Dilcileri dilden uzak bir memleketiz. Sadece dilcilerimiz değil, hepimiz böyleyiz. Vurdumduymazlığımız bunu apaçık gösteriyor. Çıkış yolu bulmak için yaşadığımız bozgunu anlamak zorundayız. Buna da yanaşmıyoruz. Merkeze bu noksanımızı koyarsak çok şey değişir. Dinler anlarız, okur anlarız. Anlama bizi yeni anlama ve anlamlara götürür. Sığlıktan adım adım uzaklaştığımızı yaşayışımızda fark ederiz. Her alanda derinleşme buradan başlar. Siyasete sokak dilini hâkim kılanlar yer bulamaz. Sıradan sözleri şiir gibi sunanlar ve kabul edenler meydanda serbestçe dolaşamazlar. Edebiyat ve sanat adına kendileri çalıp oynayan bir kemikleşmiş grup saf dışı kalır. Seviye ve kalite okumuşlardan, aydınlardan halka doğru yayılır, bezirgânların hareket alanı daralır. Bu liste sayfalarca uzatılabilir. Dil bu kadar her şeye tesir eden temel değerdir.
KARAR’da bir önceki yazımda, dilcilerimizin sorumluluğunu işaret eden dikkatlerimin bir kısmını sıralamıştım. Sosyal medyada parça parça ve bütün halinde paylaşıldı. Dolayısıyle peyce duyuldu. Bazı yorumlar ve değerlendirmeler yapılabilecek bir zemin oluştu.
Bu durumda, dilci dostlarımızdan hiç olmazsa bir kaçının bu yazıya cevaben meseleyi daha da açacaklarını ümid etmiştim. Pek ses çıkmayacağını geçmiş tecrübelerimden bildiğim halde böyle bir ümîde kapılmakta mazurdum. Çünkü belirttiğim noktalarda rahatsızlığı benden ileri filologlarımızın varlığını biliyordum. Onlar, belli ki nezaketen sustular. Yalnız Prof. Dr. Vahit Türk dostumuz, Feys’te “Ne dersiniz?” meâlinde yazıyı paylaştı. Onunki de anket gibi bir anlama denemesiydi.
Gelen az sayıda mesaj, not ve yorumun pek cılız bir karşılık ifade ettiğini söylemeliyim. Esasa dokunan fikirler söylenmedi. Meslekten bir ordu, savunma kabilinden olsun söz söylemeyi tercih etmedi. Yine konu bilinmesin, duyulmasın, bu devran böyle devam etsin, mesele ortada kalsın ve konuşulmasın tavrı benimsendi. Bu vesileyle bir kere daha anlaşıldı ki bu memlekette dilin bir büyük millet problemi halinde dikkatlere getirilmesinin gündem değeri yoktur. Entellektüel değeri de şüphelidir.
TÜRK DİLİ YILINDA NE YAPTIK?
“Bu vesileyle de” ibaresinin çok denenmiş bir durumu işaret ettiği malum. Evet, benim için kırk yılı aşan bir tecrübeden bahsetmek mümkün. Bahsi geçen bir önceki yazımda Türk Kadınları Kültür Derneği konferanslarında vardığım sonucu söylediğimden beri bu derdle yaşıyorum. Dilin bütün bir millet olduğunun şuuruna ne kadar muhtac olduğumuzu anlatmak ve düşündürmeye çalışmaktan öte bir şey yapabildiğimiz kanaatinde değilim. Hala o noktada bulunmamız acıdır. Dilcilerimizin dil bozgunculuğunun farkına varmamaları daha acıdır. Bundan daha acı ihtimal, bozuculuğu gün yirmi dört saat gördükleri, duydukları halde hiçbir müdahalede bulunmamalarıdır.
2017 Türk Dili Yılı ilan edildiğinde de yazmıştım. Düşük yoğunluklu geçecek, yine yalnızca dilcilerimizin ilgilendiği ve onları ilgilendiren, herkese ulaşmayacak ve asıl problemi duyurmayacak faaliyetler göreceğiz demiştim. “Dostlar alışverişte görsün” kabîlinden yasak savmalar göreceğiz, demiştim. Cumhurbaşkanlığı’nın himayesinde götürülecek bu çok yönlü faaliyet dizisinin yaşadığımız meselelere teğet geçeceğini de söylemiştim. Maalesef öyle oldu.
Dilcilerimiz, dil bozgununda gelinen noktayı ne gördüler, ne söylediler. Dikkat edin, yapılan onlarca toplantıda Türkçe’nin sesinin bozuluşuna dair bir görüşe ve görüşmeye rastlamadık. İstisnasız bütün radyo ve televizyonlar, Türkçe’yi kasıtlı bir katliâma tabi tutuyorlar. Yanlış cümle, yanlış vurgu, yanlış bölümleme had safhada. Bir cümlede on vurgu yanlışı yapıyorlar. Bir kelimede üç vurgu hatası duyduğumuzu isimler var. Bunların bir kısmı ancak kasıtla yapılabilecek türden. Kendilerini bıraksalar, her türlü cehalete rağmen birkaç hatada kalmaları mümkünken, bu kasıtla hatalar zinciri kuruyorlar. Ve bizim sesimiz çıkmıyor. Dilcilerimiz Türk Dili yılında da bu durumu sanki anlaşmış gibi es geçtiler.
ÖLÜ TOPRAĞI SERPİLMİŞ GİBİ
Bunu nasıl yorumlamalıyız? Diğer bir söyleyişle bunun bize mâliyeti nedir ve ne olacaktır? Hemen yaşadığımız ve yaşayacağımız sonucu söyleyeyim: Bu dil dikkatsizliğinde kuvvetli fikir hareketi çıkmaz, çıkmıyor. Belli bir seviyenin üstünde şair, yazar yetişmesi de mucizelere bağlıdır. Yalnız, bir şey kolayca çıkar: Kolayca tahmin edilebileceği gibi kavganın dar alanda sıkışmaya götüreni ve kördöğüşüne benzer olanı çıkar. Nitekim yaşadığımız budur.
Diğer bir sonucu ve kesin hükmü de buradan hareketle rahatlıkla verebiliriz. Kim kavga diline sarılıyorsa, dil ve kültür meselelerinden kaçışı isteyen de odur. Kördöğüşüne çanak tutanlar değer düşmanıdırlar. Kavganın asil olanı bu meydanda eylenemez, kovulur. Fikirlerin çatışması kültür ister. İşlenmiş bir dile ihtiyaç duyar. Sokak kavgasının dili argodan beterdir. Bu kavgadakiler, nerede olurlarsa olsunlar, aşağıdırlar ve bizi aşağı çekerler. İstekleri saygıdeğer değildir. Yıkıma hizmet ederler. Dil meselesinin ihmal edilmemesi gereken böyle de bir neticesi vardır. Politikacılar, toplum hareketlerinin önderleri, kolay yoldan şöhret ve imkân elde etmek isteyen fırsatçılar bu talebi köpürtenlerdir. Yolları kesilmesi gereken yol kesiciler bu saydıklarımızdır. Ve maalesef, hüküm sürenler de onlardır.
ESKİ VE YENİ TDK
Sanırım, yakın tarihte yaşadığımız önemli bir olayı yazmanın vakti geldi. Benden önce yazanlar oldu mu bilmiyorum. Konumuzla ilgili kuvvetli bir delil ve örnektir. Türk Dil Kurumu’nun dil bozgunculuğunu 12 Eylül ihtilâlcileri anlamışlardı. Zeynep Korkmaz, Konsey Genel Sekreteri Org. Haydar Saltık’la yakın görüşüyordu. Uzun görüşmelerden sonra onları ikna etmişti. Dikkatli gitmek gerekiyordu. Önce yakın dostlarıyla müzakere etti, ardından bazı isimler tesbit edildi. Ben de aralarındaydım. Heyetimize dediği şuydu: “Bir rapor yazacağız, Konsey’de görüşülecek ve gereken yapılacak.”
Raporda, Dil Kurumu yayınlarındaki komünizan, yıkıcı ve bölücü unsurlar tesbit edilecekti. Emine Işınsu-İskender Öksüz çiftinin evinde toplandık. Yanlış hatırlamıyorsam, Bilge ve Ahmet Bican Ercilasun, Mehmet Çınarlı, İlhan Geçer, Yavuz Bülent Bâkiler, Sadık Kemal Tural ve daha birkaç isim vardı. Her birimiz bir eseri alıp taradık, belirtilen unsurları tesbit ettik ve bu bilgiler bir rapora bağlandı. Bizim raporun ne kadar etkili olduğunu bilmiyorum, fakat Dil Kurumu’nun yayın ve faaliyetleri zararlı bulunarak yeniden düzenleme kararı alındı. Atatürk’ün kurduğu ve belli miktar İş Bankası hissesinin gelirini bağışladığı Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu artık başka bir yapılanmayla devam edecekti.
Şüphesiz iyi bir iş başarılmıştı. Fakat şimdi ne olacağı önemli bir problem halinde önümüzdeydi. Yönetenlerde hâkim fikir, dili dilcilere emanet etmekti. Güzel de, dilciler, 50 yıldır gidilen yolu nasıl değiştireceklerdi? Üstelik dilcilerin bakışında Tdk zihniyetiyle çok ciddî fark yoktu. Görünen ilk önemli fark, öncekilerin yaşayan kelimelere saldırmaları, akşamdan sabaha söz uydurmaları ve bilinen kelimelere kıymalarıydı. Belki bu yavaşlayacak ve söz uydurma kavramlara özgü hale gelecek, değişme makul ölçüye çekilecekti. Ciddî bir kazançtı, fakat yetmezdi. Topyekün dile bakışta problemin devam edeceği endişesindeydik.
DEĞİŞMEYENLER
Hâsılı, 1982 yılında Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu anayasal bir kuruluş halinde netleştiğinde de ben bu dediklerime benzer düşüncedeydim. Dilcilerimizin genel tavrını bildiğimden olacak, bakışlar değişmeden başarı gelemeyeceğini söylüyordum. 1930’lara gelindiğinde sade ve güzel bir Türkçemiz vardı. Övünülecek seviyede zengin ve güzel bir dünya diliydi. O devrin resmî yazışmaları bile edebî metin güzelliğindedir. Hemen her okumuş, iyi Türkçe bilir, okur ve bir ölçüde yazardı. O dönemin şiirleri, hikâyeleri ve romanları sağlam ve güzel bir dili duyururlar. Onunla oynamış ve 50 yılda neredeyse o güzelliği orasından burasından bozmuştuk. Üzerinde konuştuğumuz bu dil bozma sürecinin nasıl bitirileceğiydi. Yüksek Kurum çatısı altında bu başarılabilecek miydi?
Zamanın önemli fikir ve sanat dergilerinden Töre’de konuyu aydınların görüşlerine açtık. “Ne dediler?” başlığıyla da çok kişiye düşüncelerini sorduk. Bunlar arasında ben de vardım. Yazdığım bir sayfalık görüş, bugün bulunduğumuz noktayı neredeyse aynıyle tahmin ediyor. Bunu bir övünç meselesi gibi söylemek istemediğimin bilinmesini isterim. Tam aksine üzüntü kaynağıdır.
O kısa görüşte, dili bir ek-kök meselesi gibi görmek, bütünlüğünden, manasından, sesinden kopararak bakmak tehlikesinin devam etmesi ihtimal dâhilindedir. Bu durumda, şu anda bizim gibi düşündüğünü bildiğimiz dilcileri oraya koyarsanız, yine değişen bir şey olmaz demek istiyordum. Ayrıca bir derin fark da vardı. Eski dil kurumcuların yıkıcı tavırları daha akıllıca bir uygulamayla tamamlanıyordu. Edebî eser basıyorlardı, teşvik ediyorlardı. Dile bakışlarını uygulayan şair ve yazarları ödüllendiriyorlardı. Dili bir müze veya mezarlık malzemesi gibi görmek tehlikesinden uzaklaşıyorlardı. Elbette görüşleri açık ve sakattı: Bir özel dil yaratma peşindeydiler. Türkçe’ye benzer ama Türkçe’nin bin yıllık devresini paranteze alan bir dil ve millet yaratma gayretindeydiler. Tarihsiz ve köksüz bir görüntü veriyorlardı. Fakat, onların yerine oraya seçilecek dil akademisyenlerinin edebiyata ve dolayısıyla dilin estetiğine, anlamına ve kültür boyutuna ilgileri kıttı. İşte bundan dolayı sıkıntılar doğacaktı.
DİLCİLER DİL İÇİN YAŞAMIYOR GİBİ
Dost görünen dilciler kalabalığının onlardan farkı mutlaka olacaktı. Ancak “..dili bir ölü malzeme üzerinde teşrihe (otopsi) tabi tutar gibi davranacaklarından endişe ediyorduk” dedim ya, bu endişe maalesef yersiz değilmiş. Yeni Türk Dil Kurumu’nda 40 kişilik anlı şanlı heyetler, dilin tarihi üzerinde, çeşitli etkileşmelerle ilgili çok değerli çalışmalar yürüttüler. Metinler yayınladılar. Önemli bir kitaplık oluştu. Henüz Bâbürnâme gibi bir şaheseri bile asıl metniyle(tıpkıbasım) basmış değiliz, ama yapılanlar önemli bir yekün tutuyor. Asıl eksik kalan nokta dile canlı bakış, yaşama ve yaşatmadır. Maalesef hala öyledir. Tekrar edeyim: Eski dil kurumcuların edebiyatla iç-içe bakışları bir canlılıktı. Yıkıcı bir canlılık olsa da bir tarafıyla dile daha sağlam bir açıdan yaklaşmalarını sağlıyordu. Yeniler dili dondurdular, hayat eseri bırakmadılar.
Keşke Töre’de yazdığım notta yanılsaydım. Keşke bundan sonra yanılsam. Keşke dilcilerden dil zevkıne yol alan gayretler gelse. Keşke büyük yanlışlar onlardan gelmese. Keşke, yıkıma değil, yapıcılığa hizmet eder olduklarını görsek. Keşke yaptıkları, dağıtmaktan ibaret olmasa. Toplamayı da bilseler. Merkezi kaybetmeseler. Keşke, dilin zevkine varmayı, estetiğini ve ulaştığı zirveleri tadmayı esas alsalar.
Kaynak:http://www.karar.com/gorusler/a-yagmur-tunali-yazdi-dilciler-dilden-anlamazsa-868004