Yazıya, ”O, benim İlhan Abla’mdı” diye başlamak, duyduğum ferdî ıstırâbı duyurmaya uygun düşse de, gidenin büyüklüğü yanında zavallı bir sızlanıştan ibaret kalıyor. Halbuki, bu gibi kayıplar karşısında en çok beğendiğim yazılar ferdin duygularını verenlerdir. Yazan insan, en çok bu yazılarda sade halinde görünür, en sıcak ve en samimi haliyle, kendisi olarak karşımıza çıkar, aklın prangasından ve günlük endişelerden sıyrılarak konuşur.
Evet, kayıplar karşısındaki bu tarz yazılar, en çok sevdiklerimdir. Ancak, bu defa, kendim için bu yolu tercih etmeyeceğim. Mâzûrum; çünkü, o’nun aziz varlığı, her zaman insan ve hayat adına değişmez prensiplerle konuşup yazmaktan ve -en önemlisi- o çerçevede davranmaktan yola çıkardı. İçimden bir ses, yazacaklarımın, o genel prensiplere hiç olmazsa benzemesi gerektiğini ihtar ediyor. O perdeden ses veremeyeceğime göre, bazı akislerle yetinmek zorundayım.
***
Bu kaybın ne demek olduğunu henüz bilmiyoruz. Şüphesiz, bir dağ göçmüştür. Hiç şüphesiz, ansiklopedi çapında bir değer gitmiş, ansiklopediler çapında bir yaşama değeri hayatımızdan çekilmiştir. Gaybûbetinde, en çok hangi hususta zorlanacağımızı düşünürken, birden bire hüzün ve hayretle fark ettim ki, o’nu bir şeyde değil, çok şeyde aynı ağırlıkta hatırlayacağız.
Türklük söz konusu edildiği vakit, mesela tarihi akla gelecek ve o’nu, Rahmetli eşi Ekrem Hakkı Ayverdi ile 20 yıl süren mimarî seyahatlerinde, Estergon önünde bir cengâver olarak göreceğiz. Bu seyahatler, öyle kolayca söyleyiverdiğim gibi turistik mahiyette anlaşılmamalıdır. Gidilen ülkelerin bir yarısı o tarihlerde demirperdedir. Vize almaktan, eserleri görmekten ve çalışmak için izin almaktan tutun da, vasıta zorluğuna, konaklama ve yeme içme problemlerine kadar yığınla caydırıcı husus vardır. En sıhhatli ve genç vücutların bile dayanmakta güçlük çekeceği bu iş gezileri 20 yıl devam ettirilmiş ve o muazzam ciltler halindeki mimari eserler yayınlanabilmiştir. Erbâbı takdir eder ki, bu eserler, dünyada Türk Mimarisi’nin en başta gelen kaynakları arasındadır. Yine erbâbı teslim eder ki, bu çalışma üniversitelerin ilgili kürsülerinin yüzyılını işgal edecek kadar çetin ve hacimli bir iştir. Yapılan hizmet, bu derecede şaşırtıcı büyüklüktedir.
İlhan Hanım, bu projede eşinin en büyük destekçisidir. Bu desteğin şekli ve mahiyeti hakkında olduğu kadar değeri hakkında da söylenecek çok şey vardır. Ekrem Hakkı Bey’in bu büyük ciltleri Türk ve dünya ilim ve sanat alemine kazandırmasında İlhan Hanım’ın rolü üzerinde erbâbının çalışmasını bekleyeceğiz. Üniversitelerimizin ilgili kürsüleri, böyle eserlerin meydana getirilmesinin hikâyesini olsun yazabilmelidirler. Çünkü, tarihin fetih çağlarından kopup gelmiş bu güzel insanlar yaptıkları işi anlatmayı, aldıkları mânevî terbiyeye uygun düşmeyen bir övünme olarak düşünüyorlar. İşlerini yüksek bir iradeye beğendirmek titizliğiyle ve tam bir konsantrasyon içinde yapıyorlar; ötesi onların işi değilmiş gibi davranıyorlar. Bu, Türk’ün tarihî misyonuna uygun bir vazife şuuru olarak dikkati çekse de bizi bazı itici güç unsurlarından mahrum ediyor.
İlhan Hanım’ın misyonu Türk’ün tarihî misyonudur; bu misyon, -genel bir söyleyişle- “Kızılelma”dır; Osmanlı asırlarında olduğu gibi dünyaya düzen vermenin sırlarını bulmaktır. Dün nasıl dünyaya hükmetmiş isek, yarın da aynı değerlerle dünyaya düzen vermeye, çağın gerekleriyle bu değerleri değerlendirmeye ve insanlığın hizmetine sunmaya devam edeceğiz, demektir. Türk’ün bu misyonu, dün olduğu gibi yarın da olacaktır. Türklük var oldukça olacaktır. Evet, İlhan Ayverdi, bütün hayatını bu gayeye vakfetmişti. Bu gayenin içerde dışarıda çok kuvvetli muarızlarının olması kaçınılmazdı. Onlar da var olacaklar ve türlü türlü işler ederek çalışacaklardı. Çalıştılar ve büyük ölçüde başardılar. Ancak, bu nihaî bir başarı değildi. Nihaî zafer hiçbir zaman mağlubiyet psiklojisine mağlub olmayan İlhan Ayverdi’lerin olacaktı. Çünkü, Türk’e (Dinimiz de öyle buyurmaz mı?) ümitsizlik haramdı. Herkes kendine düşeni yapmalıydı. En âcil meselelerden başlamalıydı. Türkler için en âcil mesele dil’di. Dil sür’atle tahrîb edilmiş, Türk’ün tarihiyle, kültürüyle, sanatıyla, edebiyatıyla ilişiği büyük ölçüde kesilmişti. Türklüğün kaleleri içerden fethedilmişti. Dili tahrîb edenler “Türk” ve “Türkçe “ diyerek, sûret-i haktan görünerek büyük mirasa baltayı indiriyorlardı. Dil, anahtardı. Dili kurtarmadan hiçbir şeyi kurtarmak mümkün değildi. İlhan Hanım, hocası Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’den, bu yolda devamlı telkinler almıştı.
Üniversitelerin aklı başında hocaları, dürüst ve bilgili aydınlar neredeyse çaresizdiler. Onlardan ve o mahfillerden kuvvetli bir hareket gelmesi ihtimali fevkalâde zayıf görünüyordu. İşte bu noktada, büyük karar verildi ve dil meselesinin en çetrefil tarafının halledilmesi için harekete geçildi. Bir dilin kamus’u namusuydu. Türkçe’nin örnekli ve dünyada geçerli dil anlayışıyla hazırlanmış bir sözlüğü yoktu. Oradan başlanacaktı. Türkçe’nin Lügati hazırlanacaktı ve bu büyük işi İlhan Ayverdi Hanımüstlenecekti.
Bu kararın veriliş tarih değilse de, işe başlama tarihi 1976 idi. 2005 yılına kadar gece-gündüz çalışılarak lügat tamamlandığında ortaya çıkan, dev bir eserdi. Bir ömre nasıl sığdığına şaşılacak kadar büyük bir işti. Öyle mevcut sözlükler taranarak ve bazı yeni kelimeler de ilave edilerek yapılmış bir masa başı çalışması değildi. Taranacak yüzlerle eser tesbit edildi. Türkçe’nin tarihî yolculuğunu veren eserler seçilmesine itina edildi. Örnekler bu eserlerden alındı. Misalli Türkçe Lügat’ı kullananlar hemen anlarlar ki, yüz bin kelimeye yüz bin örnek bile dili anlama ve kullanma yönünde şaşılacak bir kolaylık sağlar. Dil, yaşayan bir organizma ise, seçilen bu örneklerde yaşamış ve yaşamaktadır. Masa başında dil kurmaya çalışan adı sanı belli, anlı şanlı siyasetçi ve dilcilerimizin geçmişte yaptığı ve bir bakıma yapmakta olduğu gibi değil.
Bu 34 yıllık büyük gayretin safhalarını ben bilmiyorum. Bildiğim, İlhan Hanım’ın her zaman bu çalışma ile meşgul olduğu ve her karşılaştığı insana bir şeyler anlattığı ve sorduğu idi. Benimle konuşmalarında da öyle olmuştu. Kafası bir tarafıyla tamamen oradaydı. Bu çalışmaların tam ortasında, galiba on yıl önce sıhhati epeyce bozulmuştu. Kemik rahatsızlığı dolayısıyle hareket sıkıntısı çekiyor ve doktorları tamamen okuma ve yazmaya dayanan bu faaliyetin sıhhati için büyük tehdid olduğunu söylemeye çalışıyorlardı. Her konuda onların dediğini harfiyen yerine getirmeye gayret etse de bu noktada duruyordu. Eser bitmeliydi. İnsan üstü bir sabır ve dayanıklılıkla, 10 yıla yakın bir zaman daha çalışarak eseri tamamladı: Bunun da mucizevî bir hal olduğu ortadadır.
Bu lügat için de söyleyelim: Üniversitelerimiz, hiç olmazsa bu 34 yıllık çalışmanın hikâyesini, metodunu (veya metodlarını) olsun tesbit edip bize anlatmalıdırlar.
*****
İlhan Hanım, ne hastalığından, ne de bu gibi eksiklerden şikâyet etti. O, vazifesini yapmaya azmetmiş bir serdengeçti olarak çalışmayı seçti. Yakınında bulunanlardan işittik ki, o hastalıkla geçen on yılın bir gününe dayanacak ve ah etmeyecek bir insan olamaz. Asla sızlanmadı. Herşeyle olduğu gibi hastalığıyla da barışık yaşadı. Yıllar yılı bu halde yaşarken, aynı zamanda bu lügati de bitirmesi üzerinde ısrarla düşünmek ve mutlaka gelecek nesillere bir şeref ve iftihar hikâyesi olarak nakletmek gerek. Bununla beraber, hangi güç ve irade ile bu işi yapabilmiştir? Erbabı bu konuda da bize bir şeyler söylemelidir…
Hayatından bize kalan iki âbidevî işten bu kadarcık bahsettikten sonra, sanırım birkaç söz daha etmeliyim. Sorduğum suallerin askıda kalmaması ve bazı dikkatlerin bilinmesi bakımından gerekli olduğunu sandığım esas noktalar bunlardır. Esasen, o’nu asıl anlatacak da belki bu dikkatler ve yaşama örnekleridir.
İlhan Ayverdi, bir insan yetiştirme ocağının önde gelen ismiydi. O ocaktan yetişenler, yetişecek olanlar ve yolu düşen her memleket evladı, o’nun ilgisinden, bilgisinden ve güzel gönlünün ışığından faydalandılar. Ömrünün sonuna kadar, bunu aslî vazife bilerek, şaşılacak bir titizlikle uyguladı.
Mutlaka söylemem gereken hususlardandır: Belki şu dünya o kadar “iyi” bir insan profilini çok az görmüştür. Her şeyde ve herkeste, olan bitenlerde, yaşananlarda mutlaka iyi ve faydalı bir taraf bulması, her defasında sizde hayret ve hayranlık uyandırırdı. İyilik onda tabii olarak fışkırırdı. “Olanda hayır var” düstûrunu hep duyar, bilir ve söyleriz: O, bunu âdetâ kendiliğinden yaşar ve yaşatırdı.
2005 yılıydı. Lügat bitmişti ve Topkapı Sarayı’nda bir tanıtım toplantısı düzenlenmişti. O toplantıya sağlığı elvermediği için katılamamıştı. Yanında bulunanlar : “Eser pek beğenildi. Gitsem belki bir benlik duygusu gelecekti. Rabbim bunu bana yaşatmadı…” dediğini naklettiler. İlhan Ayverdi kimdi, nasıl biriydi ve nasıl yaşadı? Sorularına bu bir misal bile en aydınlatıcı cevabı vermez mi?
Himmetlerine sığınıyorum ve soruyorum: Acaba, bu halin lügatlerde bir adı var mı?