İçe kapanma refleksi dehşettir. Dışardaki şartların içimizi hallaç pamuğu gibi savurduğu bir çağdayız. Yalnız ve korunaksızız. İnsanlığın ferdin bencilliğine bağlı bir hayata bu derece batışı olmuş mudur bilmiyorum. Şunu az çok biliyorum: Eskinin insanı, diğerlerine ve zorlu yaşama şartlarına karşı yakınlarını ve birbirini kollardı. İnsan olmanın gereği buydu. Hayatı düzenleyen devletten önce toplum değerleriydi. Devlet o değerlere dayanarak kurallar koyardı. Asıl manasında belli bir ahlâk düzeni şaşmaz kanunlarıyla devam ederdi.
Benim çocukluğumda bile bu hayatın izleri epeyce canlıydı. İnsanlar hemen her durumda kendilerini bir türlü güvende hissederlerdi. Yokluk ve sefalet içindeydiler fakat güven vardı. Kendilerine ve yaşadıkları topluma, milletlerine, devletlerine güvenirlerdi. “Güven” temel meseledir. Yokluğu, insanı, hayatı, dünyayı, düzeni etkileyen sihirli güçtür. Artık güven kaybıyla yıkıcı bir illet sahibiyiz. Bunu görecek ve çareler düşüneceğiz.
Son yılların hızlı değişmeleri içinde kaç türlü savrulduk. Değerlerimizden soyunduk. İyi gitmiyorduk; sonra gelen yağma rejimi işi büsbütün berbat etti ve neyimiz varsa yağmaladı. Neye ve kime inanacağımızı bilemez durumdayız. Bunları adam akıllı konuşacak zemini de kaybeder gibi olduğumuz yıllardayız.
“İçine düşmek”
Günümüz insanı artık kendi başınadır. Bunun ne zor bir durum olduğunu henüz anlamış ve ona göre çareler düşünmüş değiliz. Batı ayrı, Doğu ayrı sancıların kucağında. Çıkış yolu aradığımızı söyleyenler var. Henüz tam anlamanın ve ona göre köklü bir gayretin içinde değiliz. İnsan asıl manâsında yalnızdır, bugün büsbütün yalnız. Çok şey bilen daha çok yalnız. Tanpınar’ın dediği gibi zamanın ne içindeyiz, ne de dışında. Derdimiz kendimizle ve kendimizi bulacak bir dikkatin de uzağındayız.
Olumsuzlukta konaklamayı ne isterim, ne severim. Biz buradan çıkacağız, eminim. Yalnız durumu da doğru anlayarak çıkabileceğimizi bilmek zorundayız.
İçine kapanmak fena. İçe düşmek farklı manadadır. İnsan, kendi içine düşmekle iki sonuçtan biriyle dışa döner. Birinde boğulur, birinde içinden cevherler çıkarır. İnsanın ve toplumun düzelmesi, bazen içinde bulunduğu şartların dışına çıkmaya bağlıdır. Devletler, hükûmetler, içerideki kargaşayı ve kendilerine güven kaybını önlemek için başka bir güvensizlik alanını kaşırlar. Dış tehdit algısını bunun için öne çıkarırlar. Böyle politik manevralar da yerli yerince ve zamanla sınırlı yapılmazsa güvensizliği pekiştirir, yıkıcıdır. Biz şimdi bunu yaşıyoruz.
İnsan kendi konfor alanından veya boğulduğu darlıktan zaman zaman çıkmalıdır. Bu çıkış da türlü türlüdür. Mesela seyahat bizi boğulduğumuz dar alandan kurtarır. Gördüğümüz geniş ufuklar, göz alabildiğine uzayan dağlar, ovalar, evler, köyler, şehirler, insanlar, hayatlar.. İçimizdekileri sorgulatır. Her şeyi yeni baştan düşünmeyi getirir. Meğer hayat ve gerçek, evimizle, çevremizle, semtimizle, şehrimizle sınırlı değilmiş. Göz görür ve bu genişlikte iç ferahlığına yollar açılır. Daha iyisi de var.
Tabiatın koynunda
Şehrin dar hayatından tabiata genişlemek lazım ki olanı biteni daha rahat düşünelim ve görelim. Birkaç gündür Tosya’nın Dipsizgöl Tabiat Parkı’ndayım. Dik yamaçlarda göz alabildiğine göğe uzanan ağaçlar, küçük bir düzlükte bir göl etrafında yamaçlara serpilmiş ahşap evler. Olağanüstü bir tabiat ortasında mükemmel bir tesis kuruluyor. Ormana uygun aralıklarla yerleştirilmiş bungalovlar, unuttuğumuz bir yaşama kültürünü hatırlatıyor.
20 gün önce Bayburt Gümüşhane, Torul ve çevresinde dostlarım yazar ve televizyoncu Turgay Bostan, Muhabir Ali Doğan ve Ortadoğu uzmanı Arif Keskin’le bölgeyi gezerken bunları konuşmuştuk. Eski Gümüşhane, dik ve meyilli yamaçlara kondurulmuş evleri-konakları, camileri ve kiliseleriyle tabiatla bütünleşen bir güzellikti. Yeni Gümüşhane, yüksek ve alçak, rengi-yapısı birbirinden habersiz, çatışan-dövüşen beton yapılar topluluğu.
Dipsizgöl’ün dibi var
Dipsizgöl’ü kuranlar, iyi ki çokça gördüğümüz yıkıcı örneklerdeki gibi tabiatla çatışmayı seçmemişler. Tabiata uyan yapıları tercih etmişler. Bu coşkun manzarada tabiat kendi gösterisine devam ediyor. Ufacık bir rüzgâr esse ormanın bütün ağaçlarının katıldığı bir konser başlıyor. Otlar, çiçekler, kuşlar, böcekler, daha yukarlarda türlü türlü hayvanlar bu âhenge katılıyorlar. Her biri orkestranın vazgeçilmez bir parçası. Bu tabii düzen devam ediyor. Çevreyle kavga eder gibi, ağaçları keser ve beton yapılar dikerseniz tabiat sizinle konuşmaz. Sırlarını paylaşmaz olur; işleyen düzeni bozulunca kendisi de bozulur ve sükûnetinden size pay verecek hali kalmaz.
Şurası muhakkak ki dağ ve orman, denizden çok dinlendirir. Şayet dağ dağ olarak, orman orman olarak kalmışsa. Dipsizgöl’de, tabiati sakınan bir el geziniyor. Henüz tesis tam bitmiş sayılmaz. Bazı eksikler tamamlanıyor ve çevre düzenlemesi yapılıyor.
Aydınlatma düzeninin tamamlanması önemli. Işık, sinema ve televizyonculuktaki gibi her şeydir. Tabiatta da öyledir, insanların yaptıklarında da. Dipsizgöl, gördüğüm kadarıyla tabiati ve gözü rahatsız etmeyecek şekilde aydınlatılacak. Bu tür birinci sınıf tesislerin gündüzü ayrı, gecesi ayrı önemdedir. Geceyi ışıkların gösterdiği şekilde görürüz. Genel aydınlatma yanında, belli yerleri çerçeveleyen ışıklar, renkleri ve seviye farklarıyla bir güzelliği duyuracak şekilde düzenleniyor.
İyi etmişim
Dipsizgöl Tabiat Parkı’na henüz açılmamışken gelmekle iyi etmişim. Bir grup çalışan işinde, ben de yazı masamın başında işimdeyim. Bir kitabın bazı bölümlerini yazmak için Ankara’dan kendimi buraya atmakla doğru yapmışım. Tabiati, yürüyüşü ihmal etmeden bütün gün, işime odaklanabiliyorum. Kısa bir zaman için de olsa, yazacağım kitapta istediğim kadar ilerleyemesem de doğru yapmışım. Ankara’da yazacağımdan biraz fazlasını yazmak yanında başka kazandıklarım var.
Hatırlamak lazım: Bizde dağ denizden önemlidir. Yakın zamana kadar Akdeniz kıyılarında yerleşen yörükler yaz gelince denizi değil dağı tercih ederlerdi. Türk’ün gözü dağlardadır. Ben de İç Anadolu bozkırlarının, Torosların çocuğuyum. Yıllarca dinlenmek ve çalışmak için orman tesislerine devam ettim. Bolu Aladağ bölgesine, 2002’ye kadar sanırım 15 yıl üst üste gittim. O zamanlar tesisler sadeydi. Batılıların rüstik dedikleri şekilde özel bir köy ve dağ tarzı vardı. Severdim. Hâlâ her şeyini hatırlarım. Bazı televizyon programı metinlerimi ve senaryolarımı oralarda yazmıştım.
Yaratıcılığın güzel bir örneği
Hazırlıkları, yapılanları görüyorum. Verilen emeği ve titizliği görüyorum. Ben şimdiki sadeliği yaşamakla beraber, kaldığım bungalova ve diğer yapılara bakarak ortaya çıkan lüks tesisi de görüyorum. İşletmeye açılınca daha net görülecek ve eminim her mevsimde tercih edilen bir yer olacak. İşin bu tarafı da çok önemli. Yazın çalışan, kışın kapanan mevsimlik bir tesis değil. Ormanlarımızda böyle projeler için örnek olabilir.
Yazımı biraz uzatarak bir bölüm halinde Dipsizgöl’ü eklemem, birçok yerde yapılanlarla mahvolmuş dağlarımızı-denizlerimizi gördükten sonra bu modern anlayışın, yeni zamanlar tabiriyle “doğaya dikkat”ini alkışlamak için gerekliydi. Tabiata zarar vermeden ve kültür dikkatiyle yapılmış işlere ihtiyacımız var. Tabiate döneceğiz. Böyle yüz akı tesislerle de döneceğiz. İçimize döner gibi döneceğiz.
FACEBOOK YORUMLAR