İdeolojik darlıktan sıyrılıp gelen ‘Cümbezin Kızı’
‘Kavga Günleri’ kitabının yazarı A. Yağmur Tunalı, Türkiye’de ödüller hakkında olumsuz kanaate yol açan bir ‘ideolojik darlık’ olduğu eleştirisini dile getiriyor. Jürisinde bulunduğu Emine Işınsu Roman Ödülü’nü kazanan Cümbezin Kızı için “Seviyeyi gözettik. En iyiyi aradık” diyor.
Ödüllere şüpheyle bakmaya alıştık. Bunun çok haklı sebepleri var. Bizde ödüller ideolojik veya sosyal grupların kendi aralarında dönen bir çarkın reklam ve propaganda aracıdır. Dolayısıyle edebiyat, sanat, bilim veya konu neyse o ideolojik boy göstermenin kılıfı haline gelir. İyi anlayacağımız bir meseledir. “Mesela şu ödül..” diyerek örnek verirsem şık kaçmayacak. Gerekirse ona da girilir. Görüntü açık: O ödül şunlar arasında, bu ödül bunlar arasındadır. Ödüller takım içinde bir özel uygulamadır. O takım arasında da gruplaşmalar olur. Her birinde kanaat önderi kabul edilenler vardır. Onların dediği kanun gibidir. Seçici kurullar onların dediğini yapmak üzere oluşturulmuş heyetlerdir. Bu abartılı görünen durum bazı yarışma ve ödüller için büyük ölçüde doğrudur. Biraz yumuşatalım dersek, en azından yıllar içinde oluşan algı budur ve gerçeğin önündedir.
PROBLEM İDEOLOJİK KATILIK
Konuya buradan girmekte fayda görüyorum. Bizde, her durumda ortak hareket eden, kompartımanlara ayrılmış fikir kümeleri vardır. Kendi aralarında kıyasıya tartıştıkları olur. Fakat diğer bir küme ile ilgili bir durum olursa hemen birleşirler. Türkiye’nin, -yaygın tabirleri kullanırsak- sağı ve solu için değişmeyen, değiştirilemeyen budur. İhtilaller olur, her biri zarar görür, sonra yine aralarındaki husumete dönüşen ayrılık şartlarına dönerler. Bugün olduğu gibi kümelerden biri siyaseten hâkim hale gelir ve diğerlerini baskılar. Ötekiler, bu durumda bile olanı biteni düşünmez ve kavgayı bitirmeyi sağlayacak hareketi başlatamazlar. Kavga ve çatışma esastır, kalan her şey, ölüm bile teferruattır.
Hepimiz yaşıyor fakat bu durumun bizi ne kadar fakirleştirdiğini, bozduğunu, ileri hamlelere bırakmadığını düşünmüyoruz. Yakınlarda Kayseri’de Abdullah Gül Üniversitesi’nin bir sempozyumunu katılanlardan dinledim. Anlatılanlardan biri tam da demek istediğimizi gösteren bir örnek. Romancılığımızla ilgili bir profesör konuşmuş. Roman yazarlarını iki fikir grubuna ayırmış. “Solcu ve İslamcı romancılarımız var” demiş. İsimleri saymış. Saydıkları arasında tabii Peyami Safa yok, Tarık Buğra yok, Emine Işınsu ve daha birçok önemli isim yok. Salonda bulunanlar, edebiyatımızın lokomotif isimlerini duyamayınca biri sormak zorunda kalmış. Profesörlük ünvanı verdiğimiz ve ilim namusu beklediğimiz zatın cevabı, “İki grup var, onları verdim..” demek olmuş. “Üçüncü bir grup..” diyerek bile çoğu merkezdeki bu dev isimleri saymamış. O zatın verdiği isimlerin birkaçı hariç tamamının bu sanatçılarımıza göre daha geride olmalarının bir önemi yok. Düştüğümüz duruma bakar mısınız?
AŞAMADIĞIMIZ DARLIK
İşte ödüller hakkındaki kanaati doğuran ve besleyen bu edebiyat ve sanat dışı ideolojik darlıktır. Konu edebiyatsa, en iyisi ve en güzeli aranır. Hangi kampa mensup olduğuna bakılmaz. Orada ölçü, dil ve yaratıcılıktır. Neyi anlatırsa anlatsın, nasıl anlattığıdır. Kurgusudur, estetiğidir. Sabahaddin Ali’nin Değirmen’ini ezilmişlerin edebiyatını yapan bir sosyalist anlayışa mensubiyetiyle değerlendirmek ilmen de, fikren de mümkün ve lazımdır. O bakış o konu içindir ve o kadardır. Ona bu etiket üzerinden bakarak nihai değer biçemez ve değerlendiremezsiniz. İyi ve güzel bir hikâye mi diye bakarsanız onun yeri açığa çıkar. Biz bunu kaybettik.
Türkiye en az yetmiş yıldır bir fikir ayrılığının içinde. Fikir grupları diğerlerini görmüyor, hatta yok sayıyor. Bir profesör bile bunu yapabiliyor. Bazı peşin kabullerimizi “grup asabiyyeti” halinde devam ettiriyoruz. Tekrar ediyorum, bu bölünmüşlüğün acısını çok çektiğimizi görecek bir aklı nesillerdir kaybettiğimizi bileceğiz. Değişik fikirler zenginliktir. Bizde kavga sebebi haline gelmesini iyi anlamalıyız.
BU İNANMAK DEĞİL
Fikir ve inanç alanını karıştırıyoruz. Fikirlerimize bağlanmak ve inanmak ayrı şeydir, kesin inançlılığın düşünceyi boğması apayrı bir meseledir. Biz, anlayıp dinlemeden, o tür bir inanmanın anlamaya uzak toptancılığına sığınan kör nesiller yetiştirmeye başladığımızdan beri onmuyoruz. Buna yeni zamanlarda kamplaşma gibi adlar veriyorlar. Bir yerde bir ödül verildiği duyulunca akıllara hemen bir “ahbap çavuş ilişkisi” gelmesi bu kamp fanatizmindendir. Orada verilen ödül diğerlerine bir şey ifade etmez. Çünkü diğerlerinin yazdığı da onlar için bir şey ifade etmiyor. Birbirlerini görseler, okusalar ve beğenseler de duvarları zor aşılır kapalı alanlarda, kapalı devre yaşar gibiler.
Elbette bunun istisnaları var. Bu katılık bütünüyle edebiyatımıza hâkim değil. Özellikle sağın sola yaklaşımı daha yumuşak. Milliyetçiler katı görünüşlerine rağmen solu okuyorlar. İslamcılarımızla solcularımız daha da yakın. Sezai Karakoç’un Diriliş’i, Nuri Pakdil’in Edebiyat’ı ve Özdenörenler, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Mehmet Akif İnan ve Ârif Ay’ın yer aldığı Ankara’da çıkan Mâverâ, dil anlayışını merkeze alarak solla dirsek temasındaydı. Abdullah Gül Üniversitesi’nde konuşan profesörün tavrı da bu yakınlıkla ilgili olmalı.
ÖDÜLLERE GÜVEN
Ölçülerin ve ölçütlerin yerleşmediği yerde güven kalmaz ve şüphe yerleşir. Kamplaşmayla bu ikisi birleşince değersizlik kanserleşir ve yapılan her iş bu değersizliğe hizmet eder hale gelir.
Ödüller her zaman tartışılır, bu başka iştir. Bizimkiler daha baştan birçok kayıtla ve yok saymayla sakatlanmış işlerdir. Sadece derneklerin, vakıfların, fikir ve sanat gruplarının verdiği ödüller değil, devlet ödülleri de bu yanlışların etkisindedir. Öteden beri verilen devlet ödüllerini tenkit gözüyle ele alan çalışmaların yapılması şapkamızı önümüze koymak için önemliydi, yapmadık, yapmıyoruz.
Cumhurbaşkanımızın, her yıl söylediği “Kültürde başarılı olamadık” sözünün ne manaya geldiğini de buradan hareketle değerlendirmek lazım. Kültürle alakasının olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Onun bahsettiği başka. “Bizim takım kültürde hâkim hale gelemedi” demek istediği açık. Bu sözden, ülkenin kültür hayatının zayıflığını ve zayıfladığını anlamamız ayrı bir facia. Bizim adamlar verdiğimiz imkânlara rağmen ileri bir hat çizemediler demesi büsbütün beter. Zavallı memleket bu hallere de düştü.
IŞINSU’NUN DÜZENLEDİĞİ YARIŞMALAR
Bu yazının konusuna böyle uzun sayılacak bir dertlenmeyle girmek istedim. Işınsu Hanım’ın çıkardığı Töre dergisinin 15 yılı aşan bir yayın hayatı vardır. Birçok yarışma düzenledi, ödüller verdi. En çok bilineni Töre Devlet Yayınevi ile beraber verilen Dündar Taşer Roman Armağanı’dır. Devamında aynı isimle Tiyatro armağanı da verilmiştir. Bu ödüllerin hikâyesini biliyorum. Ciddî yarışmalardır. Gelen eserler, objektif ölçülerle değerlendirilmiştir. Bugünün değerli yazarları Sevinç Çokum, Hasan Kayıhan ve Alper Aksoy gibi romancılar, Remzi Özçelik gibi oyun yazarları o yarışmalarda derece alanlardır.
Sonraki yarışmaların hemen hemen tamamında seçici kurullarda ben de vardım. 1979 yılıydı. Ressam Coşkun Karakaya’yı kaybetmiştik. Onun adına bir desen yarışması açtığı vakit, “Sen de bulun” dediğinde, “Ben desenden ne anlarım?” demiştim. “Bir edebiyatçı bakışı da bulunsun” diyerek itirazımı kabul etmemişti. Yarışma sırasında fikrimin ne kadar faydalı olduğunu anlamadım. Şimdi anlıyorum ki çok doğru bir yerden bakıyordu.
Desen Yarışmasını Hikâye Yarışması takip etti. Çok güzel eserler geldi. Birinci gelen eserin yazarı Rahmi Ali’ydi. Kimdi bilmiyorduk. Açık adresi de yoktu. İlan ettik ve bir zaman sonra gelen mektupla Batı Trakyalı bir Türk olduğunu öğrendik. Sonra yaptığımız şiir yarışmasında da isimlere dikkat etmeyerek eserleri değerlendirdik. Diyeceğim o ki, Emine Işınsu’nun düzenlediği yarışmalarda adalet(objektif ölçüler) hâkimdi. Seçici kurulun üzerinde bir isim ve eser baskısı yoktu. Yaygın anlayışın dışında, seviye gözeten yarışmalardı.
Meselenin bu tarafı çok önemlidir. Israrla üzerinde durulacak bir husustur. Bu yaşıma kadar birçok yarışma, ödül ve armağan jürisinde bulundum. “Nasıl olsa kime verileceği bellidir, ben katılmayayım” diyenlerle çok karşılaştım. “Verilecek isim belli mi? Öyleyse lütfen söyle de ben göndermeyeyim…” diyenler daha çoktu. Seçici heyetinde bulunduğum yarışmalarda, özellikle Emine Işınsu’nun düzenlediklerinde böyle bir telkinle karşılaşmadığımı övünülecek bir durum olarak söylemem lazım.
EMİNE IŞINSU ROMAN ÖDÜLÜ
İskender Öksüz Ağabeyim, “Işınsu için yapacağımız iş öncelikle bir roman ödülü ihdas etmek olsun”” dediğinde, bizim için bunları konuşmaya gerek yoktu. Tabii en iyiyi arayacaktık.
İyi bir heyet kurduk. Bir romancı ve düşünür (Alev Alatlı), iki yeni edebiyat hocası( Bilge Ercilasun ve Belkıs Altuniş Gürsoy) , edebiyatı da bilen çok yönlü bir tarihçi (İlber Ortaylı) ve A. Yağmur Tunalı. 141 eser geldi. Önce bu sayıya şaşırdık. Memlekette roman yazan bu kadar çok muydu? Emine Işınsu ismine göre bu sayı normal diyenlerimiz oldu. Romanları ve yazanları en çok takip eden jüri üyemiz Bilge Ercilasun’un görüşüyle hayretimiz memnuniyete dönüştü. Dedi ki: “Çok ve güzel roman yazılıyor. Bu bakımdan ülkemiz iyiye gidiyor.”
DEĞERLENDİRME
Romanları, önce ön jürideki genç arkadaşlarla zaman zaman değerlendirdik. Beş kişilik heyetimize belli sayıda eser sunalım istedik. Ara ara onlarla toplandık ve koyduğumuz ölçülere göre eserleri puanladılar. Nihai seçicilere (jüri) bir grup eser sundular. İskender Ağabey, çok heyecanlıydı. Bana her gün soruyordu. “Var mı beğendiğin?” Bir akşam ben ona müjde verir gibi, “Rahat ol artık. Esaslı bir roman yakaladım.” dedim. Jürinin karar toplantısına kadar gizli tutmalıydık. Biz hep beraber olduğumuz için benim fikrim onu rahatlatsın istedim ve Cümbezin Kızı’nı söyledim. Heyetimizin, ön jürinin seçtiği eserler üzerinden değerlendirmede bulunması kabul edilmekle beraber, tamamı da değerlendirmelerine açıktı. Son gruba giremeyen, adı bilinen isimlerin eserlerine bakanlarımız oldu. Başka eserlere bakanlar da. Sonunda, jürinin her bir üyesinin, değişen diğer seçimleri yanında Cümbezin Kızı romanını seçtiği görüldü. Emine Işınsu Roman Ödülü, oy birliğiyle Cümbezin Kızı yazarı Ülkü Demiray’ın oldu. Yazarını hiçbirimiz tanımıyorduk. Herkes birbirine sordu. Bu da öyle bir yarışmaydı.
CÜMBEZİN KIZI
Kıbrıs’ta, ergenliğe yeni girmiş bir kızın Filistinli bir Araba satılış hikâyesi. Gerçek bir olay. Dolayısıyla belgesel tarafı olan bir roman. 1900’ün sonundan 1950’lere kadar devam eden, 9 bin Türk çocuğunun, ailesinin ve toplumun yaşadığı sosyal bir dram. Cümbez, Kıbrıs’ta incire verilen isimmiş. O incir ağacının altında toplanılırmış. Eserde sık tekrarlananlardan biri o ağaçtı. Roman yirmi bin kelimelik, kısa sayılacak bir eserdi. Ama ne kısalık.. yoğun mu yoğun. Neredeyse her bir cümlesi bir insan ve toplum halini söylüyordu. Psikoloji, felsefe, mitoloji ve tabii tarih iç içe. Hepsi ince duyuşlarla insan hallerini söyleyen sözlere maharetle konmuş. Kuru cümleler değil. Fikri emmiş insan ruhunun kıvrımlarında gezinen canlı cümleler. Çarpılıyorsunuz. Önce o cümleyi hazmedeceksiniz. Yazar size açmayacak. Çünkü oradan hemen geçeceği yerde yine öyle cümleler var. Kurulu bir yay gibi bir yazış. Sonuna kadar rahatlayamayacaksınız. Sizi, bir büyük acının etrafında ağrılar yoklayacak. İsterseniz, Filistin dramının köklerini de bizim neden bu hallere düştüğümüzü de buradan düşünebilir ve anlayabilirsiniz. Yahya Kemal’in “Acıların tadı” başlıklı bir yazısı her zaman içimde devrederdi. Bizim acılarımızı da insanlığın derdine koşacak kalemleri özleyen büyük sanatkârın üzüntüsüne katıla katıla yıllarımız geçti. Cümbezin Kızı işte o beklediğimizdi.
[email protected] yayınlanmıştır.
FACEBOOK YORUMLAR