Dil konularını dilcilere bırakmak yanlışımız değil, büyük yanlışımızdır. Dil hepimizindir ve sahibi de millettir. Millet diline titizlenmezse, dil sevgisi, saygısı, şuuru yerleşmemişse bilim adamları ve kurumları da boşluğa düşebiliyor. Dilimiz bozuldukça bozuluyor, kayıp hanesi kabarıyor, telafisi güç zararlar doğuyor. 80 yıldır dil çalkantısı ve kavgası yaşanan bizim memlekette varılan yer burasıdır. Çok yönlü incelenecek bir meseledir. Ben bu yazıda meselenin dil bilginlerimizle ilgili kısmına temas edeceğim.
Dilin ilmini elbette uzmanları yapacak. Ekler, kökler, yapı vesair özellikler, kelimelerin soy kütüğü ve tarihçesi diyebileceğimiz etimolojisi bilimin konusudur. Dilin tarihi, diller arasındaki kıyaslama ve benzeri teknik sayılabilecek hususlar dili kullananlar için sadece bir entelektüel bilgidir. Merak edenler onları da bilirler.Israrla üzerinde duracağımız husus, dil hakkında bilginin dil olmadığıdır. Dilden, yapısından, kelimelerinden, etimolojisinden bahseden uzmanlıklar elbette dille ilgilidir, dil bilmeye dahildir, ama sadece bir tarafıyla böyledir. Dil konuları bunlardan ibaret değildir. Dilin kendisi hiç değildir. Dikkat dilecek en önemli nokta budur.
Dil bozgununun önde gidenleri dilcilerimiz. Onları tanıyarak, okuyarak, dinleyerek Türkçe zevki edinemezsiniz.
İlim adamları, dili anlamaya çalışırken, çok zaman yaşayan, yaşatılan, canlı halini unutur gibiler. Bunun sebepleri üzerinde durmak lazımdır. Her zaman verdiğim bir örnekle söyleyecek olursam, suyun iki oksijen ve bir hidrojenden meydana geldiğini bilmek, bilimin konusudur. Bize mekteplerde bunu ezberletirler. Erbâbı, laboratuarlarda suyu bu iki elemente ayırarak daha yakın bilgi elde eder. İşin dikkat edilecek tarafı, bu bilginin suyu bütün yönleriyle bilmek demek olmadığıdır. Su, ne hidrojendir, ne de oksijen. Bu bilişle suyun rengi, kıvamı gider, lezzetini duyma ve anlama da kaybolur. İçtiğimiz suların bu iki elementin böyle bir birleşmesinden meydana geldiği doğrudur; kesin bir bilgidir, fakatkullananları suyun tadını ve işlevlerini yakından bilmeye götürmez.
Çok zaman dilciler, dili su örneğinde olduğu gibi bileşenlerinden ayırıyorlar. Üzerinde uzun uzun konuşuyorlar. Özel bir dille çözümlemelere giriyorlar. Bu bilgiye erişme gayreti ve bu bilgi hiç şüphesiz çok değerlidir. Araştırılması, bilinmesi şarttır. İşin tadını kaçıran bundan sonrasıdır. Suyu oksijen ve hidrojene ayıranların suyu tattıramadıkları gibi, dilcilerin çoğu da ek’te kök’te kalıyorlar. Ayırdıklarını birleştiremeyen ve suyu kaybettiren kimyacı durumuna düşüyorlar.
Hikâye malumdur: Dilcinin(gramerci) biri bir gün bir gemiye biner. Yol alırlarken, Kaptan’a sorar: “ Gramer bilir misin?”. Kaptan, “Hayır!” der. Bizimki, hazmedilmemiş malumat kuruluğuyla kasıla kasıla “Madem gramer bilmiyorsun, yarı ömrün ziyan oldu!” der.
Derken, denizde fırtına kopar ki öyle böyle değil. Dalgalar geminin üzerinden aşmaya başlar, alabora olmak an meselesidir. Gemi batacaktır. O can pazarında Kaptan gramerciyi görür ve bağırır: “Yüzme biliyor musun?”Korkudan titreyen dil bilgini, “ Hayır!” der. Kaptan’ın cevabı müthiştir: “Öyleyse bütün ömrün ziyan oldu!”
Nihad Sami Banarlı, bu örneği şöyle yorumlar:”Bu sadece bizde değil, başka yerlerde de biraz böyledir. İhtisaslarının zevkine varamamış, sırrına erememiş bazı matematikçilergibi, bazı dilbilgisi uğraşıcıları da mevzularını kuru, tatsız, somurtkan durumlara sokarlar; mesleklerini her türlü estetikten, elâstikiyetten mahrum, çirkin hallere götürürler, problemlerini gûyâ kendilerinden başkalarının çözemeyeceği sahte güçlükler içinde, çok abus gösterirler.
Türkiye’de dil mevzûları, çoğu zaman bu gramerci anlayışın pençesindedir.”
Anlatmak istediğim tam budur. Âdetâ, gramer kaidelerini bilmeyi dilin kendisi sayan ve dili orada dondurmaya çalışan anlayış, tam da bu durumdadır. Gramer, dilin kurallarını tesbit eden önemi ve gereği tartışılmaz bir bilimdir. Var olan ölçüleri sistemli bir halde görüp göstermeye yarar. İnsanoğlunun ileri bir bilim hamlesidir; çünkü dili anlamak insanı ve toplumları anlamakta anahtar gibidir. Ancak esası kaybetmemek ve şunları unutmamak lazımdır: Gramerciler olmasa da gramer vardır. Kullandığımız dilin özelliklerini anlama gayreti kendisi değildir. Dil, doğuş kadar tabiidir. Anadan atadan, çevreden, toplumdan öğrenilir. Hiç gramer bilmeyen, hatta okuması yazması olmayanlarca konuşulur. Mesela, onlar arasından mükemmel dil bilenler çıkar. Türkçe için özellikle böyledir; çünkü bizde şifâhî kültür ve amatör ruh çok zaman ve pek çok konuda profesyonellerden öndedir.
Dili yapan ve işleyen öncelikle sahibi olan millettir. O milletin şairleri, yazarları bile sonra gelir. Bununla beraber, dil bilmek isteyen onlara bakar. Bir dilin edebiyat verimlerinin zevkine varmayı sağlamayan dil ve edebiyat eğitim-öğretimi yanlış yerden konuya giriyordur. Yüksek kültür ve onun göstergesi edebiyat, gramer bakımından da sağlamdır. Dili en doğru kullanış o eserlerdedir. Bu yetmez; en güzel kullanış da onlardadır. Dilin estetiği onlarda duyulur, milletin yaratıcılığı o eserlerde göz ve gönül kamaştırır. Tabii bu da yetmez; doğru ve güzel yazılmış metinlerin anlam derinliği bir diğer meseledir. Ne söylendiği ve nasıl söylendiği önemlidir.
Dili bu noktalardan ele almak gerekir. O zaman filoloji bölümlerimiz, edebiyat fakültelerimiz, zevkimizin ve fikrimizin şekillendiği yerler olur. 20. Yüzyılın başında İstanbul Dârülfünunu (Üniversitesi) böyleydi. Ziya Gökalp, Fuad Köprülü, Yahya Kemal, daha sonra Tanpınar gibi isimler ders okutuyorlardı. Memleketin önde gelen şairleri, sanatkârları, fikir adamları konferans ve seminerler veriyorlardı. Bir başka güzellik daha vardı: O zamanın sadece edebiyatla meşgul olanları değil, bütün okumuşları çok sağlam, çok temiz ve estetik bir dille yazıp konuşuyorlardı. O dönemden kalan asker mektupları bile hayranlık uyandıracak seviyededir.
Neler olmuş ve nasıl olmuştur da herkesin dili belli bir güzelliktedir? O gün başarılan ve bugün başarılamayan nedir? Binlerce dilci ve edebiyatçımızın araştırmaları arasında bu durumu aydınlatan bir çalışmaya rastlanmaması da düşündürücüdür. Belki o devrin insanları daYahya Kemal’in ifadesiyle, “ Dillerini kâtiplere bırakıp gittiler.”. Hayır, bugün onu bile diyemeyecek haldeyiz. O dil bir kenara, belli seviyede bir Türkçe’yi edebiyatçılarımız ve dilcilerimiz de bilmiyor, söyleyemiyor ve yazamıyor. Birkaç yönden bakılabilecek bu meseleye de dokunup geçmiş olalım.
Dili en iyi kimler bilir?
Dili iyi bilir dediklerimiz dilciler arasından çıkmayabilir.Çok iyi dilcilerimiz var. Dili bilen dilcilerimiz de eksik değil. Büyük dil âlimimiz Ahmet Bican Ercilasun onların başında gelir. Bir gün, onunla sohbet ederken bir dil profesörümüzün adı geçince, “ O Türkçe bilenlerden” deyiverdim. Sadece tebessüm etti. Bu konuda görüşlerimizin yakın olduğunu biliyorum. Demem o ki bir araştırma yapılsa, dili en iyi kullananlar listesinde ön sıralarda dilcilerin çıkmayacağı az çok bellidir. Bunu bize has bir problem gibi söylemiyorum. Örnek bizden olsa da belli oranda dünya ölçeğinde bir gerçektir.
Şu var ki, dünyada dilcilerin dil hatası yapmaları pek rastlanır bir durum değildir. Güzel değilse de sağlam bir dil kullanırlar. Güzel bir dil kullanmak başka meseledir. Onu sanatkârlardan beklerler. Bizde, ünvanlı dil hocalarının dilinin bu ölçüye uyduğunu söylemek epeyce zordur. Sebeplerini arayan bir çalışma okumuş değilim. Yapılsa, bir hayli şaşırtıcı sonuçlar çıkacağından eminim.
Biraz mahcubiyetle ve kendimi tutmaya çalışarak konuyu açmaya devam edeyim. Esasen, bizde dil problemleri üzerinde analiz kabiliyeti de görünmüyor. Sentez kabiliyeti derseniz, orada da sıkıntılar var. Sanırım, yakın bir örnek ne demek istediğimi anlatacaktır. Biz, 1934’den beri bir dil kargaşası yaşadık, yaşıyoruz. Çok ağır bir dönemdir. Bize çoğa mal olmuştur. İyi ve faydalı tarafları az, zararları çok çok fazla yaşanmıştır. Üniversite yıllarımızda “Yaşayan Türkçe”yi savunan bir grup ilim adamı ve aydın arasında bu hareketin bir yıkım olduğundan bahsedilirdi. Şimdi de benzer görüşte olanlar var. O zaman yazılanlar gazete ve dergi yazısı hacminde ve çok sayıdadır. Yıllarca devam eden dil mücadelesine girişen, konusunu bilen ve seven bir avuç dilci ve aydındır. Yalnız, o yazarlar arasında o tartışmaların tabiati gereği hemen hemen uzun tahlile girişen yoktur. O zaman normaldi, sonra yazılmamasını anlamak güçtür.
Bu ağır dönemi anlatan bir ilim eseri bizden çıkmadı. Binlerce dilcimiz, bize yaşadığımız süreci, olan bitenleri, dile getirdiği, götürdükleri ve toplum hayatımızı nasıl etkilediğiyle ilgili bir kitap yazmadı. Adını yazılarımda sık sık hayranlıkla andığım Geoffrey Lewis isminde bir İngiliz bilim adamı bizim binlerin yapamadığını yaptı ve Trajik Başarı’yı yazdı. O eserde, uydurmacılık mâcerâmızın vardığı noktalar ince ince yoklanıyor ve pek çok konu hakkında esaslı hükümlere varılıyor. Ben ne zaman hatırlasam utanırım. Türk ilim âlemi adına utanırım. Entelektüel hayatımız adına utanırım. Nasıl utanmayayım: Yaşayan biziz ve yaşadığımızı biz anlayamıyor, anlatamıyoruz.
Bunun bir temel problem olduğunu tesbite mecburuz. Sıra sıra unvan verdiğimiz çok değerli isimler, oksijeni hidrojeni ayırıyor ve parçaları birleştiremiyor, onlardan su elde edemiyorlar. Bu durumda tadını vermek ve duyurmak zaten beklenemiyor. Üstelik yaptıklarını da, başka olan biteni de bize anlatamıyorlar. Terkib kabiliyeti (sentez potansiyeli) herkeste olmayabilir. İlim adamı dediklerimiz arasında da bu konuda zafiyeti olanlar bulunabilir. Fakat büyük çoğunluğun oradan buradan bilgi toplayıp ekleyerek, bağlayarak unvan elde etmeleri konusunda ciddî ciddî düşünmemiz gerekiyor. Bu durumun faydadan çok zarar getirdiğini düşündüğüm çok olmuştur. Üniversite yıllarında sıkça konferanslarına gittiğim yerlerden biri Türk Kadınları Kültür Derneği idi. Zannediyorum 1976 yılı olacak, orada bir dizi dil konferansı düzenlenmişti. Dil kavgalarının hızlandığı, kullandığı dile ve kelimeye göre insanların seçildiği bir ayrışma dönemiydi. Prof.Dr. Ahmet Temir, Prof. Dr. Zeynep Korkmaz da dâhil önde gelen dilciler konuşmacıydı.
Dört hafta onları dinledikten sonra çok üzülmüştüm. Derde deva şeyler duyamamıştım. Dilin tarihinde, şu veya bu dil grubunun özelliklerinde, ekinde kökünde gezindiler. Zevkine hiç mi hiç yanaşamadılar. Türkçe sevgisini duyuramadılar, ilgi uyandıramadılar. Hâlbuki, o günün kavga ortamında konuşulanlar onların söyledikleriyle ilgili değildi. Doğrudan doğruya kullandığımız dil üzerinde operasyonlar yürütülüyordu. Üstelik devlet kurumları eliyle yürütülüyordu. En başta da Millî Eğitim Bakanlığı vardı. Mesela, “hayat” diyen öğrenci Arapça konuşuyor, geçirmeyin, biz Türkçe “yaşam”ı bulduk, onu dedirteceksiniz diyorlardı. Tam bir baskı ve baskın dönemiydi.
Kapıdan çıkarken bu üzgün halle o zamanın dil asistanları bugünün büyük dilcileri Tuncer Gülensoy ve Hamza Zülfikar’la yüzyüze geldik. Dedim ki, “Hocalar, anladım ki bu dili dilciler mahvediyor!”Hamza Bey, “Bak Tuncer, duydun mu ne diyor?” dedi.
Kaynak:http://www.karar.com/gorusler/a-yagmur-tunali-yazdi-dil-bozgununda-dilciler-840104