartışmaların saf müzik ve sanat endişesini yansıtmamasıdır. Evet, söylenenler, beste veya güfte(şiir) üzerindendir. Fakat mesele hemen daha başka ve genel bir probleme dönüşür. Mesela, birileri “Bu bir ırkçı şiirdir zaten…” der. Bir diğer görüş, “beste yerli değildir, özgün değildir... İstiklal Marşı’na bu aparma yakışmaz!” der. Hatta bir diğeri işi olmayacak noktalara vardırır, “ Halka sorulmadı, niçin biz kabul edelim ki?” demeye kalkar.
Bir başka acı gerçeği hemen bunun yanına koyalım: Bilmenin bu toplumda bir değer ifade etmediği zamanlardayız. Hatta bilenden kaçıyoruz, daha da ötesi, bileni dışlıyoruz.
Kolayca fark edileceği gibi, meselenin içinden çıkılmaz tarafı, bize çok zaman kaybettiren kimlik arayışlarının içinden tartışılmasıdır. İstiklal Marşı gibi herkesin benimsemesi gereken bir metni ve onun bestesini tartışmanın arka planında oturmamış bir millî kimlik vardır. Dünya görüşlerinin ortak bir zemine kavuşmaması vardır. Bizim gibi köklü devlet geleneğine sahip bir toplumda olacak şey değildir biliyorum ama olmuştur ve olmaktadır.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın ettiği sözler için de bu böyledir. Böyle anlaşılacak ve böyle tartışılacaktır. En iyiyi, en güzeli arama gayretini davet eden bir çağrı işlevi görmeyecektir. Bazı iyi niyetli kimselerin iyi niyetli görünen, “Hakıkaten öyle... bu besteyi zor söylüyoruz...” demeleri durumu değiştirmez. Bu hep söylenmiştir.
Tenkitlerin bugüne kadar gelmesine şaşılmaz. Gerçekten, beste herkesçe söylenmesi zor bir eserdir, doğru. Güzeldir ancak öğrenilmesi, öğretilmesi ve söylenmesinde sıkıntılar vardır. Bu da doğru. “Obe”, “laaayacakobenim”, “nimmilleti”, “munüstünde”, “tüte” “nenso”, “nocaa”, “kobe” gibi bozukluklar kulak tırmalayan hatalardır. Türk çocukları bunlardan dolayı da millî marşlarını düzgün söyleyemiyorlar. Bunlar da doğru.
“Bu doğruların yol açtığı arızaları düzeltelim” demek de doğru. Fakat dikkate almamız gereken çok şey var. Mesele, halledelim deyiverip geçmekle halledilmez, halledilemez. Hele yeni bir beste dediğinizde, büsbütün başka problemler açarsınız. Nitekim daha önce de bunlar düşünülmüş ve az çok hissettirmeye çalıştığım sebepler yüzünden neticeye varılamamıştır. Açılacak problemlerin neler olduğunu bize İstiklâl Marşı tarihi söyleyecektir. Tarihe biraz daha geriden başlayarak bakalım ki tam bir fikir edinilsin.
Millî Marş yerine Tekbir
Dünyada 1789’dan sonra Millî Marş anlayışı yayılmaya başladı. Heyetlerin görüşmelerinde ve kabul merasimlerinde iki ülkenin marşlarının çalınması bir diplomasi kuralı gibi o yıllarda yerleşti. Buna rağmen, bizde uzun zaman bir “İstiklal Marşı” seçilmedi. Gerçi, 2. Mahmud’dan itibaren her padişah için bir marş bestelenmişti. Bunlar, sözsüz eserlerdi. Mahmûdiye, Aziziye, Hamîdiye gibi adlarla anılırlardı. Heyetlerimizin katıldığı merasimlerde nedense bu marşlar çalınmazdı. Bizim heyetler Batı’ya gittiklerinde, hemen her görüşmede değişik eserler millî marş yerine okunurdu. Bunların bilinenleri toplansa, hoş ve eğlenceli bir dönem fotoğrafı çıkar. Mesela, 20. asrın başlarında Fransa’daki bir askerî toplantıda Tekbir seçilmişti. Bir diğerinde “Entarisi ala benziyor/ Sultan Reşad bana benziyor “ türküsü okunmuştu.
Millî Marş bestelenmesi zaman zaman gündeme gelse de kesin karar İstiklal Harbi yılları içinde verildi. 1920’de kurulan TBMM’nin aldığı bir kararla hemen herkesin bildiği bir yarışma açıldı. Yarışmaya 700’den fazla şiir geldi. Kâzım Karabekir Paşa da cepheden şiir gönderenler arasındaydı. Yine hemen herkesin bildiği gibi, bunca şiire rağmen Mehmed Âkif ikna edildi ve ödül olarak konan 500 altını almamak şartıyla yarışmaya katıldı. Oy birliğiyle kazanan onun şiiriydi. Kahraman Ordumuza ithafıyla yazdığı o uzun ve muhteşem şiir. Dünya edebiyatında bir benzeri zor söylenecek kıratta ve kıymette bir şiir.
Atatürk, Âkif’e haber gönderdi
Bizim İstiklal Marşımız, seçilen bu şiir olacaktı fakat bu eserin bir de bestelenmesi gerekiyordu. Bir yıl sonra bunun için de yarışma açıldı. 55 bestekâr, bu şahane şiiri besteledi. O devrin kalburüstü bütün bestekârları yarışmaya katılmıştı. Yalnız, beklenmedik bir problem çıktı. Şaşacaksınız, jüri teşkil edilemedi. Neden jüri kurulamadığı detaylarını çok iyi bilmediğimiz bir konudur. Akla ilk gelen, seçici kurula girecek hemen bütün isimlerin yarışmacı olmaları gibi görünüyor ancak meselenin başka sebeplerinin bulunduğu da açık.
Bu durumda ne yapıldı dersiniz? Devletlerin, hele bizim gibi disiplinli milletlerin devletlerinin hiç yapmayacağı bir şey oldu: Herkes istediği besteyi okumakta serbest bırakıldı. Okullar, resmî daireler, ülkenin hemen her yerinde beğendikleri bir besteyi alıp törenlerde okudular. 1923’de 1930’a kadar bu çok besteli marş dönemi devam etti. 7 yıl boyunca Ali Rıfat (Çağatay) Bey’in bestesi birinciydi. En çok o okunuyordu. 1930’a gelindiğinde Osman Zeki Üngör’ün bestesi birinciliği, yani en çok okunan beste unvanını elde etti.
İşte devlet bu noktada müdahale etti ve çok marşlı dönemi bitiren bir karar aldı. Artık, Osman Zeki Üngör’ün bestesi millî marşımızdı. Bu da beklenmeyen bir durumdu, çünkü Ali Rıfat Bey devlet nezdinde çok itibarlı bir isimdi. Kardeşi Samih Rıfat da yeni Türkiye’nin etkili milletvekillerindendi. Onun eseri değil Osman Zeki Üngör’ün bestesi seçilmişti...
Bu yedi yıllık sürecin işleyişi bile tartışmaların bitmeyeceğinin işaretlerini verdi. Nitekim devam etti. Bu beste Türkçeyi hem ses hem mana itibariyle bozuyor diyenler çıktı. Edgar Manas’ın orkestra uyarlamasından sonra güfte-beste uyumu biraz daha bozuldu diyenler çıktı. Diğer bestelerden bazılarını gündeme getirerek, onları Millî Marş almalıyız diyenler çıktı. Hatta, yeni şiir beklentileri de zaman zaman devreye girdi. Âkif, Mısır’danTürkiye’ye döndükten sonra, bu değişiklik talepleri onun da kulağına gitti. Hasta Âkif’e Atatürk, Hakkı Tarık Us’la “Marşı değiştirmeyeceğiz” mesajını gönderdi. İyi ki Koca Âkif, 1936’da bu rahatlatıcı haberi duyduktan sonra aramızdan ayrıldı da devam eden tartışmaların acısını duymayarak gitti.
Başka ilginç şeyler de yaşandı. Necip Fâzıl 1937’de bir İstiklâl Marşı denedi. Daha sonra Âkif’e, Çanakkale Şehidlerine şiirinde geçen “Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi” mısraı üzerinden ateş püsküren de yine Necip Fâzıl’dı. Sebebi o tartışmalar kadar Necip Fâzıl’ın karakteriyle de ilgili bir durumdur. Üstad, dindar ve kendince İslamcı çizgiye yeni geçmişti ve Âkif’i Bedir savaşçılarına saygısızlıkla suçluyordu. Çanakkale’nin aslanlarını, “Bedr’in aslanları”yla aynı şanlılıkta görmeyi kendi din anlayışıyla mahzurlu buluyordu. Âkif gibi emsâli az gelir bir kavî müslümanın, yüksek karakter adamı, örnek insan Âkif’in, İslamcı Âkif’in, engin din bilgisi herkesçe bilinen Âkif’in, manzum Kur’an tercümesi müellifi Âkif’in dînî hassasiyetini sorgulayacak cür’eti gösteriyordu.
Vesselam, bu ve benzeri tartışmaların Atatürk yaşarken bir sonucu olmadı. Sonrakilerin de olmayacaktı. Onları burada bir bir sayıp dökmeyeceğim.
Yalnız, şu hususu hepimiz düşünmek zorundayız: Her zaman millî marşı tartışmak bir millet için sağlıklı bir durum olmasa gerek. Evet, bu bir hastalıklı durumdur. Düşününce başka bir teşhisi yoktur. Neredeyse her değeri yeniden tartıştığımız bugünde ve bu dönemde böyle bir gündem açmak daha karışık ve karmaşık bir ruh halini gösterir. Ne yapmak istiyoruz? Göğsünü doldurarak marşını söyleyemeyen nesiller mi yetiştirmek istiyoruz? Kendinden şüphe eden, sembollerini beğenmeyen, benimsemeyen fertlerin meydana getirdiği toplum nasıl bir ilerleme azmi ve gayreti gösterebilir? Bu ve benzeri sualler psikolojinin, sosyal psikolojinin ortaya koyduğu net problemlerdir. Devamı da vardır, onu erbabına bırakıyorum.
“İstiklal Marşı’nı kimse doğru dürüst okuyamıyor, hâlbuki bize kolay söylenebilir ve kendi seslerimizle bestelenmiş bir marş lazım” fikri ilk bakışta çok doğru gibi görünüyor. Peki, bunu da anlamaya çalışalım. Acaba öyle mi?
Tekbir’i okuyabiliyor muyuz?
Hepimizin, hatta her Müslüman’ın bildiği Tekbir dâhil, hangi eseri doğru söyleyebiliyoruz? Bir türküyü, bir şarkıyı, bir marşı yüz yerde kaydedin, onlarca ayrı eser çıkar ve bir yarısı da asıl besteye hemen hiç benzemez. Bunun denemesi çok kolay. Hemen her gün yaşıyoruz. Netice gayet açık: Toplumumuzda ayrışma her alanda var. Beraber olamama gibi, seslerde de birlik çok azaldı ve toplu söyleme gibi bir meziyetimiz kalmadı. “Meziyet” de demeyelim, böyle bir tabii işi, böyle bir normal durumu bile kaybetmiş gibiyiz. Mesela, cetlerimizin İstiklal Marşı yokken, marş yerine buldukları Tekbir ve diğer türkü ve şarkıları söyleme başarısı bugün bizden beklenemez. Asıl üzerinde duracağımız felaket budur.
Sözü doğrudan söylemenin yeridir: Meselenin özü müzikle ilgilidir. Müziği şöyle böyle seviyoruz. Büyük müzik geçmişimiz, şarkılarımız, türkülerimiz, marşlarımız, ağıtlarımız, oyunlarımız muhteşem bir zenginliği gösteriyor. Bu doğru. Fakat bizim bu hazineyle temasımız ucundan kıyısından. Bu eğreti duran ilgi ve sevgi bize bizi anlama imkânı vermez. Doğruyu, iyiyi, güzeli seçecek kadar bir derinlikten mahrumuz. Unutmayalım, geniş kalabalıklar kaliteden haberdar değildir. Ve bilmiyoruz, bilemiyoruz, öğretemiyoruz.
Bir başka acı gerçeği hemen bunun yanına koyalım: Bilmenin bu toplumda bir değer ifade etmediği zamanlardayız. Hatta bilenden kaçıyoruz, daha da ötesi, bileni dışlıyoruz.
Bileni konuşturmuyoruz
Açık söyleyeyim, bilsek tartışmaya böyle girmeyiz. Bilenler elbette tartışır, o akademik bir değer taşır. Neticesi de idareye ve topluma olumlu yansır. Hayır, bizde öyle olmuyor: Gazete kültürü bile olmayanlar tartışıyor, hatta halkı da içine çekiyor, taraf ediyor ve dahası aksini söyleyeceklere saldırtıyoruz.
İstiklâl Marşı’nı değiştirelim deyince bakınız neler yaşayacağız… Bir kere yeni beste dediğimize göre, dev gibi 55 bestekârın belli bir seviyenin üstündeki eserlerine dönüp bakmayacağız. Baksak da anlamayacağız, çünkü o seviye yok. Yine açık söyleyelim, Türk Müziği camiasında bugün bir Rauf Yekta Bey, Muallim İsmail Hakkı Bey, Sadeddin Kaynak, Ali Rıfat Çağatay olmadığı gibi, Batı müziği camiasında bir Osman Zeki Üngör de yok. Onlar, bu toplumun ruh köküne bize göre kıyaslanamayacak derecede yakındılar. Duruma göre onları beğenmiyoruz. O halde, yapılacak yeni bir eser neye benzeyecek?
Bunu bir simülasyonla cevaplandırmaya gerek yok. Ortada örnekler var. Müzik Üniversitesi rektörümüz bir şehitler ağıtı besteledi. Ona bakınız ne çıkacağını göreceksiniz. Mehmed Kemiksiz dostumuz bir İstiklâl Marşı besteledi. Onu dinleyin ne çıkacağını göreceksiniz. Kendisi okudu, eh böyle bir deneme de olabilir, dedik. İş orada kalsa iyi, bir yerlerde sallana sallana müstakbel Millî Marş gibi okunduğunu gördüğümüz videolar Youtube’a düştü. Resmî marş kabul edilmesi için teklif verileceği de konuşuldu. Evlere şenlik! Burada kalmaz eminim. Bu meseleyi gündemde tutarsak, haddini kendi tayin eden onlarca isim ve onların peşinden gidenler, bu vıcık vıcık manzaralarla Millî Marş fikrini ayağa düşürecekler.
Bendeniz, bu durumda mevcut marşımızı şiiriyle, müziğiyle bir yüksek değer gibi kabul etmekten yanayım. Zaten öyledir. Kabul görüyor, heyecanla söyleniyor. Bu işi erbabı kendi mecraında tartışırsa tartışsın. Millî semboller böyle ulu orta tartışılmaz. Bizi bir daha böler. Kötü böler. Hayatımızı bir de buradan değersizleştirir. Bu telâfisi güç zararı kimse göze almamalıdır. Karar sizin!
Kaynak:http://www.karar.com/gorusler/a-yagmur-tunali-yazdi-istiklal-marsi-ulu-orta-tartisilamaz-797395