Hayatımız üzerinde uzun uzadıya düşünenler hep aynı noktaya varıyorlar. Dünyaya hâkimken, hayatta kalabilmek için çırpınmak ve hep savunma halinde yaşamaya mecbur olmak bize göre değil. Dünyayı titreten Türk, o zirveden inişi iç âleminde kabullenemiyor. Bir uçtan bir uca savrulur gibi keskin, zaman zaman dengesiz ve çok zaman huzursuz halimizin sebebi bu. İyi anlayacağımız ve çıkmak için gayret sarf edeceğimiz bu psikolojidir.
Birkaç asırdır bu psikolojinin sebep olduğu kısır döngüdeyiz. Ben dâhil hemen hepimiz şikâyet ediyor, en azından sızlanma tonundan konuşuyoruz. Yerimizde saydıran bu debelenme aktif bir güç haline gelemiyor. Düşündüklerimizi, yazdıklarımızı, söylediklerimizi dedikodu kabilinden dışa aktarmakla yetinmek zehrini aldık. Çıkacağımız girdap budur.
Hâlbuki bunları bir tespit gibi düşünmek ve değerlendirmek lazımdı. Hala bu gereklilik devam ediyor ve bugün bir adım sonrasına geçebilmek lazım. Böyle bakınca, bu sızlanış ve bulunduğu yerden memnun olmayış büyük avantajımızdır. Büyük Millet psikolojisine bu düşülen durum zor geliyor. Kabuğuna çekilmeyi de karakterine uygun bulmuyor. Yeterli donanıma sahip olmadığı için ileri de atılamıyor ve hamle gücünü kendinde bulamıyor. Devamlı patinaj yapıyor. Yüz kere yazıldı, söylendi, yine söyleyeceğim, neredeyse üç asırdır böyleyiz. Çıkacağız, çıkamıyoruz.
Güzel isimler koyardık
Bu durumda olanlar belli. Kendimizi değerli hissetme sıkıntı yaşıyoruz. Bin yılların aşırı güveni, aşırı güvensizliğe doğru eğiliyor.
Dile bakışımız da bu çizdiğimiz manevi iklimin tam bir neticesi. Cedlerimiz, isim koymada çok inceydiler. Yer adlarına bakmak bu üstün yaratıcılığın şahane sonuçlarını duyurur. Bayram dolayısıyla Yahyalı’ya gittim. Kardeşlerimle doğduğum Toroslarda pınar, dağ, koyak, yamaç isimlerini hayranlıkla saydık. Şu kişneyen at gibi suyu kayadan fırlayan Aygır Pınarı’ydı. Şu süzüle süzüle suyu akan Ağ Pınar’dı. Şu elinizi bir dakika altında tutamayacağınız Dişdöken’di. Şu Kardelen, şu baba yurdu Göğoluk’tu. Şurası gerçekten sanki o anda düşüp yamaca konmuş gibi duran Düşmüşün Taş’tı. Şu çetin yokuş Eşek Yoran’dı. Şu bembeyaz akan Ağsu, şu yüz metre boydan boya yarılmış iki kayanın yüz yüze bakan yarığı Su Çatı’ydı. Her biri bir sırlı ve şiirli manayı duyuran bu isimlendirmeler, Türkçenin dehasını söyler.
Şimdi ad koyamıyoruz
Fakat ne oldu ki, bu dehayla doğan Türk, bugün eşyaya, mekâna, insana isim koymakta zorlanıyor? Cevabını ilk cümlelerde verdiğimiz bu şaşkınlık devrinin başka şaşkınlıkları da var. Türkçü- Milliyetçi dediklerimiz de diğerlerinden neredeyse farksız. İsimlendirme yanlışında bazen önde gidiyorlar. Bunun en açık örneği Azerbaycanlı Türklere Türk demeyip ‘Âzerî’ deme hamakatidir. Âzerî, İran’da Türk olmayan küçük bir unsurun adıdır. Türkiye Türkleri, içlerinde milliyetçiler de dâhil Azerbaycanlılara Âzerî demeye devam ediyorlar. Yıllar yılı bunu konuştuk. Azerbaycan’da kimse kendine Âzerî demez. Stalin denen kanlı katil 1937’de Kuzey Azerbaycanlıların pasaportlarından Türk ismini kaldırdığı vakit derin bir gafletle milliyet hanesine Azerbaycanlı yazdırdı. Derin bir gafletle deyişim boşuna değil. Bu konuda çok hassastılar. Gerekirse her kasabadan bir millet çıkararak bölmek ve birbiriyle boğuşturmak ana prensipti. Diğer Türk topluluklarına millet ismi olmak üzere boy ve hanedan adlarını koydular. Kırgız, Kazak, Özbek, Uygur, Türkmen adları böyle öne çıkarıldı. Devletin adını da bunları devletini düşündürmek için Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan koydular.
Âzerî-Türk
Azerbaycan devletinde yaşayan çoğunluk Türk unsuruna, 1937’den itibaren Âzerî diyebilirlerdi. Demediler. Türk demeyi yasaklasalar da böyle millet gibi yerleştirilmesi uygun bir adı düşünemediler. Azerbaycanlı, Türkiyeli, Almanyalı gibi bir millet adı olmaz. Onun için iyi bir gaflet gösterdiler. Bize o Sovyet ayrıştırma siyasetinden dönüşü kolaylaştırdılar. Gel gör ki, Stalin’in eksiğini bizimkiler tamamlamaya kalktılar. Azerbaycan’daki Türklere Âzerî demeye başladılar. Bizde böyle bir alışkanlık vardı. O bölgenin çok sevilen türkülerini Âzerî Havası veya Âzerî Türküsü diye bilirdik. Onları dinleyerek, esareti hatırlayıp yandığımız yıllar geçirmiştik. Yalnız biz orada Âzerî kelimesini yer adı gibi kullanırdık. Niksar türküsü der gibi, barak havası der gibi, uzun hava der gibi, karadeniz türküsü der gibi. Âzerî, Âzerbaycan sahasını düşündürürdü. Millet ve milliyet ifade etmezdi. Hepimiz Türk’tük.
Şimdi Âzerî bir millet adı gibi kullanılıyor. Spor müsabakalarında duyuyoruz: Spiker anlatıyor: Âzerî ve Türk güreşçi, Âzerî oyuncu. Geçenlerde Özbekistan Türkiye futbol maçı vardı. Özbek oyuncu, Türk oyuncu diye anlattılar. İkisinin de Türk olduğunu kabul ettiğimiz takdirde böyle diyebilir miyiz?
1992 yılında sekiz kişilik bir TRT heyetiyle Azerbaycan’daydık. Veda yemeği sırasında Azerbaycan Tv genel Müdürü, şimdi Çanakkale Üniversitesi’nde profesör olan aziz dostum Memmed İsmail, bir şiir okudu. Şiirin nakaratı “Sen Türk değilsen?”di. Her dörtlük o nakaratla bitiyordu. Kendisi o kadar Türk’tü ki, muhatabına bu ağır cümleyle soruyordu. Düşünün, Sovyetler yeni dağılmıştı. Şiir o gün söylenmiş değildi. Onun ve daha başkalarının yüksek Türklük duygularını söyleyen nice kuvvetli şiirleri dağılmadan önce de dillerdeydi. Bir daha düşünün, bizimkiler, bu kadar güçlü Türklük duygusuyla yaşayanlara hakaret gibi ‘Âzerî’ demeye çalışıyorlar.
İlim anlamak için parçalar da ya toplayamazsa?
İlim adamlarımız, özellikle Türklük bilimiyle uğraşanlar bu konuda titiz değiller. Dilcilerimiz, çok rahat Özbekçe, Kırgızca, Kazakça, Uygurca, Tatarca diyorlar. Tabii Özbek, Kırgız, Uygur, Tatar diyorlar. Dil açısından bunda bir mahzur görmüyorlar. İlim böler, ayırır ve öyle inceler. Küçük büyük farkları bu isimlendirmelerde kavramlaştırır. İyi de bu kavramlar bize bir bölücülük halinde yansımıyor mu? Bu her biri milliyet adı olarak yerleşmiş isimlendirmelerden Türk ortak adına nasıl geçeceğiz? Türk, Rus, Sırp, Bulgar, Makedon ve benzerlerinin üst adı Slav gibi bir şemsiye haline mi gelecek? Galiba gidiş orayadır.
Bu konuda özellikle Âzerî isimlendirmesi üzerinden, Elçibey’i ve Bahtiyar Vahabzâde’yi de anarak bir yazı daha gelecek.
Yazarımız A Yağmur Tunalı'nın yazısı için: